Mutlucan Şahan –

 

İslamcılığa veya siyasal İslam’a dönük eleştiriler içeren yazılar genellikle İslam ve Müslümanlık ile İslamcılığın farklı olduğunu hatırlatarak başlar. Oysa yazar zaten farklı kelimeler kullanarak bu ayrımı yapmıştır, bunu ayrıca vurgulama gereğini niye hisseder? Herhalde bunun nedeni meseleyi daha da berraklaştırmaktan ziyade hassas bir konuda yanlış anlaşılmaktan kaçınmak, -anlaşılabilir şekilde- bir bakıma kendini garantiye almaktır.

Benzer bir ayrım çabası İslamofobi meselesinde de söz konusu. Haklı olarak bazı Müslümanların İslam adına işledikleri suçların genel olarak İslam’a veya Müslümanlara yüklenemeyeceği, bu konuda bir ayrım yapılması gerektiği dile getiriliyor. Çoğunlukla İslamcılar tarafından dile getirilen bu yaklaşım tutarlı olmak için paradoksal biçimde İslamcılığın reddini, daha açık söylemek gerekirse laikliği gerektiriyor. Zira bir din olarak İslam ile kamusal alanı düzenleyen bir siyasal ideoloji olarak İslamcılığı, bir inanç grubu olarak Müslümanlar ile siyasal/tarihsel bir özne olarak Müslümanlığı ayrıştırmadan söz konusu ayrım da mümkün değil.

Fransa’da Charlie Hebdo’ya yönelen barbarca saldırı ve hemen ardından yaşananlar Türkiye’de İslamofobiye ilişkin kimi kaygıları gündeme getirdi. Elbette özellikle Avrupa’da Müslümanları da hedef alan ayrımcı, göçmen karşıtı, yabancı düşmanı, ırkçı eğilimlerden kaygılanmak için epeyce neden var. Fakat İslamofobi kavramının kendisi ve bilhassa -Türkiye dahil olmak üzere- İslam’ın egemen din, İslamcılığın yaygın ve etkin bir siyasal ideoloji olduğu coğrafyalarda kullanımı da üzerinde tartışmayı gerektiren sorunlar içeriyor.

Katliama Türkiye’deki İslamcılardan gelen tepkileri “haketmişlerdi, oh olsun”dan “çok üzücü ama saldırının esas nedeni ve meselenin özü İslam ve Müslüman karşıtlığı”na uzanan bir yelpazeye yerleştirmek mümkün. Bu tepkiler İslamcılığın kendi bakış açısından anlaşılabilir. Anlaşılabilir olmayan ise kimi solcu ve sosyalist çevrelerin saldırıyı kınamakla birlikte ilk avazdan emperyalist müdahaleciliğin ve İslamofobinin melanetine dikkat çekmesi.

Bazıları ise sorumluluğun bir kısmını emperyalist olmasının yanı sıra gerekli güvenlik önlemlerini almayan Fransız devletine yüklemiş. Fransız da olsa Türk de olsa devlet pek muteber bir şey değil elbet ama devleti yeterince güvenlikçi olmamakla suçlamak da enteresan bir devlet karşıtlığı. Fransa’da saldırının bir cadı avına ve güvenlikçi tedbirlere gerekçe olmaması gerektiğini söyleyen solcular meseleyi bu kadar “ince” görememiş herhalde.

Oysa -tamamı mevcut iktidara yakın bir gazeteden alındığı biçimiyle- katliamı “Fransız kibrine ve ayrımcılığına karşı Mağripli çocukların tepkisi”, antiemperyalizmi “İslam coğrafyasının her bir yanının yangın yerine çevrilmesinden alınmak istenen intikam”, İslamofobiyi “İslâm’a karşı postmodern yöntemlerle sürdürülen sinsi bir haçlı savaşı” olarak gören İslamcılıktan kalın çizgilerle ayrılmakta yarar var.

Öncelikle böylesi bir saldırı karşısında hele de saldırıyı şu ya da bu ölçüde makul veya ikincil önemde gösterebilecek analizler yapmaktan kaçınmak, siyaset bir yana insani bir tutum olsa gerek. Üstelik bu noktada İslamofobi meselesi özellikle biçimsiz kaçıyor. Zira dergi son yıllarda sıklıkla İslamofob olma suçlamasıyla karşılaştı ve görünen o ki saldırının gerekçesi de genel olarak dinler ama özellikle de İslam karşısındaki tutumu.

Charlie Hebdo ateizmi ve kamusal bir tutum olarak laikliği radikal biçimde savunan, basın ve ifade özgürlüğünü hemen her tür değerin üstünde tutan bir yayın organı. Dini değerlerin de eleştirilebilir ve hicvedilebilir olmasını, söz konusu özgürlüklerin vazgeçilmez bir unsuru olarak değerlendiriyor. Buna karşın dinlere yaklaşımının karşıtlıktan ziyade eleştirellik olarak görülmesi daha uygun olur.

Charlie Hebdo’nun esas karşı olduğu, dinin kendisi veya inananları değil buna bağlı iktidar odakları, tutucu, dogmatik, fanatik boyutları ve yorumlarıdır. Aynı şekilde onun özellikle İslam’ı değil Hıristiyanlık ve Musevilik dahil tüm dinleri konu edindiğini vurgulamak gerekir. Charlie Hebdo’yu biraz tanıyan, eski kapaklarına biraz olsun göz atanlar onun Fransa’nın egemen dini olan Katolisizm’in “değerlerini”, örneğin Vatikan’ı ve Papa’yı nasıl kıyasıya eleştirdiğini, bu konulara İslam’la ilişkili konulardan çok daha fazla değindiğini bilir.

Ne olursa olsun Fransa’da Müslümanların öncelikli hedeflerinden olduğu ayrımcılık biçimleri güç kazanırken İslam ile bağlantılı meseleleri hicvetmenin bu eğilimin değirmenine su taşıdığı eleştirisi getirilebilir elbette. Nitekim Fransa’da da solcuların, sosyalistlerin önemli bir kısmı bu açıdan dergiyi politik olarak eleştirdi. Fakat Charlie Hebdo İslam’ın da hicvedilebilir, ifade özgürlüğünün ise en az dini değerler kadar “kutsal” olduğunu savunma noktasından geri adım atmadı.

Yeni Harman dergisi için yapılan röportajda katliamda yaşamını yitirenlerden Charb, Tuncay Akgün’ün “bunları yaparken burada, Batı’da yükselen İslamofobiyi beslemiyor musunuz?” şeklindeki sorusuna şu sözlerle karşılık vermişti: “Evet, bu karikatürlerimiz Charlie Hebdo dışında yayınlansa ırkçı görünebilir. Mesela radikal sağ bir gazete yayımlasa kontekstin dışında öyle görülebilir…” Oysa onlar Filistin davasının kararlı savunucularındandı, Fransa’da her türlü ayrımcılığın karşısında durmuşlar, bu görüşlerin başlıca temsilcisi Ulusal Cephe’yi yerden yere vurmuşlar, Türkiye’nin AB üyeliğini ise desteklemişlerdi.

Bu çerçeve içinde Charlie Hebdo’nun İslamofob olmakla suçlanması bizi bu konuda biraz kafa yormaya zorlamalı. Eğer İslamofobiden kastedilen İslam’ın kendisine veya daha da önemlisi Müslümanlara yönelik bir kategorizasyon, ayrımcılık, aşağılama ise açık ki Charlie Hebdo bununla suçlanamayacağı gibi bunun karşısında olmuştur. Fakat İslamofobiden, İslam ile bağlantılı meselelerin eleştiri konusu edilmesini, “İslami değerlerin” uğruna ifade özgürlüğünden vazgeçilecek derecede kutsal kabul edilmemesini anlıyorsanız iş değişir.

Türkiye’de daha çok ikinci yaklaşımın ağır bastığını görmek için keskin gözlemci olmaya gerek yok, ama sorun Türkiye ile sınırlı değil. Müslümanlara dönük ayrımcılık ve bununla yeni bir dalga yakalayan aşırı sağ başta Avrupa olmak üzere “Batı”da ciddi bir sorun olmakla birlikte, bütün dünyada ama en çok İslam’ın egemen olduğu coğrafyada İslamofobi söylemi tıpkı antisemitizm gibi, haklı haksız her eleştirinin önünü kesmek, kökünü kurutmak için araçsallaştırılmakta.

Belki meseleye “İslamofobi mi?” başlıklı yazısında Gün Zileli’nin ortaya koyduğu gibi[1], bizatihi Doğu-Batı, Müslüman-Hıristiyan çelişkisinden hareket eden bir okuma içinde yer alan kavramın kendisini sorgulamakla başlanmalı. Zira bugün konjonktürel olarak daha ön planda olsalar da “Batı”daki ırkçılığın, ayrımcılığın, yabancı düşmanlığının tek hatta başlıca hedefi Müslümanlar değil. Müslümanları bunların özgül veya ayrıcalıklı hedefi olarak görerek ayrıştırmak ise bir dizi sorunu beraberinde getiriyor.

Örneğin bugün Fransa’da İslam’a yönelik önyargılardan dolayı ayrımcılığa uğrayan bir Müslümanı potansiyel suçlu muamelesine maruz kalan siyahiden, kentlerin dışında nehir ve otoyol kenarlarına sürülen Romanlardan, Hıristiyan ve beyaz olmasına karşın işsizliğin esas sorumlusu gibi gösterilen “Polonyalı tesisatçı”dan, laik ya da dinsiz bile olsa “kale Avrupası” anlayışından kaynaklanan göçmen politikalarının mağduru olan Türk’ten veya Kürt’ten hatta toplumsal alandaki homofobiden dolayı sıkıntı çeken eşcinsel “beyaz” Fransız’dan niye ayırmak gereksin? Dahası böyle bir ayrım tüm bunların ve daha pek çoğunun beraberce mücadelesi için bir engel değil midir? Ayrımcılığın Müslümanlara yönelenini diğerlerinden ayırmak aslında buna karşı mücadeleyi İslam referansları üzerinde sürdürme isteğini, sözde haçlı seferine İslam birliği ile cevap verme eğilimini güçlendiriyor.

Oysa ortada bir haçlı seferi filan yok. Örneğin, katliamın yaşandığı ve tartışmanın odak noktasındaki Fransa’da kültürel bir Katolisizm varlığını sürdürse de laiklik esastır. Genel olarak din, özel olarak Hıristiyanlık güçlü bir siyasal veya toplumsal motivasyon değildir. İstatistiklere göre nüfusun yarısı zaten dinsiz, yüzde 10’a yakını Müslüman, yüzde 1’e yakını Musevidir. Geriye kalan kabaca yüzde 40’ın büyük bölümünün ise inançlıysa bile pek dindar olmadığı hele bir haçlı seferine hiç de niyet etmediği söylenebilir. Müslümanlara yönelik ayrımcılığın kaynağı dinsel filan değil tıpkı diğer kesimlere yönelik olanlar gibi kültürel, ekonomik ve ulusalcıdır. Nitekim başta Ulusal Cephe olmak üzere aşırı sağın söylemlerine bakarsanız, hele Türkiye’deki iktidar partisine kıyasla, pek az dinsel referansa rastlarsınız.

Mesele hazır istatistiklere gelmişken bir de “İslam dünyasının “laik” ve demokratik medarı iftiharı” Türkiye’ye bakalım. Görece yakın zamanda yapılan bir ankete göre Türkiye’de yaşayanların yarıdan fazlası eşcinsel nerdeyse yarısı ise ateist bir komşu istemiyor, bunu yakın sayılabilecek oranlarla Yahudi, Ermeni, içki içen, Çingene komşu adayları izliyor. Nüfusun azımsanmayacak bir bölümünü oluşturan Kürtlere ve Alevilere dönük olarak toplumsal ayrımcılık bir yana, bilhassa devlet tarafından sistematik bir kurumsal dışlama söz konusu. Bir avuç kalmış gayrimüslim azınlıkların vakıflar başta olmak üzere bir dünya sorunu öylece duruyor. Her köşe başına devlet eliyle imam hatip açılabiliyor ama binlerce yıldır bu coğrafyada yaşayan, halihazırda da ülkenin “eşit yurttaş”ları olan Rum Ortodoksların ruhban okulu için bin dereden su getiriliyor.

İslam medeniyetinin hamiliğine soyunmuş iktidar, toplumun teveccühüne mazhar olurken Suriye’deki savaştan kaçıp gelmiş, üstelik “din kardeşi” göçmenlerin hali, onlara dönük ayrımcılığın, nefretin ve şiddetin boyutu ortada. Avrupa’da yükselen ayrımcı eğilimler elbette ürkütücü ama kendimizi kandırmanın anlamı da yok, bu manzarayla karşılaştırılınca bir huzur iklimi sayılabilir. Fransa’da oy oranı yüzde 20’ye ulaşınca karalar bağladığımız Ulusal Cephe’nin ise pek çok konuda AKP’ye göre liberal kaldığını söylemek küçük bir abartı olur.

Enternasyonalizm tabi ki iyi bir şey ama manzara kendi memleketinde buyken hatta bulunduğun bölgede büyük ihtimalle daha feciyken İslamofobiyi öncelikli tehdit görmek biraz acayip. Bilhassa bölgede yaşanan kaosta emperyalizmin büyük payı bulunduğu açık. Fakat bazıları şu anda katledilmiş olan “Batı”daki solcuların da en az bölgedeki muhalefet güçleri kadar ellerinden geldiğince buna karşı durmuş olduğunu unutmamak gerek. Aynı şekilde unutulmaması gereken bir nokta da -haydi bazı solcuları bir yana bırakalım ama- şimdi katliamı emperyalizmle gerekçelendirmeye çalışan İslamcıların emperyalistleri müdahalecilikle değil, bölgeye yeterince müdahale etmemekle, yaşanan katliamla ilişkisi giderek güçlenen çevrelere yardımcı olmamakla suçlamasıdır.

İlle bu işlerde emperyalizmin izleri aranacaksa “Batı”nın sorumluluğunun yanısıra Adana’da yakalanan tırlara, daha dün Nijerya’da bir kasabayı basıp 2000 kişiyi katleden Boko Haram’ın silahları nereden edindiği konusunda geçtiğimiz yıl ortaya dökülen ses kayıtlarına, körfez sermayesinin kimleri finanse ettiğine de bakmak gerekebilir. Nihayetinde solculuk, sosyalistlik gibi bir iddiamız varsa bilmemiz gerekir ki emperyalizm bir doğu-batı veya medeniyetler savaşı meselesinden ziyade bugün pek çok “müslüman devlet”in de mensubu ve hararetli savunucusu olduğu kapitalizmin bir aşaması veya biçimidir.

Hal bu iken -adını koyalım- İslamcı terörün bir “Batı” ülkesinde siyasal görüşlerini -beğenelim veya beğenmeyelim ama- solcu, ezilenlerden, sömürülenlerden, ayrımcılığa uğrayanlardan yana bir yayın organını -bize biraz lüks kaçsa da ifade özgürlüğünü hedef alarak- basıp katliam yapmasına bakarak İslamcılığın iktidar olduğu ve ifade özgürlüğünün tehdit filan değil bir vakıa olduğu ülkeden öncelikli olarak İslamofobi tehdidi görmek gerçekten takdire şayan. Bu takdire şayan çabanın ayrıca meşruiyete ihtiyacı elbette yok ama bir yandan Fransa solunun söylemlerinden mühimmat da devşirilmekte. İşte enternasyonalizm!

Komik olmayalım. Fransa’da ve Avrupa genelinde -adına İslamofobi desek de demesek de- Müslümanlar başta olmak üzere farklı kesimlere yönelik ayrımcılığa karşı çıkmanın bizdeki karşılığı ilk olarak İslamcılıkla mücadeleyi önüne koymaktır. Buna karşı kimi zaman sınıfçı kimi zaman kültüralist bahaneler bulmak belagat yeteneğimizi geliştirebilir ama böylece ne özgürlükler alanımız, ne de siyaset yapma kapasitemiz genişler. İslamcılığı dert etmeden İslamofobi eleştirisi gevelemeyi ise sahibine, yani İslamcılara bırakmak herkes için en hayırlısı. Her şey bir yana ve hele Türkiye’de, Müslümanlara karşı olanlar dahil ayrımcılığın pek çok türüne karşı durmanın yolu laikliği vazgeçilmez bir ilke olarak göz önünde tutmaktan geçiyor.

 

[1] http://www.gunzileli.com/2015/01/08/islamofobi-mi/