Cihan Kaymaz –

 

Sınıf analizlerinin siyasal ve toplumsal mücadeleleri açıklamakta yetersiz kaldığı iddiaları yaygın bir kanaattir. Oysa sınıf mücadelelerinin gündelik hayattaki yansımaları, bu betonlaşan iddiaların gözden geçirilmesine imkân tanıyor. Bu imkânların ortaya çıkardığı gerekliliklerden biri de, sınıf mücadeleleri kapsamındaki proleter hareketin evrensellik boyutu ile yereldeki strateji ihtiyaçlarının öznel koşullara bağlı kalınarak güncellenmesidir. Çünkü proleter hareket yalnızca evrensellik ölçeğine tabi tutularak kavranırsa yetersiz bir yerel strateji tartışılmış ve mücadele tıpkı diğer analizler gibi betonlaştırılmış bir kalıp haline sokulmuş demektir. Bu da proleter hareket stratejilerinin reaktifleşmesine yol açacaktır. Oysa proleter hareketin hedefi evrensel olmalı, stratejiler ise üretim biçiminin kendine özgü sistemsel mantığını yansıtan yerel dinamikler düzleminde algılanmalıdır.
 
Cerattepe direnişinin yerelliğinin stratejiye dâhil edilmesi ile sınıf analizlerindeki müşterek problemlerin evrenselliğinin çakıştığı birçok nokta bulmak mümkündür. Bu kapsamda, çevre-ekoloji yönelimli muhalefet örneklerinden sayabileceğimiz Cerattepe direnişinin öznel koşulları ve proleter hareketle bağlantısı, beton blokların çatlatılmasına olanak sağlayabilir.
 
Doksanlı yılların başından itibaren yeni bir evreye geçen Türkiye’deki çevre-ekoloji yönelimli muhalefetler, ağırlıklı olarak neoliberal stratejinin, enerji, turizm, madencilik, ulaşım gibi sektörler üzerindeki projelerinin, çevresel değerler üzerindeki olumsuz etkilerine karşı gelişmiştir. Bu muhalefetler, iki kulvarda faaliyet yürütmekle birlikte bu faaliyetlerin organiklik ilişkileri bulunmaktadır. Birinci kulvar, çevresel hukuk mevzuatlarıyla verilen mücadeleleri kapsar. Bu kulvardaki mücadelelerin çevresel hukuk mevzuatına dayanması çevresel muhalefetin sistem içi çevrecilik kapsamında değerlendirilmesini kolaylaştırır. Buna koşut olarak, -özellikle Türkiye gibi ülkelerde- kurumsal siyasetin neredeyse ortaklaşa bir şekilde kalkınmacılık ekseninde işleyişi, hukuksal muhalefetin sistem içi kalmasında ayrıca etkili olmuştur. İkinci kulvar ise hukuksal mevzuatlardan yararlanıp, çevresel muhalefetin politikleşmesine bir noktada katkı sağlayan ekoloji hareketleridir. Tabi ki ekoloji hareketlerini, alternatif siyasetin önünü açabilmesi açısından yadsımak doğru değildir.
 
Ekoloji hareketleri, özellikle Sovyetlerdeki bürokratik rejimlerin çözülüşünü takiben sivil toplum kuramcılarının geliştirmek istediği “yeni toplumsal hareketler” teorilerinin tesirinde kalmıştır. Bu hareketlerin amacı, mevcut sistem içinde kalarak, siyasal liberalizmin alanını radikal bir biçimde genişletmektir. Bunun için yapılması gereken öncelikle sınıf mücadelesi yolundan ve devrim perspektifinden kopmaktır. Böylece, literatürdeki yeni akım, sınıf yönelimli hareketlerin yetersizliğini vurgulayıp, yerine değer, kimlik, statü yönelimli hak mücadelelerini toplumsal ihtiyaç haline getirmişlerdir. Bu yeni akımdan etkilenen Türkiye’deki ekoloji hareketleri de, hem kuramsal, hem toplumsal, hem de siyasal boyutuyla tıpkı hukuksal mücadelede olduğu gibi sistem içine çekilmiştir. Zira hukuksal mücadele ile ekoloji hareketleri arasındaki organiklik, sistem içi yönelimlerinden kaynaklanmaktadır. Öte yandan çevre-ekoloji yönelimli muhalefeti hak mücadelesine indirgemekte önemli problemler bulunmaktadır.
 
Türkiye’deki çevre-ekoloji yönelimli muhalefetin serüveni, sistem içi muhalefet çizgisi gibi algılandığından ekoloji hareketinin diğer politik mücadelelerle bir araya gelmelerini güçleştirmekte, hatta bu hareketi, diğer mücadeleler gibi atomize olmaya itmektedir. Ayrıca çevre-ekoloji yönelimli muhalefetin atomize bırakılması kendi mücadelesinin kime ve neye karşı yapıldığının tespitini muğlaklaştırmaktadır. Sözgelimi, tıpkı sendikal hareketlerin, işçi haklarının iyileştirilmesi, korunması gibi bir kazanımı olsa da aslen emek-sermaye çelişkisini gizleyici etkisi olduğu gibi, çevre-ekoloji yönelimli muhalefet, hava, su, toprak kirliliğini yalnız başına bir sorun olarak görüp, yalnızca bu sorunların çözümüne odaklanmaktadır. Bu da kirliliğin asıl sebebini (kapitalist üretim tarzı) gizlemektedir.
 
Öyle bir strateji düşününki, sorun, temel meseleye değil aracısına yüklensin! Hatta meselenin yanlış tayin edilmesi, çevre-ekoloji yönelimli muhalefeti atomize edip, sistem içine çekerek pasifize etmeye yarasın! Oysa çevre-ekoloji yönelimli muhalefeti, atomize olmaktan kurtaracak, politikleştirecek ve çevre sorunlarının asıl meselesine yönlendirecek farklı stratejiler bulunmaktadır. Bu stratejilerin dinamiği, kapitalizmin asıl mesele olduğunu gizlemeden, bir yanıyla emek-sermaye çelişkilerini izleyen (kızıl) diğer yanıyla doğanın sermaye tarafından tahribatını takip eden (yeşil) ekososyalist değerlendirmelerle anlaşılabilir.

 
Neoliberal hegemonyanın Türkiye’deki çevresel görünümü
 
Neoliberal politikalar, çevresel değerleri egemen sınıfın birikim stratejilerine alet etmektedir. Bunun başlıca nedeni, hegemonya mücadelesini sürdürmek ve bunu yaparken kritik ölçülerden uzaklaşmamaktır. Jessop’ın da ifade ettiği gibi hegemonya mücadelesi için birikim stratejilerinin başarısında kritik ölçü, sermayelerarası entegrasyon ile diğer sınıflar arasındaki sabit desteğin sağlanmasıdır. Dolayısıyla neoliberal stratejinin çevresel değerleri neoliberalleştirmeye ihtiyacı vardır.
 
Türkiye’deki hegemonya mücadelesi, birikim stratejisi açısından özgün koşullar içerdiğinden özgünlük, yalnızca küresel kapitalizmin bir parçası olmasından değil, aynı zamanda ilkel birikim oluşturma çarkıyla açıklanmalıdır. İkibinli yıllardan günümüze kadar Türkiye’deki ilkel birikim süreci, bir yandan küresel kapitalizme entegrasyonu sağlayarak sıcak parayı kontrol etme mekanizmasını ve buna bağlantılı olarak banka ve kredi sistemini dönüştürürken, diğer yandan, hukuksal düzenlemelerle (deregülasyon, reregülasyon vb.) enerji kaynaklarını ve çeşitli müşterekleri metalaştırmıştır. Yani, siyasal iktidar, kapitalist olmayan mekânları kapitalistleştirmeye (metalaştırmaya) ve kentsel mekânlar gibi mevcut kapitalist mekânları yeniden yapılandırmaya çalışmıştır. Siyasal iktidar, bu ilkel birikim sürecini, -büyük bir yordamayla- ihale sistemleri aracılığıyla yandaş şirketler oluşturarak bir havuz ekonomisine dönüştürmüştür. Dolayısıyla, Türkiye’deki hegemonya mücadelesini, devlet-sermaye ittifakını yansıtan hegemonik projeler kapsamında değerlendirmek mümkündür.
 
Havuz ekonomisinin sisteme katkısı, komprador burjuvaziye alternatif oluşturacak, siyasal iktidara yakın duran sermaye gruplarının palazlanması, bunun yanında, havuzun belirli kısmının kitlelere bir şekilde geri döndürülerek (örneğin yardım örgütleri vasıtasıyla) siyasal iktidarın toplum nezdinde meşruluğunun sürdürülmesidir! Başka bir deyişle, yeni ilk(el) birikim süreci (Harvey’in ifadeleriyle “mülksüzleştirerek birikim” ya da “el koyarak birikim”), küresel kapitalizmle entegrasyonu ve siyasal iktidar ile kendisinin palazlandırdığı sermaye gruplarının ittifaklarının ürünüdür. İlkel birikim sürecinin yeniden üretilemediği, siyasal iktidarın ve ittifaklarının toplumla arasındaki rıza ilişkisini sürdüremediği koşullarda, sistemin yeniden üretilen alanları dışında kalan az sistematize olmuş noktalarda neoliberal hegemonya zayıf kalır. Neoliberal hegemonyanın devlet ile sermaye ittifakının karşısında, bu az sistematize olmuş noktalar, neoliberal hegemonyayı zayıflatacak karşı-hegemonya potansiyeline sahip olmuştur. İşte bu kapsamda, Cerattepe direnişinin tarihi, devlet-sermaye ittifakı yoluyla hazırlanan neoliberal projeler ile bu projeleri kabul etmeyenlerin tarihidir. Cerattepe direnişi, ilkel birikim sürecini sürdürmeye çalışan blok ile buna karşı duranların arasındaki doğrudan bir politik harekettir. Direnişinin politik karakteri yaşanılan süreçte açıkça görülebilmektedir.

 
Hegemonya mücadelelerinin Cerattepe uğrağı
 
Artvin’in yamaçlarından biri olan Cerattepe, maden yönünden zengin yataklara sahip bir zirvenin adıdır. Yaklaşık yirmi yıldır yerli yabancı birçok sermaye grubu, bu zengin maden yatağındaki altın ve bakır rezervlerini çıkartabilme yarışına girmiş, ancak başarısız olmuştur. İlkin 1992 yılında, Kanadalı Şirket Cominco Madencilik, bakır, altın, gümüş ve çinko çıkartmak için ruhsat almış olsa da bu ruhsata karşı açılan davalar sonucu geri adım atmak zorunda kalmıştır. Cominco’nun yerini yine Kanadalı Inmet Mining’e bıraksa da o da faaliyet yürütemeden bölgeden çekilmiştir. Son olarak, 2012 yılında Cengiz Holding, Cerattepe’deki maden çıkartma ruhsatını Özaltın şirketinden redevans anlaşmasıyla alabilmiştir. Bu işlemden itibaren Cerattepe için yeni bir süreç başlamıştır. Cengiz Holding’e bağlı Eti Bakır A.Ş., madeni işleteceği sırada 2013 yılında Artvinliler tarafından açılan yürütmeyi durdurma başvurusu nedeniyle süreç tekrardan askıya alınmış, akabinde 2014 tarihinde bu başvurusunun yerel mahkeme tarafından çıkan Cerattepe’de maden işletilemeyeceği kararı ve bu kararın Danıştay tarafından onaylanması neticesinde süreç bir kez daha durdurulabilmiştir. Ancak Eti Bakır A.Ş., Özaltın şirketinden kalma Cerattepe maden sahasının Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporu yerine, yeniden bir ÇED raporu düzenletmiştir. Raporun Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından şirketçe olumlu değerlendirilmesi sonrasında her ne kadar Artvinliler bu rapora karşı tekrardan dava açsalar da Eti Bakır A.Ş. bölgede çalışmalara başlama kararı almıştır. Bunun üzerine Artvinliler, dava sonucunu beklemeden faaliyetlere başlamak isteyen şirkete karşı 21 Haziran 2015 tarihinden itibaren bölgede nöbet tutma, çeşitli eylemlerde bulunma gibi direniş sürecini başlatmışlardır. Ancak 16 Şubat 2016 tarihinde kolluk güçlerinin, iş makinelerinin sahaya girişini sağlayabilmesi için Artvinlilere müdahalesiyle hukuksal boyutla yürüyen mücadelenin politik görünümü ortaya çıkmıştır. Kolluk güçlerinin Artvinlilerin barikatını, biber gazı ve plastik mermilerle aşarak, iş makinelerinin bölgeye girmesine yardım etmiş, bunun sonucunda olay ülkenin birçok yerine protesto edilmeye başlanmış ve kolluk güçlerinin zorlama unsurunu arttırmasıyla direniş daha da kitleselleşmiştir. Son olarak 24 Şubat 2016 tarihinde Ahmet Davutoğlu ile direnişin platformlarından olan Yeşil Artvin Derneği üyelerinin anlaşması sonrasında hukuki sürecin bitimine kadar herhangi bir müdahalenin olmayacağı ve maden şirketinin faaliyetlerinin durdurulması kararlaştırılmıştır.
 
Açıkça görüleceği gibi, Cerattepe’de yapılmak istenenler, Türkiye’nin ilkel birikim sürecinin bir parçasıdır. Öyle ki bölgedeki maden zenginliği, yerli yabancı demeden birçok sermaye grubunun iştahını kabartmıştır. Çevre korumacılığın hukuksal mekanizmalarından olan ÇED yönetmeliği, neoliberal stratejide gedikler açabilse de hukukun ideolojik bir aygıt olarak kullanılması neticesinde sermaye yönelimli tehdit her defasında sürdürülebilmiştir. Son olarak Türkiye’de havuz ekonomisinin bir parçası olan, AKP döneminde palazlanmış Cengiz Holding’in bu maden işletmeciliğine talip olması yeni bir uğrağın başlangıcıdır. Zira kolluk güçlerinin Artvinlilere müdahalesiyle olayların gerçek yüzünün ortaya çıkması ve sonrasında gerek siyasal iktidarın gerekse onun medya grubunun (havuz ekonomisinin bir de havuz medyası vardır) direnişe karşı süreci aklama yarışı, devlet ile sermaye arasındaki ittifakı gözler önüne sermiştir. Öyleyse, eğer bir yanda devlet ve sermaye bloğu diğer yanda ise onun projelerine karşı direnenler varsa ve bir grubun öznel çıkarı, diğer gruba zarar veriyorsa bu süreç sivil toplumcu bakışla ekoloji hareketi ile açıklanabilir mi?
 
Devlet ile sermaye ittifakının neoliberal hegemonya projesine karşı Artvinlilerin karşı hegemonya inşa potansiyeli bu noktada sınıfsal karakterdedir. Yani, Cerattepe direnişi yalnızca bir ekoloji hareketine indirgenerek hukuksal alanda mücadele verilecek bir hareket değil, aynı zamanda bu ekoloji hareketi yerel bir proleter harekettir. Bu direnişin evrensel boyutu, dünyadaki sömürü mekanizmasının bir stratejisi olan neoliberal projeye karşı duruşudur. Bu hareketin yerel boyutu ise iki yönlüdür. Bir yandan ülkenin özgünlüğünün bir parçası olarak öznel koşul boyutunun bulunması, diğer yandan ise günümüzdeki pek çok ekolojik mücadelede olduğu gibi küresel kapitalizme ve küreselleşme sürecine karşı bir yerel direniştir.
 
Sonuç olarak, Cerattepe direnişi, sistem içi bir ekoloji muhalefetinin ötesinde sınıf mücadelesinin bir parçasıdır. Cerattepe direnişi, herhangi bir şekilde atomize olabilecek (ya da azınlık hareketi olarak kalabilecek) bir hareket değil, aksine -Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da dedikleri gibi- “son derece büyük bir çoğunluğun, son derece büyük bir çoğunluk çıkarı adına giriştiği özerk harekettir.” Öyle ki, ekoloji mücadelelerinin doğası gereği nesnel çıkar etrafında konumlandırılması, devlet-sermaye ittifakının öznel çıkarının deşifre edilmesinde etkili olmuştur.
 
Cerattepe direnişi, Türkiye kapitalizminin tarihsel koşullarında, kentsel ve çevresel müştereklerin metalaştırılmasına maruz kalmış, emek sömürüsünün derinleştirildiği tüm yapılarla bağlantılı politik bir programa dönüşebilmenin potansiyelini içeren bir harekettir. Yani, Cerattepe direnişi aynı zamanda Bergama’dır, Soma’dır, Yırca’dır, Gerze’dir, Akkuyu’dur, Yeşilyol’dur, Tekel’dir, Gezi’dir. Öyleyse Cerattepe direnişi sığ bir şekilde tanımlandığından parça parça bırakılmak istenen analizlerden kurtulmalıdır. Bunun yerine, Cerattepe direnişi, her defasında kolektifleşen, kolektifleştikçe ortak paydalarda birleşen (demokratik mücadeleleri de içeren) sınıf mücadelesinin bir uğrağı olarak algılanmalıdır.

 

(Bu yazı Yeniyol’un Mart-Nisan 2016 tarihli 18. sayısında yayınlanmıştır)