Uludere’deki 37 cinayetin hesabını kim verecek diye düşünürken, kadınlar olarak cinayet sanığı kürsüsüne oturtulmuş bulduk kendimizi. Zira, Başbakan, İstanbul’daki Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı Eylem Programı’nın uygulanmasına ilişkin 2012 Uluslararası Parlamenterler Konferansı’nın kapanış oturumunda yaptığı konuşmada sezaryen doğuma karşı olduğunu ve kürtajın cinayet olduğunu söyledi. Bir kez daha siyasi söylem, analizinden daha öteye gitti ve Erdoğan şu cümleyi kurdu: “Yatıyorsunuz kalkıyorsunuz Uludere diyorsunuz, her kürtaj bir Uludere’dir.” Devlet eliyle Kürt öldürmekle, kadınların kendi bedenleri üzerinde söz söyleme haklarını aynı kefeye koyan bu zihniyeti mahkum etmek gerekiyor. Uludere’de yakınlarını kaybedenlerle en hafifinden dalga geçmek anlamına gelen bu sözlerin hesabını sormak kendisini neo-liberal kapitalizmin muhafazakar çehresi karşısında da konumlandıran kadın hareketinin temel görevlerinden biri.

Bu Erdoğan’ın kadın bedeni üzerine ilk salvosu değil, kendisi 2008’de Kadınlar Günümüzü kutlarken de rahmimizle ne yapacağımızı bize söylemiş, en az üç çocuk doğurmamızın devletimizin ve milletimizin bekası için hayırlı olacağını ifade etmişti. Kadının üretim sürecine çocuk üreten rahim olarak dahil edilmesi fikrinin bu en açık ifadesi bugün kadının kendi bedeni üzerindeki kontrolünün cinayet olarak adlandırılmasıyla taçlandı.

Peki kadın bedeni üzerinde bu derece fütursuz söz üretmeyi mümkün ve gerekli kılan nedir? Yeniyol’un son sayısında belirttiğimiz gibi muhafazakarlasmanın hem söylemsel hem de pratik olarak kuruluşunda aile ve kadının konumu birincil olarak tartışmaya açılır. AKP tipi muhafazakarlığın, küresel neoliberal kapitalizminin hizmetinde bir küresel muhafazakarlaşma dalgası içinde analiz edilmesi gerektiğini de söylemiştik. Şu “tesadüfe” bakın ki kürtaj hakkını 1980’lerden beri kadın hareketinin neoliberalizme vurduğu darbelerden biri olarak da anmış ve bu hakkın savunulmadığı anda kaybedilecek bir mevzuya dönüştüğünü de belirtmişiz. Sezaryen tartışmaları sağlık sektörünün işleyişinden ve kadınların kendi bedenleri üzerine söz söyleme hakları perspektifinden kopuk bir “iyi annelik” miti üzerinden ilerlerken, kürtaj bir doğum kontrol yöntemi olarak kullanılırken, kadın mücadelesinin bu nerdeyse otuz senelik kazanımına, “cinayet” gibi gaddar –ancak din temelli kürtaj karşıtı kampanyaların dünyadaki örneklerine bakacak olursa oldukça banal ve tavsamış- bir sözcükle yapılmış bu saldırıyı ancak neoliberalizmin muhafazakarlığa duyduğu yakıcı ihtiyacın bir tezahürü olarak anlamlandırabiliriz. Kadın bedeni bu ihtiyacın en temel nesnesi, çünkü sermayenin ihtiyaç duyduğu emek gücünü her iki anlamıyla da yeniden üretiyor (Erdoğan’ın 2008’deki açıklamasını “Fakat ortada bu kadar işsiz var, neden daha fazla çocuk istiyor?” şaşkınlığıyla karşılayanlara, sermayenin işgücünün artışından kısa vadede yararlı çıkacağını bir kez daha hatırlatalım). Aynı zamanda yönetici sınıfların genel olarak demografik beden üzerinde kurmaya çalıştıkları disiplin ve kontrol mekanizmalarını somutlamak açısından da kadın bedeni kısa erimli, kolay bir hedef niteliği taşıyor. Emek piyasası açısından kadının seri üretim yapan bir rahme dönüştürülmesi, gittikçe esneyen ve dolayısıyla güvencesizleşen çalışma koşulları biz doğurur ve çocuk bakarken özlük haklarımızı korumayacağına göre, kadınları bir taraftan güvencesizleşmenin dipsiz kuyularına atarken, diğer taraftan da eve hapsederek geçimlik ücret seviyelerini sermaye lehine yeniden düzenleme ve ev isini sermaye birikiminine kaynak olarak kullanma şansı yaratıyor.

Dolayısıyla taraf olma zamanı: Bırakın kadının kendi bedeni üzerinde söz söyleme hakkını ‘algılayabilmeyi’, kadına yönelik cinsel şiddet, aile içi tecavüz gibi boyutları bilinenin çok ötesinde olan daha somut meseleleri aklından bile geçirmeden aile ‘reisi’, uzman doktor, şeyhülislam ve de bilumum erkek iktidar rolünü bünyesinde toplamayı amaç edinmiş olan Erdoğan’ın kadınların en büyük kazanımlarından birini ezip çiğnemesine hayır mı diyeceğiz, yoksa bunu da sayısız ‘talihsiz’ açıklamasından biri olarak kabul edip tecavüzcülerimizle evlendirilmeye mecbur bırakılmaya, asli görevi annelik ve ev içi kölelik olan bebek makineleri olarak kapitalizme ucuz ve güvencesiz iş gücü üretmeye devam mı edeceğiz? Kazanımlarımız umutlarımızın yarısı bile değilken bulunduğumuz noktadan geriye gitmek gibi bir lüksümüz var mı? Bu son derece ciddi, bir o kadar da net bir seçim. Kapitalizmin kölesi, erkek şiddetinin kurbanı, toplumsal değişimin nesnesi olmayacağız.