Paul Le Blanc

Rosa Luxemburg’un yaşamı ve düşüncesi, insan deneyimine ışık tutmuş ve daha iyi bir yaşam için mücadele veren insanlara esin kaynağı olmuştur. Belirli temel konulardaki düşünceleri ve eğilimleri onu, Kautsky, Lenin veya Trokçi gibi Marksist geleneğin önemli düşünürleri arasında ileri bir noktaya yerleştirmiştir. Bence bu, onun doğal dünyadan bahsetme tarzından, evrendeki diğer canlılarla akrabalık kurmasından,  insan onuru ve acısıyla açık ve içten bir şekilde ilişkilenmesinden, aydınlık formülasyonları ve üslubundan ve ayrıca olağanüstü mizah duygusundan kaynaklanmaktadır. (1)

Luxemburg’un 1919 yılında sağcı ölüm mangaları tarafından vurulmasından sonra Bertolt Bercht bir şiir yazar:

Kızıl Rosa da gitti / Yattığı yer gözlerden uzakta / Yoksula hayatın ne hakkında olduğunu anlattı / Ve şimdi zenginler onu yok etti.

Ölümünden sonra Kızıl Rosa’nın ruhu ve fikirleri birçok kere geri geldi. Ne yazık ki, günümüzde, özellikle 20. yüzyılın son on yılında, Rosa Luxemburg’u tamamen ortadan silmek için inanılmaz güçlü çabalar yenilenerek ortaya çıktı.  Bu çabalar da, dünyayı anlamak ve değiştirmek için kullanılan bir güç olarak Marksizmin ortadan kaldırılmasına yönelik iyi organize edilen girişimlerin bir parçası olarak geliştirildi.

Bu muhteşem yoldaşı hayata geri getirmenin tek yolu, basitçe “anısına saygı duymaya” veya ölü kelebekleri cam kutuda saklıyormuşuz gibi fikirlerini detaylandırmaya razı olmamaktır. Bunların yerine, olabildiğince eleştirel ve dürüst bir şekilde, düşüncelerinin günümüz için getirdiği itirazları kabul etmek zorundayız. Bu itirazlar (özellikle devrimci demokrasiyle ilgili itirazı) Rusya’dan Polonya’ya, Almanya’dan ABD’ye, Japonya’dan Çin’e, Güney Afrika’dan Küba ve Bezilya’ya bütün ülkeler için uygun açılımlar getirmiştir. Rosa Luxemburg ve devrimci Marksizm, günümüzün ezici gerçeklikleri karşısındaki mücadelemizde düşünce ve eylemlerimizin içine işlediği ölçüde yaşarlar.

Luxemburg, Marksizm ve demokrasiyle ilgili günümüzde çok yaygın biçimde yapılan yanlış kavramsallaştırmalara karşı güçlü bir itiraz olarak durmaktadır. Bugün dünyanın en güçlü ve etkileyici ideologları piyasa ekonomisi ve demokrasinin (yani kapitalizm ve halk yönetiminin) tarihsel ve doğal olarak el ele geliştiğini ve herhangi bir zaman süresinde birini diğeri olmadan elde etmenin imkânsız olduğunu söylemektedirler. Eğer Rosa Luxemburg bugün burara olsaydı, kendi zamanında yaptığı gibi kesin ve ikna edici bir tarzda bunun bir yalan olduğunu söylerdi. Kapitalizm yanlısı propagandistler ve sözüm ona komünist olan birçokları tarafından yayılan diğer bir mit de sosyalizmin ancak otoriteryan tedbirlerle getirilebileceğidir.

Her iki miti aynı anda ele almak gerekiyor.

Piyasa ekonomisinin, kapitalizmin doğal gelişimi (bazıları olumlu veya “ilerici” tarafları olduğunu iddia etse de) kesinlikle otoriteryandır. Ekonomik güç eşitsizliği üzerine kuruludur ve bu eşitsizliği daha da arttırır. Bu da doğal olarak politik güç eşitsizliğini üretir. İster mülayim bir duruşu olsun ister vahşi, işlevi çok sayıda işçinin sömürülmesini idare etmek olan kapitalist bir işyerinden daha otoriteryan bir şey yoktur. Kapitalist pazar, öncelikle, halkın çoğunluğunun (tüketicilerin) ihtiyaçlarını karşılamak için değil ekonomiyi kontrol eden küçük bir azınlığın kârını maksimize etmek için çalışır. (2)

Eğer burada olsaydı, Luxemburg ayrıca dikkatimizi Almanya, Polonya ve Rusya gibi çok iyi bildiği Orta ve Doğu Avrupa ülkelerindeki kapitalist gelişimin mevcut dinamiklerine çekerdi. Büyük bir bölümü için, altındaki kitlelerden daha çok üstündeki elitlere akrabalık hisseden kapitalist sınıf, içinde piyasa ekonomisinin ve endüstriyel modernleşmenin serpilebileceği politik çerçeve olarak otoriteryanizmi koruma eğiliminde olan geleneksel elitlerin sadık bir takipçisiydi. (3)

Kendi döneminde yaptığı gibi Kızıl Roza, demokrasinin sadece işçi sınıfının çoğunluğunun mücadelesiyle; çalışanların toplumsal ve siyasal reform için kitlesel hareketler yoluyla kurdukları özörgütlülükleriyle; güçlü, bağımsız ve demokratik sendikalarla; demokratik kitlesel işçi sınıfı partileriyle ilerleyebileceğini vurgulardı. Tarihsel olarak, kapitalist piyasanın normal işleyişinden çok işçi sınıfının ve müttefiklerinin kitlesel baskıları ve mücadeleleri, adım adım demokratik hakların, demokratik reformların ve demokratik siyasal yapıların zeminini hazırlamıştır. (4)

Aynı zamanda Luxemburg, kapitalizmle demokrasinin bağdaşmaz olduğu konusunda ısrar ediyordu. Kapitalist pazarın ve kapitalist sınıfın doğal işleyişi, işçi sınıfının kazanımlarını zayıflatan sınırlamalara, manipülasyonlara, yozlaşmaya ve erozyona yol açar ve tümüyle demokratik bir toplumun ortaya çıkmasına engel olur (ve her zaman da engel olması gerekir). Kapitalizmle demokrasinin bağdaşmaz olduğuna karşı çıkan işçi ve sosyalist hareket içindeki akımları da eleştirmiştir (ve bugün de eleştirirdi).

Luxemburg, kapitalizmin güçlü yayılmacı eğilimlerini gözlemlemiş ve zekice analiz etmiştir. Bu eğilim, kürenin gittikçe artan bölümünün istilasına; sürekli genişleyen piyasalara, ham maddelere ve yatırım olanaklarına ulaşmak zorunda olan kapitalist girişimcilerin çıkarları yararına sayısız halkın kendi kaderini tayin etme hakkının ihlal edilmesine eden olmuştur. Emperyalizm olarak tanımlanan küresel sermaye birikiminin bu süreci, ayrıca, fevkalade otoriteryan askeri araçların genişlemesine de bağımlıydı. Saldırgan yayılmacılık ve büyüyen militarizm, Luxemburg’un çok doğru bir şekilde tahmin ettiği gibi, kitlelerin zengin ve güçlü elitler adına bedel ödediği şiddetli felaketlerle (sömürge savaşları, dünya savaşları, ve daha fazlası) sonuçlandı. Bu tür gelişmelerin kontrolden çıkıp gelecek toplumların kendisini tehdit edebileceği konusunda da uyarıda bulunmuştu. (5)

Otoriteryanizmin, şiddetin ve ölümün bu galibiyetine karşı Luxemburg tutkuyla sosyalist alternatif için mücadele etti. Ona göre sosyalist hareket demokrasi için en uygun güç olduğunu kanıtlamıştı –ki bu görüşü günümüzün ciddi tarihçileri tarafından oldukça destek görmüştür. Daha da öte sosyalizmin, halkın hem siyasi hem ekonomik hayatta hakiki yönetimi olan demokrasinin genişletilmiş, derinleştirilmiş, gerçek biçimi olduğunu savundu. İşçi devleti (bazen “proletarya diktatörlüğü” de denilen) kavramının halk adına yöneten tek parti diktatörlüğü ile bir ilgisi yoktu. Bu daha çok, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da işçi sınıfının demokrasi mücadelesini kazanmasından ve Lenin’in Devlet ve Devrim’de işçi sınıfının köklü siyasal yönetiminden kastettikleri kavramdı. Aynı zamanda, 1917 Rus Devrimi’nden sonra gelişmeye başlayan otoriteryan siyasal formların tam karşıtıydı. (6)

Luxemburg, aslında büyük değer verdiği Lenin ve Bolşeviklerin karşı devrimci iç ve küresel kapitalist saldırı koşullarında demokratik olmayan önlemleri gerekçelendirmelerini ilk eleştirenlerden birisiydi. “Yalnız hükümet taraftarlarına, yalnız tek bir partinin üyelerine sağlanan özgürlük –ne kadar fazla olursa olsun- kesinlikle özgürlük değildir” diye ısrar etmiştir. “Özgürlük her zaman ve yalnızca değişik düşünen birisi için özgürlüktür”. Kâhince uyarısına şöyle devam eder: “Genel seçimler, sınırlandırılmamış basın ve toplantı özgürlüğü, fikirlerin serbest çarpışması yoksa hayat bütün kamu kurumlarında ölür ve içinde bürokrasinin tek aktif öğe durumuna geldiği salt bir görüntüden ibaret hale gelir. Kamusal yaşam giderek uykuya dalar, onlarca parti liderinin sınırsızca kontrol ettiği ve yönettiği bir alana dönüşür. Bunlar arasında, gerçekte sadece bir düzine önemli lider başı çeker ve işçi sınıfı elitleri zaman zaman liderleri alkışlamaları ve karar önerilerini tabandan oybirliğiyle kabul etmeleri için toplantılara davet edilir. Böylece, bir klik keyfiyeti –yani kesinlikle proletaryanın değil sadece bir avuç politikacının olan bir diktatörlük ortaya çıkar…” (7)

Rosa Luxemburg içinde yer aldığı Alman Sosyal Demokrat Partisi’ndeki farklı türden otoriteryan gelişmeler konusunda da oldukça eleştireldi. Parti ve sendika liderliğinde giderek güçlenen bir eğilim, kademeli şekilde gerçekleşen reformların -kapitalizmin olumsuz özelliklerini acısızca ortadan kaldırmak için -sosyalist hedefleri gerçekleştirmede daha iyi bir yol olduğunu öne sürüyordu. Luxemburg’un yanıtı, sosyalizm için farklı yolları seçmenin, kişinin pazarda baharatlı veya baharatsız sosisleri seçmesinden farklı olmadığını, bunun da olanaksızlığını vurgulamak olacaktı. Luxemburg’un öngörülü bir biçimde üstelediği gibi, reformist grup hiç de kademeli olarak sosyalizme ulaşmayı hedeflememekteydi. Tam tersine sosyalist hareketin otoriter gidişata, acımasız gerçekliklere ve kapitalist sistemin vahşi dinamiklerine kademeli olarak uyum sağlamasını ve boyun eğmesini arzulamaktaydı. Reform mücadelesinde işçi sınıfı için hayati kazanımlar elde edilmesine rağmen bu Sisyphus’un -antik Yunan mitolojisinde ağır bir kaya parçasını durmadan sarp bir tepeye taşıyan, ardından tanrıların kayayı tekrar aşağı yuvarlamasıyla bu eylemi sonsuza dek sürdüren bir adam- emeğinin aynısı olacaktı. Böylece zaman içinde kapitalizmin doğal dinamikleri işçi hareketinin elde ettiği reformları her yandan kuşatacak ve silip süpürecekti. (8)

Demokratik ve sosyalist ilkelere bağlı kalmak ve işçilerle ezilenlerin maddi çıkarlarını korumak için -kimi zaman gerekli ve hayati olan kısmi reformlar için mücadele verse de- sosyalist hareketin kendini zaman zaman kapitalist güç odaklarıyla uzlaşmaz bir yüzleşme içinde bulacağını düşünmekteydi.

Luxemburg ve devrimci düşüncedeki yoldaşlarının vardığı sonuç yine de, kendi sosyalist işçi hareketlerinin giderek bürokratikleşen yapısının, hareketin iç demokrasisi karşısında bir engel teşkil ediyor olduğuydu. Sendika ve parti önderliğinin giderek bürokratikleşmesi ve muhafazakârlaşması, işçi sınıfı mensubiyetinin radikalleştiren itici gücünü bastırmak, Luxemburg gibi kişilerin devrimci sosyalist bir perspektif sunma yetilerini sınırlamak, sınıf mücadelesinin kalkışmalarını ılımlı kanallara sevk ederek saptırmak hedeflerini gütmekteydi. Bu kişiler daha “pratik” olduğuna içtenlikle inandıkları reformist stratejiyi sürdürmek yolunu seçtiler fakat gerçekte yaptıkları işçi hareketini kapitalist statükonun otoriteryan yapısı ve felakete doğru sürükleyen gidişatı ile birbirine sarmalamaktı. (9)

Rosa Luxemburg halkın çoğunluğunun -işçi sınıfı da dahil olmak üzere- hep birlikte ve ısrarla devrimci veya sosyalist bir yönelime eğilimli olmadığını açıkça vurgulamıştır. Rosa halk kitleleri arasında siyasal ve toplumsal bilincin akıl almayacak denli karmaşık ve farklı, çelişkili, akışkan ve değişken, kimi noktalarda bir noktaya yönelen ama hemen ardından başka yöne meyleden yapısını görmüştü. Kapitalist gelişimin baskıcı ve kimi zaman korkunç doğası yine de, sınıf mücadelesi ve sosyalizm perspektiflerinin açık ve muktedir eklemlenmesiyle birleştiğinde kimi zaman dramatik kalkışmalara yol açabilir -Rosa bunları sıklıkla işçi hareketinin hali hazırdaki bünyesi haricinde meydana gelen kitlesel grevler ve eylemler olarak görür.

Rosa bunu, anlamları çok daha ötelere gitmesine rağmen kısmen, yeni militan sendikaların ve emekçilerle diğer ezilenlerin örgütlerinin yaratılmasında esas unsur olarak görür. Luxemburg, hâlihazırdaki sendikaların gündelik çalışmalarının ve Alman parlamentosuna seçilen sosyalist vekillere atılan oyların önemini reddetme arzusu duymaz. Fakat gerçekten sosyalizme erişmeye muktedir bir hareket bunun çok ötesine gider. Ona göre gün geçtikçe daha fazla insanı eyleme kanalize etme olasılıklarının artması esastır. Bu insanların deneyimleyecekleri, ilhamlarını ve daha da fazla sayıda emekçiyi devrimci harekete kazandırma azimlerini artırmanın yanı sıra kendi anlayış, bağlılık ve yeteneklerini de çoğaltacak, özgüvenlerini ve yaratıcılıklarını pekiştirecektir. (10)

Bu anlayış, kendisini Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin baskın önderliğinden ayrı tutan devrimci bir stratejist olarak, Rosa için merkezi önemi haizdir. Luxemburg “parlamento dışı” olarak adlandırdığı toplumsal mücadelelere ve varolan örgütlerle kendiliğinden kitle eylemlerinin karşılıklı etkileşimine büyük ağırlık vermektedir. Bu, Rosa’nın daha az devrimci yoldaşlarını ürkütmüştür. Bu durumu şu cümlelerle ortaya koyar: “Parlamenter saçmalığın doğal müritleri olarak bu Alman sosyal demokratlar parlamenter çocuk yuvasının ev yapımı aklını devrimlere uygulamayı istemişlerdir: herhangi bir şeyi gerçekleştirmek için öncelikle çoğunluk olmalısınız. Aynısı, onların ifadesine göre, devrime uygulanabilir: önce ‘çoğunluk’ olalım. Devrimlerin gerçek diyalektiği bu mantığı, çoğunluğu elde ettikten sonra devrimci taktiklere başvurmak olarak değil, devrimci taktikler yoluyla çoğunluğa ulaşmak olarak alır. İşte yürünecek yol budur. Yalnızca, nasıl yol göstereceğini bilen, yani bir şeyleri ileriye götüren bir parti fırtınalı zamanlarda halktan destek kazanır.” (11)

Luxemburg için, bu devrimci-demokratik perspektifle onun devrimci-demokratik sosyalizm görüşü arasında dikkate değer bir tutarlılık vardır. Bunu şöyle ortaya koyar: “Burjuva sınıfı halk kitlelerinin siyasi ve diğer yönlerde eğitimine gereksinim duymadan yönetir, en azından bazı dar sınırların ötesine gitmeden. Fakat proletarya diktatörlüğü için bu yaşamsal bir öğedir, onsuz var olunamayacak havadır… Yalnızca deneyim yeni yollar yaratmaya ve onları düzeltmeye muktedirdir.  Yalnızca tüm halk kitlelerinin katılması gereken zorlaştırılmamış, kabarmış yaşam binlerce yeni şekle ve doğaçlamaya kapı aralar, yaratıcı güce aydınlık saçar, kendi başına tüm hatalı girişimleri yoluna koyar… Yaşamda sosyalizm yüzyıllar süren sınıfsal yönetimin hor gördüğü kitlelerin toptan bir ruhsal dönüşümünü talep eder. Egolar yerine toplumsal içgüdüleri koyarak, ataletin yerine kitle inisiyatifini koyarak, idealizm tüm ızdırapları sona erdirir… Yeniden doğmanın tek yolu en sınırlanmamış haliyle toplumsal yaşamın kendisidir, yani en geniş kapsamlı demokrasi ve kamuoyudur.” (12)

Açıktır ki, Rosa Luxemburg’un inandığı bu samimi demokrasi halka karizmatik liderler, her şeyi bilen devrimci elitler, tek parti diktatörlükleri, işçi bürokrasileri, büyük sermaye tarafından finanse edilen parıltılı seçim kampanyaları ve de güçlü dış mihrakların askeri istilaları yoluyla sunulamaz. Deneyim ve mücadelelerin, hızla çoğalan dönemsel eylemcilerin ve demokratik örgütlerin ve en nihayetinde bilhassa emekçilerin çoğunluğu oluşturduğu halk kitlelerinin kendisi tarafından kazanılmalıdır. (13)

Neticede bizim gibi insanlar elbette şu zor soruyla karşı karşıya kalacaktır: bu süreci ileri götürmeye yardım etmek istiyor muyuz? Eğer öyleyse nasıl?

Paul Le Blanc uzun yıllardır öğretmen ve aktivisti olarak Pittsburgh’da yaşamaktadır. Çalışmaları arasında “Lenin ve Devrimci Parti (Lenin and the Revolutionary Party)”  ile “ABD İşçi Sınıfının Kısa Tarihi (A Short History of the US Working Class)” yer alır.

 

NOTLAR

(1) Marksist geleneğin ve Luxemburg’un bu gelenek içindeki yerinin bir değerlendirmesi için bkz. Paul Le Blanc’ın “From Marx to Gramsci, A Reader in the Revolutionary Marxist Politics” (Atlantic Highlands, NJ: Humanities Press, 1996). Daha ileri bir değerlendirme için bkz. Paul Le Blanc’ın “Rosa Luxemburg, Reflections and Writings” (Amherst, NY: Humanity Books, 1999). Konu ve ilgili konular üzerine temel metinler Paul Frolich’in, “Rosa Luxemburg, Her Life and Work” (New York: Monthly Review, 1972) ve Norman Geras’ın, “The Legacy of Rosa Luxemburg (London: Verso, 1983)” çalışmalarına bakınız. İngilizce yayınlanan en yeni Luxemburg antolojisi de başvurmaya değer: “The Rosa Luxemburg Reader”  der. Peter Hudis and Kevin B. Anderson (New York: Monthly Review Press, 2004).

(2) Örneğin bkz. “Rosa Luxemburg Speaks” der. Mary-Alice Waters (New York: Pathfinder Press, 1970), 220-249. içinde Rosa Luxemburg, “What Is Economics?”

(3) Bununla ilgili olarak bkz. Arno J. Mayer, “The Persistence of the Old Regime: Europe to the Great War” (New York: Pantheon Books, 1981), ve Peter Nettl, Rosa Luxemburg, Abridged Edition (New York: Oxford University Press, 1969), 72-74, 304-305.

(4) Marksizm’de demokrasinin merkezi yeri kimi zaman gayet iyi vurgulanmıştır. Örneğin bkz. Michael Lowy, “The Theory of Revolution in the Young Marx” (Chicago: Haymarket Books, 2005), Richard N. Hunt, “The Political Ideas of Marx and Engels”, 2 cilt. (Pittsburgh: University of Pittsburgh Press, 1974, 1984), ve August H. Nimtz, Jr., “Marx and Engels, Their Contribution to the Democratic Breakthrough” (Albany: New York State University Press, 2000). Marksizm’den etkilenmiş siyasi hareketler için bkz. Dietrich Rueschemeyer, Evelyne Huber Stephens, ve John D.  Stephens, “Capitalist Development and Democracy” (Chicago: University of Chicago Press, 1992), ve Geoff Eley, “Forging Democracy: The History of the Left in Europe: 1850-2000” (New York: Oxford University Press, 2002).

(5) Rosa Luxemburg, “The Accumulation of Capital” (London: Routledge and Kegan Paul, 1951), ve “Rosa Luxemburg Speaks” içinde “The Junius Pamphlet: The Crisis and the German Social Democracy,” 261-331

(6) “From Marx to Gramsci” içinde  Karl Marx and Frederick Engels’in, “Komünist Parti Manifestosu,” 143; Vladimir Ilyich Lenin’in Seçme Eserleri’nde (2. Cilt, New York: international Publishers, 1967, 343-345) “Devrim ve Devlet”

(7) “The Russian Revolution,” 389, 391.

(8) Sosisler ve Sisyphus üzerine konular için bkz. “Rosa Luxemburg Speaks” içinde “Reform or Revolution” bölümü, 71, 77. Sosyal demokrat liderliğin yönelimi üzerine eleştirileri için bkz. “Rosa Luxemburg Speaks” içinde “The Mass Strike, the Political Party, and the Trade Unions”, 155-218, “Rosa Luxemburg” içinde “Theory and Practice”  Le Blanc, 139-174 (biraz daha değişik bir alıntı için bkz. “The Rosa Luxemburg Reader”, 208-231), ve yazışmalar için bkz. Eric Bronner’ın derlediği  “The Letters of Rosa Luxemburg”, 2. Baskı (Atlantic Highlands, NJ: Humanities Press, 1993), 129, 149, 179, 294-295.

(9) Bkz. Carl Schorske, “German Social Democracy 1905-1917: The Development of the Great Schism” (New York: Wiley, 1955).

(10) Bu görüşler,  9. dipnotta belirtilen kaynaklarda ve “Rosa Luxemburg Speaks” içinde “Speech to the Founding Convention of the German Communist Party” bölümünde ele alınmıştır.,

(11) “Rosa Luxemburg Speaks” içinde “The Russian Revolution” 374.

(12) A.g.e 389-391. Ayrıca bkz.  “The Rosa Luxemburg Reader” içinde “The Socialization of Society” 346-348.

(13) Bu yöndeki bir çaba da Daniel Singer’ın son çalışmasıdır: “Whose Millennium? Theirs or Ours?” (New York: Monthly Review Press, 1999). Bir diğeri de, Güne Afrika Savaş Karşıtı Hareketi ve Rosa Luxemburg Vakfı’nın Johannesburg bürosu tarafından düzenlenen konferansta  (Militarism and War: Rosa Luxemburg Political Education Seminar 2004 Johannesburg, Güney Afrika) Eveline Wittich, Paul Le Blanc, Ottakar Luban, Thomas Deve ve Lindsey Collen tarafından sunulan çalışmalardır (Khanya College Publishing, 2005).