Meriç Dıraz –
Uzun yıllar konuşulacak olan bir süreçten geçiyoruz. 15 Temmuz Darbe girişiminin üzerinden henüz birkaç gün geçmeden yaşanan tehlikenin boyutu ile hiç de doğru orantıda olmayan nur topu gibi bir olağanüstü halimiz oldu. İlan edildiği 20 Temmuz tarihinde çok da uzun sürmeyecek denilen bu süreç şimdiden üç aylığına daha uzatıldı.
KHK’ler ve Kapitalizmin Krizi
Olağanüstü Hal (OHAL) döneminin dikkate alınması gereken en önemli konusu şüphesiz Bakanlar Kurulu tarafından meclis oylamasına sunulmadan çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK). OHAL ilan edildiğinden bugüne kadar çıkarılan KHK sayısı 8 oldu. Tüm çıkarılan KHK’lerin tamamının OHAL’le ilgili ilgisiz konulardan oluştuğu, en çok da ülke ekonomisini ilgilendiren, yapılması düşünülen projelerin altyapısını hazırlayacak konuları kapsadığı görülmektedir. 1 Kasım seçimleri sonrasında uygulanması düşünülen piyasacı ve sermaye yanlısı yapısal reformlar 15 Temmuz sonrası sürecin bir fırsata dönüştüğü ortamda KHK’ler sayesinde sorgulanmadan hayata geçirilebilmektedir.
KHK’lara giden yolda bu yıl içinde ülkenin ve dünyanın içinde bulunduğu ekonomik şartları analiz ettiğimiz zaman, çıkarılan bu kanunların aslında ‘olağanüstü’ kapitalizm krizi koşulları için kısa dönemli, günü kurtarma tedbirleri olduğu açık.
2008 yılı Dünya finansal krizi sonrası bir türlü toparlanamayan, finansal genişlemeci neo-liberal düzen artık tıkanma noktasına doğru gidiyor. Bu çıkmazı, küresel kapitalizmin resmi kurumları olan IMF ve Dünya Bankası raporlarında görmek mümkün. Bu kurumlar, parasal genişleme ile kapitalizmin son nefesini vermekte olduğunu kabul ediyor, G 20 zirvelerinde yaptıkları sunumlarla para politikası araçlarının artık kullanılamaz hale geldiği vurgusunu yapıyor. Finans kurumlarının arkasına aldığı genişlemeci politikalar sonucu 2014 yılı verilerinde dünya borç stoku dünya hasılasının tam 3 katına yükseldiği raporlandı. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu gelişmekte olan ülkeler içerisinde 2009-2014 arası özel sektör borçlarının Gayrı Safi Yurt içi Hasıla’ya oranı %75 ten %125 e yükseldi. Milli Gelir’in yükselmesi için uygulanan düşük faiz ile tüm dünyaya para pompalayan merkez ülkelerde istenen refah artışı elde edilememiş, zira 1970’lerin sonlarında başlamış olan neo-liberal devlet politikaları, yapısal uyum programları ile serbestleşme adı altında emekçiler aleyhine politikalar uygulanmış ve gelir dağılımı, artık kapitalist sistem içerisinde çözülemeyecek derecede bozulmuş olduğundan, harcamalarda istenen tüketim artışını artık tetiklememektedir. Tüketimin istenen oranda artmadığı ortamlarda artık yatırım yapılmamakta, dünya ticareti talep yetersizliğinden azalmış, sonuç olarak 2016 yılı başında bu trend, üretim ve tüketimin vazgeçilmez kaynağı başta petrol ve diğer emtia fiyatlarının hızlı düşüşü ile kendini göstermiştir. Sıkışan dünya ekonomisi, çıkış yollarını, yükselen piyasalar (gelişmekte olan ülke piyasaları) üzerinden yeni borçlanmalar ile bulmaya çalışırken, Türkiye’deki durum dünya genelindekinden daha hassas ve kırılgan bir durumdadır. 2016 yılı itibariyle bütçe disiplini altında olan Türkiye ekonomisi kamunun üzerindeki tüm borcun özel sektör ve hane halkına devredilmesi ile ve ithalata dayalı, tüketim artışı ile harcamaları arttırarak GSYIH’yı arttırma yönünde ekonomiyi yönetmektedir. Ancak tüm üretim sektörlerindeki ithal girdi oranı %70 leri buluyorken, doğal kaynak yetersizliği nedeniyle tamamen enerji konusunda dışa bağımlı bir yapıda bu yöntem kullanılarak dış ticaret dengesi bozulmuş ve bu denge ‘sıcak para’ dediğimiz, tamamen finansal araçlarla yurtdışı yatırımcıların kısa vadeli sermaye transferi ile sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu nedenle Türkiye ekonomisi uluslararası sermaye hareketlerinden bağımsız düşünülemez. 2016 yılında Türkiye’ye giren doğrudan yabancı yatırım tutarı 3.8 milyar dolar olurken, finansal piyasalarda alım yapan yabancı yatırımcıdan ülkeye giren tutar 10.1 milyar dolar düzeyinde ve bunun 9,5 milyar doları doğrudan Devlet İç Borçlanma Senetlerine gitmiş bulunuyor. Ancak bu tutarların girişi kadar çıkışları da birkaç gün içinde olacağından sürdürülebilir bir politik ortam da bulunamazsa kırılganlığı da o derecede artmaktadır. Üstüne üstlük iki derecelendirme kuruluşundan yapılan negatif notlama Türkiye ekonomisi puanını ‘çöp’ (junk) seviyesine indirmiş, Türkiye ‘yatırım yapılabilir’ seviyeden aşağıya çekilmiştir. Döviz kurundaki artış hane halkının alım gücü üzerinde olumsuz etkisini göstermektedir. 2001 Türkiye finans krizi sonrası krizin faturası her zaman olduğu gibi emekçilerin sırtına yüklenmiş, ancak kurtuluşu da onların sağlayacağı düşüncesinden vazgeçilmemiştir. 2002 yılından bu yana uygulanan iktisadi politikalarda gelir dağılımı emekçiler lehine gittikçe bozulmuş, bunun yanında GSYIH da büyüme yakalanması tüketimi pompalayarak, daha çok borçlandırarak yapılmak istendiğinden artan hane halkı borç oranları ve yüksek enflasyon endişesi nedeniyle sürdürülebilir büyüme imkanları da artık sağlanamaz durumdadır. Hasıla artışı AKP hükümetinin motor gücüdür. Tüm seçim kampanyalarının ana konusu ‘Büyüme’ vurgusu üzerinde yükselmiştir.
Varlık Fonu
Ülke ekonomisi tam bu haldeyken meydana gelen darbe kalkışması sonrası ilan edilen olağanüstü hal koşullarında ülkeyi ekonomik krize sokmamak için olağanüstü halden bağımsız pek çok yasayı KHK’larla çıkarma fırsatı ortaya çıkmıştır. Şüphesiz ki çıkarılan bu kanunlar emekçilerin lehine olmayacak, durmaksızın büyümek isteyen sermayenin işini kolaylaştıracaktır. İlk olarak konuşulan yasalardan biri Türkiye Varlık Fonu olmuştur. 26 Ağustos 2016 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 6741 sayılı kanunla Türkiye Varlık Fonu A.Ş. resmen kurulmuş bulunuyor. İktisat literatüründe Ulusal Varlık Fonları devletin sahip olduğu ve yine devlet tarafından yönetilen, gelirlerini de finansal varlıklara yatırım yaparak sağlayan fonlardır. Ulusal Varlık Fonlarının kurulması için kamunun elinde bir fazla kaynak olması gerekliliği vardır. Bu kaynak ya devletin bütçe fazlasından veya dış ticaret fazlasından aktarılarak oluşur. Ülke ekonomilerinde dönemsel dış etkenleri azaltabilmek ve refah seviyesinin bir sonraki kuşaklara aktarabilmek amacıyla kurulan bu fonlar, tahvil, hisse senedi gibi finansal varlıklara kısa, orta ve uzun vadeli yatırımlar yaparak, geçici ortaklıklar içine girerek gelir elde ederler. Başlangıç noktası ülke kaynağı olan bu fonların kurulduğu ülkeler ise Norveç, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve Çin gibi ülkeler olunca Türkiye’nin bu ülkelerden farkını açık bir biçimde görmek sanırız şaşırtıcı olmaz. Adı geçen ülkeler ya dış ticaret fazlasına veya petrol kaynaklarına sahip ülkeler. Peki Türkiye’nin orta yerinde bir kuyudan petrol fışkırmadığına göre acaba kurulan bu Anonim Şirketin kaynağını ne oluşturacaktır? İlgili Resmi Gazetede yayınlandığı üzere Madde 4, bu fonun kaynaklarını şöyle belirlemiştir:
* Özelleştirme Yüksek Kurulu tarafından; özelleştirme kapsam ve programında bulunan ve Türkiye Varlık Fonuna devrine karar verilen kuruluş ve varlıklar ile Özelleştirme Fonundan Türkiye Varlık Fonuna aktarılmasına karar verilen nakit fazlası
* Kamu kurum ve kuruluşlarının tasarrufu altında bulunan ihtiyaç fazlası gelir, kaynak ve varlıklardan; Bakanlar Kurulu tarafından Türkiye Varlık Fonuna aktarılmasına veya Şirket tarafından yönetilmesine karar verilenler
* Türkiye Varlık Fonu tarafından yurtiçi ve yurtdışı sermaye ve para piyasalarından ilgili mevzuat kapsamında yer alan izin ve onaylar aranmaksızın sağlanan finansman ve kaynaklar
* Para ve sermaye piyasaları dışında diğer yöntemlerle sağlanan finansman ve kaynaklar.
Türkiye’nin gelir fazlası olan tek kalemi, işsizlik sigortasında biriken fon. Tüm emekçilerin alın terinden oluşmuş bu fonun çok küçük bir kısmı emekçilere geri dönerken, toplamı 100 milyar doları bulan işsizlik fonu, kamunun verdiği yol, köprü, havaalanı vb. ‘mega’ projelerin finansmanında kullanılacak. Devletin işveren olarak sermayedarlara peşkeş çekeceği -ki çoğunlukla havuz şirketleri olan bu şirketler- bu projelerde sorgusuz sualsiz her türlü garanti, teşvik ve muafiyetler alacaklardır. Medyada sıkça dile getirilen ve öne çıkarılan inşaat projelerinin, yeraltı, yerüstü tüm kaynakların kullanılarak, hem doğa tahribatı yapacağı hem de emekçi haklarını har vurup harman savuracağı açıktır. Varlık fonu, hedeflenen 200 milyar dolarlık varlığı oluşturmak için tahvil ihracı yetkisiyle hazine gibi içeriden ve dışarıdan borçlanarak hane halkı borçlanmasını da daha da artıracak. Kanun çıkarken Varlık Fonu şirketinin her türlü kamu denetimi mekanizmasından azade, devletin yönetimi altında olmasına rağmen Sayıştay denetimine de tabi olmayacağı hükmü de geçirilmiş bulunmaktadır. Bu tip bir serbestlik altında fon yöneticilerinin alacağı kararların, kamunun denetiminden muaf tutmak adeta gölge bir devlet hazinesi işlevi görecektir. Maliye Bakanı Ağbal, “Türkiye’de kurulacak Varlık Fonu, Sermaye Piyasası Kurulu’nun yapmış olduğu bütün kurumsal yönetişim düzenlemelerine tabi olacak, şeffaf olacak, Sermaye Piyasası Kurulu tarafından düzenlenen bağımsız denetimle ilgili bütün kurallara tabi olacak” demişti. Bağımsız denetim, fonun kayıtlara uygun olup olmadığını denetler ancak fonun halk adına kullanılma şeklini denetleyemez. Türkiye Varlık Fonunda toplanan, vergiler, emekçilerin gelirlerinden yapılan kesintilerle biriken paralar, Cumhurbaşkanı’nın sürekli vurgu yaptığı Anonim Şirket gibi, kapitalizmin mutlak vazgeçilmezi kar maksimizasyonu hedefi ile yönetilecek, halkın önceliklerinin ve hizmet alma hakkının hiçbir şekilde gerçekleşmeyeceği aşikardır.
Üstüne üstlük Türkiye Varlık Fonuna aktarılan varlıkların her türden vergiden muaf olacağı düşünülürse, bilanço karlarında yaratılacak şişkinlik bu varlıkların satışının kolaylaştırmaya dönük alınmış bir karardır.
AOÇ, Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi, TDK, DSİ, Milli Piyango, TTK gibi kurumlar (toplamda 133 adet kurum) özelleştirilerek hedeflenen fon büyüklüğüne ulaşmak isteyen hükümet, elde edilecek geliri kamu yararına değil, neo-liberal yapısı gereği, kayırdığı burjuvazinin emrine amade edecek. Verilecek ihaleler, kamu ihale kanununu kuralları olmadan ‘özel hukuk’ kuralları ile verilecek.
Zorunlu Bireysel Emeklilik
Hali hazırda birikmiş ve hükümetin kaynak sıkışıklığında iştahını arttıran işsizlik fonu dışında, bu iştahını arttıran bir başka KHK da Zorunlu Bireysel Emeklilik kanunu oldu. Bu kanunla yaklaşık 15 milyon ücretli otomatik olarak tasarruf edecek. İşçi sınıfının hak mücadelesindeki en önemli kazanımlardan biri olan sosyal güvenlik özelleştirilerek güvencesizliğin de önü açılıyor. 45 yaş altı bağımlı çalışanlar (işçiler ve kamu görevlileri) 1 Ocak 2017’den itibaren zorunlu olarak ve yüzde üç katkı payı ödeyerek BES’e katılacaklar. Her ay düzenli bir biçimde gelirlerinden özel emeklilik fonlarına aktarılacak tutarlarla, varlık fonuna da bir nakit akışı sağlanmış olacak. Varlık fonu emekçilerin geçmiş, zorunlu BES ise gelecek haklarını yutacağa benzer. Tüm emekçilerin alınteri paravan şirket olan Türkiye Varlık Fonu A.Ş. aracılığıyla kamu denetiminden muaf, doymak bilmez sermayenin hizmetine sunulmuş olacak. Hükümetlerin yıllarca kamu bütçesini işçinin emekçinin vergi kesintileri ile denkleştirmesi yetmezmiş gibi, hem geçmiş hem gelecek artık-değer sömürüsünün, sermayenin şişik karlarına hiç dokunmadan, yine sermayeyi bahtiyar etmesi beklenmedik bir durum değil tabii. Bu ülkede çocuklara yıllarca okutulan ‘Andımız’ kaldırılmış da olsa, hayaleti canlı canlı her dönemeçte karşımıza çıkıyor. Binlerce kez tekrarladığımız ‘Varlığım varlığına armağan olsun’ en sonunda gerçekleşiyor!
(Bu yazı Yeniyol’un Kasım-Aralık 2016 tarihli 20. sayısında yayınlanmıştır)