Cinzia Arruzza –
 

Bir gerçekten yola çıkalım: Cinsiyet baskısından yoksun kapitalist bir toplumsal oluşum asla var olmadı. Kapitalizmin bu süreçte önceden var olan eşitsizlikleri kullanmakla sınırlı olduğu da tartışılmaya devam ediyor
 
Marksist teorisyenler arasındaki en yaygın görüşlerden biri, cinsiyete dayalı tahakkümü kapitalizm için gereksiz bir şey olarak kabul etmektir. Bu, kapitalizmin geçmiş toplumsal düzenler tarafından üretilen cinsiyet eşitsizliği biçimlerinden faydalanmadığı veya bunları kendi menfaatine kullanmadığı anlamına gelmez; fakat bu oportünist ve bağımlı bir ilişkidir. Gerçekte kapitalizm cinsiyet baskısını özel bir biçimde kullanma ihtiyacı duymaz; ayrıca kadınlar kapitalizmin hâkimiyeti altında geçmişteki tarihsel dönemlere kıyasla eşi benzeri görülmemiş düzeyde özgürlüklere ve kurtuluşa erişmişlerdir. Kısaca kadınların özgürleşmesi ve kapitalizm arasında düşmanca bir ilişki yoktur.
 
Bu görüş, çok farklı ekollerden Marksist teorisyenler arasında hayli takdirle karşılanır, dolayısıyla analiz etmeye de değerdir. Ellen Meiksins Wood’un yazdığı bir makaleyi başlangıç noktası olarak ele alabiliriz. Nancy Holmstrom’un 2002’de derlediği ‘Sosyalist Feminist Proje’ içinde yer alan “Kapitalizm ve İnsanın Özgürleşmesi: Irk, Cinsiyet ve Demokrasi” isimli makalesinde Meiksins Wood, kapitalizm ve onu önceleyen üretim tarzları arasındaki temel farklılıkları açıklamakla başlar. Kapitalizmin kimliğe, eşitsizliğe ya da ekonomi dışı, hukuki, politik farklılıklara içkin bağlılıkları yoktur. Aksine, artı değerin zorla alınması resmi olarak özgür ve eşit bireyler arasındaki ilişki bağlamında hukuki ve politik farklılıkları hesaba katmadan gerçekleşir. Dolayısıyla kapitalizm yapısal olarak cinsiyet eşitsizliğini yaratmaya eğilimli değildir ve hatta cinsel kimlikler ve ırk gibi farklılıkları sorgulama ve seyreltmeye yönelik doğal bir eğilimi de vardır.

 
İçsel bir ilişki mi yoksa oportünist bir ilişki mi?
 
Ayrıca kapitalist kalkınma, bu eşitsizliklerin sorgulanmasına ve onlara karşı toplumsal baskının kolaylaştırılmasına olanak sağlayan şartları yaratmıştır. Geçmiş dönemlerde böylesi bir durum yoktur. Bunu görmek için, kölelik evrensel düzeyde var olmasına rağmen köleliğin kaldırılmasını savunan tutumların neredeyse hiç olmadığı Greko-Romen yazınına bakmak yetecektir.
 
Bununla beraber, kapitalizm bundan önce var olan ve önceki toplumlardan miras kalan farklılıkları kullanmaya oportünist anlamda meyleder. Mesela ırk ve cinsiyet farklılıkları, sömürülen sınıfın avantajlı ya da daha az avantajlı grupları arasında hiyerarşi yaratmak maksadıyla kullanılır. Bu hiyerarşilerin gerçek doğasını, yani kapitalist yarış mantığının birer ürünü olduklarını saklayıp, cinsiyet ve ırk eşitsizliklerini doğal farklılıkların sonuçlarıymış gibi geçiştirir.
 
Bu durum, kapitalizmin izlediği bilinçli bir plan olarak değil, kapitalistlerin bakış açısıyla cinsiyet ve ırk eşitsizliğinin avantajlı olduğu gerçeğinden kaynaklanan bir dizi uygulama ve politikanın çakışmasıdır. Sonuç olarak kapitalizm, cinsiyet baskısını kendi amaçları için kullanır ve araçsallaştırır ancak onlarsız da ayakta kalacaktır. Öte yandan, sınıf sömürüsü olmadan var olamaz.
 
Meiskins Wood’un makalesinin kapitalist bir toplumda elde edebileceğimiz ve edemeyeceğimiz (mesela gezegenin ekolojik korunumu) ekonomi dışı getirilerle ilgili bir dizi temel meseleyi sorguladığını not etmek gerekir. Wood’un çıkış noktası, ekonomik bir alana ilişkin dikkatin ekonomi dışı sorunlara (cinsiyet, ırk özgürleşmesi, barış, ekolojik sağlık, yurttaşlık) doğru kaymasının tespitidir. Asıl problem de buradadır. Meiksins Wood’un makalesinden bahsetmemin sebebi metindeki küçük detayları bulup çıkarmak değil, daha ziyade makalenin bir yandan sermayenin mantıksal yapısı ve tarihsel boyutları arasında net (ve kesinlikle tartışmaya açık) bir ayrımın üzerine kurulmuş olması, öte yandan tam da aynı seviyeleri birleştirerek, dolayısıyla bu makalenin tezlerine katılan birçok Marksist teorisyen için maalesef müşterek olan klasik bir karışıklığı yeniden üreterek sonuca ulaşmasıdır.
 
Daha açık ifade etmek gerekirse, sermayenin mantıksal yapısı ile tarihsel boyutları arasında bu ayrımı yapmayı kabul ettiğimiz andan itibaren, artık değerin sömürüsünün yasal ya da politik konumlarını gözetmeden resmi olarak özgür ve eşit bireylerin ilişkileri bağlamında gerçekleştiğini kabul edebiliriz. Ancak bunu sadece çok yüksek bir soyutlama düzeyinde, diğer bir deyişle mantıksal yapı düzeyinde yapabiliriz. Somut tarih bakış açısından ise işler radikal olarak değişir.

 
Meseleyi daha ayrıntılı ele alacak olursak…
 
1. Bir gerçekten yola çıkalım: Cinsiyet baskısından yoksun kapitalist bir toplumsal oluşum asla var olmadı. Kapitalizmin bu süreçte önceden var olan eşitsizlikleri kullanmakla sınırlı olduğu da tartışmalı olmaya devam ediyor: Emperyalizm ve sömürgecilik, cinsiyet hiyerarşilerinin, bu hiyerarşilerin önceden var olmadığı ya da çok daha incelikli bir biçimde var olduğu toplumlara girmesine katkı sağladı. Kapitalist birikim sürecine, aynı derecede önemli olarak kadının erişiminin olduğu farklı mülkiyet biçimlerine ve Ortaçağ’dan bu yana sahip oldukları uzmanlıklara el konulması eşlik etti. Emeğin feminizasyonunun ve defeminizasyonunun birbirini takip etmesi, cinsiyet temelli başka baskı unsurları oluşturarak aile ilişkilerinin sürekli olarak yeniden yapılanmasına katkı sağladı. 19. yüzyılın sonlarından itibaren cinsiyet kimliklerinin somutlaşması, kadınlar için – ama sadece onlar için de değil – baskıcı sonuçları olan heteronormatif bir düzeyin güçlendirilmesini sağladı.
 
Başka örnekler de verilebilir. Kadının sadece kapitalizm altında o zamana kadar hayal edilemeyen yasal özgürlükler ve politik haklar elde ettiğini, çünkü ancak bu sistemin özgürlük süreçlerine izin veren toplumsal şartları yarattığını söylemek tartışmaya açık bir argümandır. Doğrusu, biri çıkıp aynı şeyi bir bütün olarak emekçi sınıflar için de söyleyebilir: Sadece kapitalizm, içinde alt tabakaların politik özgürlüklerine izin veren bu şartları ve bu sınıfların demokratik zaferlere erişmeye muktedir bir özneye dönüşmesini sağladı. E, n’olmuş yani? Bu kapitalizmin emekçi sınıfların sömürüsü olmadan da rahatlıkla işleyebileceğini kanıtlıyor mu? Bence kanıtlamıyor. En iyisi, kadının ne elde ettiğini ya da etmediği referansını bir kenara koyalım: Eğer kadınlar bir şeyler elde ettiyse, hem bunun için mücadele ettikleri, hem de kapitalizm kitlesel toplumsal hareketler ve modern politikanın doğumuna uygun olduğu için elde etti. Ancak bu emekçi sınıflar için de geçerli.
 
2. Neyin kapitalizm için işlevsel olduğu ve neyin onun gerekli bir sonucu olduğu ayrımını yapmak önemlidir. Zira bu iki kavram birbirinden farklıdır. Yüksek bir soyutlama düzeyinde cinsiyet baskısının kapitalizmin içsel işleyişinin olmazsa olmazı olduğunu göstermek belki zordur; ancak soyut bir bakış açısıyla bu eşitsizlikler ille de cinsiyetle ilgili değildir. Eğer kapitalizmi ‘saf’ bir şey olarak düşünüyorsak, bir başka deyişle kapitalizmi onun temel mekanizmaları üzerinden analiz ediyorsak, o zaman belki de Wood haklı olabilir. Yine de bu, kapitalizmin kendi somut işlerliğinin bir sonucu olarak cinsiyet baskısının, kimi zaman farklı biçimler altında, sürekli yeniden üretilmesini sağlamadığını kanıtlamaz.
 
3. Son olarak, mantıksal ve tarihsel seviye arasındaki ayrıma geri dönmeliyiz. Mantıksal açıdan muhtemel olanla, tarihsel süreçler seviyesinde gerçekleşen birbirinden derinlemesine farklıdır. Kapitalizm daima kendi özgün tarihlerine sahip olan somut toplumsal oluşumların içinde var olur. Daha önce söylediğim gibi bu toplumsal oluşumlar, cinsiyet baskısının somut ve her yere nüfuz eden varlığıyla tanımlanır. Bir fikir deneyi yapalım ve mesela iş bölümündeki bu hiyerarşilerin eşitsizliğin başka biçimlerine (geniş ve küçük, yaşlı ve genç, şişman ve zayıf, Hint-Avrupa dilleri konuşanlar ve diğer dilleri konuşanlar, vs.) dayalı olduğunu farz edelim. Gebeliğin ve doğumun tamamen mekanikleştiğini ve tüm duygusal ilişki alanlarının metalaştırıldığını ve özel hizmetlerle işletildiğini… Kısaca tüm bunları düşünelim. Tarihsel bakış açısıyla bu makul bir tasavvur mudur? Cinsiyet baskısı kolaylıkla hiyerarşik ilişkilerin doğal ve insan ruhunda kökleşmiş farklı biçimleriyle yer değiştirebilir mi? Bu senaryolar oldukça şüpheli görünüyor.

 
Somut tarihsel analizlere doğru
 
Sonuç olarak, kadınların kurtuluşu ve özgürleşmesinin kapitalist üretim tarzında nasıl mümkün olacağı sorusunun cevabını somut tarihsel analiz seviyesinde aramalıyız; sermayenin hayli soyut analizi seviyesinde değil.
 
Burada sadece Wood’un attığı yanlış adımı değil, aynı zamanda (temel) sömürü ve (ikincil) baskı arasındaki bir hiyerarşi olduğu fikrine bağlılığını hararetle sürdüren pek çok Marksist teorisyenin hatasını da buluruz. Bu sorunun politik yönünü ortaya çıkarmak ve bunu cevaplayacak bir konumda olmak istiyorsak, bugün kapitalizmin ne olduğuna ve tarihsel olarak ne olageldiğine ilişkin tarihsel bir kavrayışa sahip olmamız gerekir. Buna sahip olmak, toplumsal yeniden üretim fikrinin merkezi bir konumda olduğu Marksist bir feminizm için çıkış noktalarından biridir.
 
(Bu yazı Yeniyol’un Ocak-Şubat 2015 tarihli 12. sayısında yayınlanmıştır)