Metin Feyyaz –
Aralık ayının başında, gazeteler, Başbakan Davutoğlu’nun, Mustafa Koç ile beraber katıldığı bir törende TOFAŞ’ın 2021’e kadar, ABD’ye 175 000 FIAT Doblo ihraç edileceğini duyurduğunu müjdeliyordu. Koç Grubuyla, Hükümet’in arasının bozuk olduğuna dair söylentileri yalanlamak istermişçesine, Başbakan aracın üzerine kendi imzasını atarken, ne kadar gururlu olduğunu da hiç saklamıyor, “2002’de toplam 357 bin araç üretiyorduk. Yani 2002’de üretilen araç sayısının neredeyse yarısı, sadece ‘Doblo Amerika’ olarak Amerika’ya ihraç edilecek” diyordu. Bu “gurur tablosunu” sadece etkinliğe katılan Koç ailesi, şirket yöneticileri, Başbakan ve Bakanlar değil, aynı zamanda o işyerinde ve Türkiye metal sektörünün önemli bir kısmında örgütlü olan Türk Metal sendikasının başkanı da paylaşıyordu. Etkinliğin ardından sendikanın sitesine koydukları “Bu Tabloyla Gurur Duyuyoruz” başlıklı haber ile bu başarıdaki paylarından gururla bahsediyorlardı.
Gerçekten de, bu tabloda payları büyük: Aralarında Tofaş işçilerinin de olduğu nitelikli, en azından meslek lisesi veya meslek yüksek okulu mezunu metal işçileri bugün asgari ücretin çok az üstünde bir ücretle, ay sonunu getirebilmek için aşırı fazla mesailer yaparak çalışmak zorunda kalıyorlar. Zaten çalışan sayısında herhangi bir artış olmadan üretimin bu denli artabilmesinin nedeni de bu. En son Türk Metal ile metal işveren örgütü Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS) arasında imzalanan sözleşme ile işe yeni giren bir işçi Temmuz’da asgari ücretin de yükselmesi ile sendika aidatı da düştükten sonra asgari ücretten daha düşük bir ücret alacak. Bu anlaşmanın kapsadığı işyerleri ise, Tofaş, Renault, Mercedes, Arçelik, Bosch vs. gibi dünya devi işletmeler ve Türkiye’nin ihracat rekoru kıran, “gururları”.
Pek çoklarının sandığının aksine Türkiye gerçekten de imalat sanayiinde, yanı başında Avrupa’da yaşanan krize rağmen gitgide büyüyor. 2007-2013 yılları arasında, Avrupa’nın üretim hacmi düşerken, Türkiye ise yüzde 20 artış gösterdi. İmalat sanayiinde çalışan işçi sayısı ise Avrupa’da Almanya ve Türkiye hariç diğer tüm ülkelerde azalmış iken, Almanya’da yüzde 2,8, Türkiye’de ise yüzde 9,8 artmış durumda. Türkiye’nin sanayi atağının lokomotiflerinden biri ise metal işkolu. İstanbul Sanayi Odasının ilk 500 şirket araştırmasında ilk 10 firmadan 7’si, ilk 50 firmadan 25’i metal sektöründe. Bu nedenle Danıştay metal sektöründeki grev ertelemesiyle ilgili savunma istediğinde, Ekonomi Bakanlığı grevin “milli güvenliğe” (yani ihracata) vereceği zararı anlatmak için bu rakamları veriyor: “Grevden etkilenecek sektörlerden, otomotiv sektörünün 2014 yılı ihracatı 24 milyar dolar, makina sanayii 9,6 milyar dolar, beyaz eşya, 2,7 milyar dolar, ve kablo üretimi 2,4 milyar dolar.”
Tüm bu bağlamın üzerine, Türkiye’deki 1 milyon 400 binden fazla metal işçisinden 110 000’ini kapsayan ama aslında sektörün tamamı, hatta özel sektörün önemli bir kısmı için standart teşkil eden 2014-2016/2017 yılı toplu sözleşme görüşmeleri, MESS ile metal işkolunda örgütlü üç sendika, Türk Metal, Birleşik Metal İş ve Çelik İş arasında başladı. Bu üç sendikadan Türk Metal, 110 binden biraz fazla olan MESS kapsamındaki toplam işçinin yaklaşık 100 binini temsil ederken, Birleşik Metal İş yaklaşık 10 bin işçiyi, Çelik İş ise sadece bir kaç bin işçiyi temsil ediyor. Grup toplu sözleşme denen şey aslında her bir sendikanın kendi örgütlü oldukları işyerleri için MESS ile topluca bir grup halinde toplu sözleşme müzakereleri yapmaları anlamına geliyor.
Kimdir, nedir bu MESS diyenler için, MESS, Koç grubunun başı çektiği ve Türkiye siyasetinde de önemli bir yeri olan, metal patronlarının örgütüdür. MESS’in gücüne örnek vermek gerekirse, MESS’in bir dönem Başkanı, daha sonra Başbakan ve Cumhurbaşkanı olacak olan Turgut Özal’dı ve metal sektöründeki grev yasaklamasının hızına bakılırsa, o dönemden bu yana gücünden çok da bir şey kaybetmişe benzemiyor.
Tüm bu güçler dengesi içinde, adına Grup Toplu İş Sözleşmesi denen bu oyun, yıllardır esasen MESS ile onun can yoldaşı ve darbe eliyle büyüttüğü ve sektörün en büyük sendikası olan Türk Metal arasında sürer. Birleşik Metal İş kendi ortaya koyduğu talepler ve eylemler ile bu ikili arasındaki görüşmeleri kısmen etkilemeye çalışır ve en sonunda Türk Metal ile MESS arasında imzalanan sözleşmeye o da imza atmak durumunda kalır(dı). Bu dönem toplu sözleşme görüşmeleri için de benzer şeylerin yaşanacağı beklentisi vardı.
Tüm sendikalar kendi taslaklarını verdiler. Birleşik Metal İş’in taslağında, çalışma sürelerinin kısaltılması, 45 saatlik haftalık çalışma süresinin 37,5 saate düşürülmesi, işçinin vergi diliminin değişmesinden dolayı oluşan farkın işverenden alınması gibi klasik ücret zammının dışında kalan ve açıkçası bu dönem alınmak için değil ama işçinin kulağına çalınması için ve ileriye yönelik bu taleplerin sahiplenilmesi amacıyla oluşturulmuş talepler de vardı.
Ama bunların yanı sıra, teklifin en önemli noktası ve grev kararındaki asıl belirleyen ise eski işçilerle yeni işçiler arasındaki farkın kapatılmasına yönelik talep oldu. Pek çok işkolunda, özellikle de metal işkolunda, 2000 sonrası işe giren işçilerle daha önce işe giren işçilerin ücretleri arasında kıdemle açıklanamayacak bir ücret farkı var. Ücret zammı ise yüzdeli bir oran ile yapılınca bu aradaki makas daha da artıyor ve 2000 sonrası işe giren bu genç işçiler artık sektördeki işçilerin yüzde 60-70’ini oluşturuyor. Sendikayı greve zorlayan en önemli neden ise bu 2000 sonrası işe giren, yani 80-90’lı yıllarda doğan ve kimilerinin Y kuşağı vs. diye andığı, tıpkı 2013 Haziranında sokağa çıkan akranları gibi geleceğe dair beklentileri az, ancak kaygıları bol olan yeni işçi kuşağıydı. Nasıl ki, daha çok hizmet sektöründe çalışan akranları, Gezi eylemleri ile kendilerini siyaset sahnesine attılarsa, kaybedecek pek bir şeyi olmayan bu yeni işçi kuşağı ise metal grevinde ve sendikayı grev kararı almaya zorlamada belirleyici oldu.
Her dönem olduğu gibi, Türk Metal ile MESS toplu sözleşmeyi hızlıca imzaladılar ve yine beklenen; daha önceki dönemlerde olduğu gibi diğer sendikaların da önce anlaşmadan memnuniyetsizliklerini dile getirdikten, buna satış sözleşmesi vs. gibi isimler taktıktan sonra aynı sözleşmeyi imzalamalarıydı. Üstelik imzalanan sözleşme, kimilerine göre hiç de kötü olmayan, ilk 6 ay için enflasyon artı yüzde 6 yani sadece ilk 6 ay için yüzde 9,78’lik bir zam oranı ile geliyordu ama bir ayrıntı ile beraber: Bu sefer sözleşme 3 yıllık imzalanmıştı. Bu zamana kadar metal işkolunda grup toplu iş sözleşmeleri iki yılık yapılıyordu. Enflasyon üzerine alınan zam genelde anlaşmanın ilk 6 ayında olduğundan sonraki aylar için bu işçilere ciddi bir kayıp olarak yansıyor. Yani 2 yıllık sözleşme ile 6 yılda 3 sözleşme yapılırken, şimdi 2 sözleşme yapılacak bu da her bir sözleşmede enflasyon üzerine alınabilecek zammın alınamaması anlamına geliyor. Özellikle zaten ücretleri düşük olan ve ücretlerine herhangi bir ayrı düzeltme gelmeyen genç işçiler için, sözleşmenin 3 yıllık olması temel patlama noktası oldu.
Ve muhtemelen sendikanın kendisinin de beklemediği bir şekilde, tabanında bu sözleşmeye her zamankinden daha güçlü bir öfke birikti. Grev işçiler için çoğu zaman zor ve korkutucudur: Ay sonu geldiğinde kira, ev giderleri, ailenin ne giyeceği, kredi, kredi kartı ödemeleri; diğer yanda uzun süreli işsiz kalma korkusu, zaman zaman dile getirilen grev olursa fabrikanın kapatılacağı tehditleri akıldan çıkmaz. Ancak kaybedecek bir şeyleri ve geleceğe dair herhangi bir beklentisi olmayan çok sayıda metal işçisi, olabilecek tüm sıkıntıların farkında olmasına rağmen başından sonuna kadar grev kararının arkasında durdular ve sendikalarını 29 Ocak’da başlamak üzere 38 işyerinde grev kararı almaya zorladılar.
MESS ile yapılan grup toplu iş sözleşmelerindeki, grev kararı diğerlerine benzemez, sözleşme sürecine giren her bir işyerinin kendine özgü durumu vardır ancak bu işyerlerinde beraber hareket etmeniz gerekir. MESS ise zaten sektördeki yüz binden fazla işçi için imzaladığı ve oluşturduğu çalışma koşullarını, bir kaç bin işçi için bozmaz ve ayrı bir sözleşme imzalamaz. Farklı bir sözleşme imzalamanın tek yolu ise şirketin MESS’den istifa etmesi ve münferit toplu sözleşme imzalamasıdır. Grevin ilk gününde belki de tarihsel bir başarıyla, Birleşik Metal İş’in MESS kapsamındaki işçilerinin neredeyse yarısını oluşturan çok sayıda işyeri MESS üyeliğinden ayrıldı ve sendika ile münferit toplu sözleşmeler imzaladılar.
Ancak grevin henüz ikinci gününde Bakanlar Kurulu yayınladığı bir kararnameyle grevi erteledi, fiilen yasakladı. Bu aslında beklenen bir gelişmeydi, daha önce diğer sektörlerdeki hem de bu çapta olmayan grevler de benzer gerekçeyle yasaklanmıştı. Ancak bu herkesin beklediği gelişme yine de herkes tarafından şaşkınlıkla karşılandı. İşverenler işçilerin tepkisi yatışsın diye erteleme kararının ardından iki gün idari izin ilan ettiler. Ancak bu bile işçilerin tepkisinin yatışmasına yetmedi, işyerlerinde fiilen iş yavaşlatma eylemleri hatta bazı işyerlerinde işgaller başladı. Ancak bu eylemler hızla patronların da karşı saldırısı ve işten çıkartma tehditleri (hatta bazı işyerlerinde tehdidin de ötesinde) ile karşılandı. Bu sürecin nasıl biteceği bilinmez, muhtemelen hemen hemen tüm işyerlerinde biraz daha iyileştirme alınarak bu toplu sözleşme dönemi kapanacak. Ama metal işçisinin öfkesi, sadece bir kaç kuruşluk zamla kapanabilecek türden değil. Üstelik artık kısmi de olsa bu grev sürecinden başarıyla çıkmış, kendi gücünün de farkına varmış olan daha genç, geleceksiz, düşük ücretli işçiler, kolay kolay kendilerine verilenle yetinmeyeceklerdir.
Nasıl ki, Gezi eylemleri aynı kuşakta ve aynı sorunlarla mücadele eden başka bir işçi kesimini siyasallaştırmışsa, metal grevi de yeni bir işçi kesimini hızla siyasallaştırdı. Tüm bu grev sürecinde, kendi işyerlerinin dışına da daha fazla bakmaya başlayan, başka fabrikalardaki işçilerle ve toplumun diğer muhalif kesimleriyle ilk ilişkilerini edinmeye başlayan metal işçisi, artık kırıntılarla yetinmeyecektir.
(Bu yazı Yeniyol’un Mart-Nisan 2015 tarihli 13. sayısında yayınlanmıştır)