Uraz Aydın –

 

Devrimcilerin şiddetle ilişkisi burjuva ideologlarının her daim iştahla sarıldığı meselelerden biri olagelmiştir. Bu, onlar için sosyalist devrim tasarımının esasında ne denli otoriter bir yönelim olduğunun ispatı için vazgeçilmez ve sık sık ısıtılarak kamuoyuna sunulan bir argümandır. Hükümet yetkililerine yumurta atan solcu öğrencilerin bir çırpıda şiddetseverlikle, anti-demokratik olmakla -ve elbette, artık kaçınılmaz olarak- darbecilikle damgalanması üzerinden çok da zaman geçmedi. Kitleselliğine ve taşıdığı toplumsal öfkeye oranla bu denli şiddetten uzak bir ayaklanma olan Gezi Direnişi de benzer sözcüklerle yaftalanabilmiştir. Öte yandan devrimcilerden gelen şiddet eylemleri, sosyalist saflardaki liberal-demokrasi aşıkları ve parlamentarizm meftunları için de kendilerini (neye işaret ettiği belli olmayan ama liberal konsensüsün inşasında tartışılmaz bir işlevi olan)  “geleneksel sol”dan ayrıştırmanın vesilesidir. Bununla birlikte sosyalist cenah içerisinde şiddet eylemlerine “devrimci” sıfatını ekleyerek onu Tarih (Tanrı?) katında meşrulaştırma eğiliminin de eksik olmadığını biliyoruz. Okmeydanı’nda ve Berkin Elvan işgal evinde yaşananlar,  kısa zaman önce fuhuşa karşı mücadele adı altında bir seks işçisinin dövülüp teşhir edilmesi ve Nurtepe-Çayan mahallesinde Demirtaş standına yapılan müdahale ve sonrasında meydana gelen çatışma durumu gibi vesileler sosyalist hareketin şiddetle ilişkisini tekrar tekrar tartışmanın gerekliliğini gösteriyor.

 

Marx ve Sermayenin Şiddeti

Marksizmin kurucularının metinlerinde gelişkin bir şiddet teorisi bulunamasa da, esasında analiz edilen süreçlerin yani kapitalist üretim ilişkilerinin şekillenişinin ve yeniden üretiminin bizzat şiddete dayandığı, şiddet olduğu yeterince belirgindir. Kapital‘in, bir mülkiyet biçiminden diğerine geçişinin örneği olarak Büyük Britanya’nın incelendiği sayfalarında Marx’ın seçtiği kelimeler bir cinayet romanındakinden farksızdır: Cürüm, hırsızlık, ihanet, can alma, kan, yangın, talan… “Bu mülksüzleştirme insanlığın defterine ateşten ve kandan karakterlerle yazılıdır” der. Dolayısıyla Marx ve Engels külliyatı esasında, George Labica’nın ifadeleriyle hem sermaye birikim sürecine içkin yapısal şiddeti ifade eden, apaçık görünür olmayan “dilsiz şiddet”in, hem de  fetih, sömürgeleştirme, savaş gibi evrelerde açığa çıkan  “geveze şiddet”in bir dökümü olarak da okunabilir. Bu gayri-insanî sistemin yıkılışının şiddetli, zorlayıcı bir eylemin sonucu olacağı da aşikârdır, Manifesto’nun sonundaki çağrı da “eski düzenin şiddetli altüst oluşu”na dönüktür.

Bu, ustaların şiddete özel bir düşkünlüğünden kaynaklanmaz elbette; devrimler tarihi, hakim sınıfların salt kaba saba çapulcu güruhları öyle istiyor diye iktidardan inmeye kolay kolay razı olmadığını, Paris Komünü ise burjuva devletinin askeri-bürokratik aygıtının imhasının vazgeçilmez bir koşul olduğunu gösterdiğinden böyledir. Yani tarihsel deneyimlerden süzülmüş bilgilere dayanarak oluşturulan stratejik varsayımlar olarak değerlendirilmelidir. Ama 1848 devrimleri sırasında ustaların kaleme aldığı yazılarda silahlanmış halkın eylemlerinin “kızıl terör”, “devrimci terörizm” adı altında alkışlandığını da hatırlamak gerekir. “Terör” kavramı bugün beynelmilel burjuvazinin toplumsal mücadeleleri itibarsızlaştırma ve kriminalleştirmeye dayalı uluslararası güvenlik siyasetinin kilit kavramıysa, 19. yüzyılda bu sözcük Fransız devriminin en radikal evresine gönderme yaptığından ezilenler nezdinde bir meşruiyete sahipti.

 

Lenin, Troçki ve Bireysel Terör

Bu nedenledir ki, özellikle Rusya’da 19. yüzyılın sonlarında yaygınlaşan -Troçki’nin ironiyle devrimci mücadeleye “milli katkımız” dediği- süikast ve bombalı saldırı gibi eylemler, örgütlü güçlerin eseri olsa da, kitlelerin silaha sarılmasıyla arasındaki farkı vurgulamak üzere “bireysel terör” adıyla anılır. Lenin Rus popülist geleneğindeki bu bireysel terörizm ile işçi hareketinin salt “ekonomik”, “somut” talepler ekseninde örgütlenmesini kâfi gören ekonomizm arasında içsel bir bağ bulunduğunu, ortak bir kökene dayandıklarını vurgular Ne Yapmalı‘da. Bu köken kendiliğindencilik (spontaneizm) kültüdür: Ekonomistler “saf işçi hareketinin” kendiliğindenliği önünde, teröristler ise (yalıtılmış şiddet eylemleriyle kendini açığa vuran) aydınların öfkesinin kendiliğindenliği karşısında boyun eğmektedir. Bu bağlamda her ikisi de işçi hareketi içerisindeki devrimci çalışmayı, ajitasyon ve örgütlenme faaliyetini önüne koymayarak esasında kitle hareketinin devrimci potansiyellerini azımsamaktadır. 1902’de bunları yazdığında Lenin, devrimci stratejiyi sınıf mücadelesinde vücut bulmuş bu iki eğilimin ağırlığından sıyırma arayışındaydı. 1905 devriminin yenilgisinin ardından gelen baskı döneminde, Troçki’nin ifadesiyle “yukarıdan terörün” karşısına “aşağıdan terör” çıkar. Mağlubiyete uğrayan isyan bombalamalar, süikastler, saldırılarla “çırpınmaya” devam etmektedir. Ancak bu kez durum farklıdır: “Eski Rus terörizmi komplocu entelektüellerin eseriyken; bugün partizan savaşı, genel olarak işçi militanlar veya sadece işsizler tarafından yürütülmekte” der Lenin, bir kelime değişikliği önererek. Troçki, Stalin biyografisinde bu dönemi aktarırken terör istatistiklerinden faydalanır: “1905’te 233 kişi öldürüldü; 1906’da 768; 1907’de 1231. Yaralıların sayısı biraz farklı bir grafik çiziyor; çünkü teröristler hedefe isabet ettirmeyi öğrenmişlerdi”. Bu rakamları grevci sayısıyla karşılaştırır: “Grevcilerin sayısı yıldan yıla azalırken, terörist eylemler aksine aynı hızla çoğalmakta. Sonuç açıktır: kişisel terör, kitle hareketinin zayıflamasına bağlı olarak artmaktadır. Bununla birlikte terör, sınırsız bir biçimde çoğalmıyordu. Devrimin kazandırdığı atılım bu alanda da kaçınılmaz olarak boşuna soluk tüketiyordu”.

Rus devriminin ikinci ismi ve Kızıl Ordu’nun başı, terör meselesi üzerinde herhalde en fazla kafa yormuş marksistlerden biridir. “Marksizm neden teröre karşıdır” ve “Bireysel terörün iflası” gibi erken metinlerinden Stalin’in Cinayetleri ve Onların Ahlakı ve Bizimki gibi son dönem yazılarına bireysel terörizmin sağlam, marksist bir reddiyesini sunar Troçki. Bunu, hiç şüphesiz, sınıflarüstü bir ahlak adına değil fakat sınıf mücadelesinin gerekleri açısından yapar. Eğer Komünist Manifesto’da da ifade edildiği gibi emekçilerin kurtuluşu kendi eserleri olacaksa, kullanılan yöntemler, araçlar, işçilerin kolektif güçlerine olan güveni pekiştirme, özörgütlenme potansiyellerini geliştirme amacına hizmet etmelidir. “Amaca ulaşmak için eline bir silah geçirmek yetiyorsa, sınıfların mücadele çabası neye yarar? Düşmanın kafasında bir delik açmak için biraz barut ve biraz kurşun yetiyorsa, sınıf örgütlenmesi neye yarar? Bir patlamanın gürültüsü liderlerin gözünü korkutmaya yetiyorsa, parti neye yarar? Parlamento kürsüleri, milletvekili sandalyeleri bu kadar kolay hedef alınabiliyorsa, bu toplantılar niye, bu sıkıntı niye, bu seçimler niye?” Bireysel terör  “kitlelerin rolünü kendi bilinçlerinde küçültür, güçsüzlüklerine onları ikna eder ve onların gözlerini ve umutlarını bir gün gelip görevini tamamlayacak büyük bir intikamcı ve kurtarıcıya çevirir”. Ona göre terörizm, “çok önemli bir an üzerinde öylesine bir enerji yoğunlaşmasını, bireysel kahramanlığa öylesine fazla değer biçilmesini, öylesine anlaşılmaz bir entrika gerektirir ki, kitleler nezdindeki hareketliliği ve örgütlenme çalışmasını imkansız hâle getirir”.

Öte yandan kralları, bakanları ve çarları arka arkaya öldürme stratejisi, ki bu esasında kendini devletin bürokratik hiyerarşisine uyarlamaktır, toplumsal sistem için ciddi bir zarar ifade etmez ve eğer başarılı olunsa da yaratılan kargaşa kısa sürer. “Kapitalist devlet hükümet bakanlarına bağlı değildir ve onlarla beraber yok edilemez. Hizmet ettiği sınıf daima yeni kişiler bulur; mekanizma sağlam kalır ve işlemeye devam eder.”

Ama daha önce belirttiğimiz gibi Troçki bireysel terör adıyla anılan suikastleri, saldırıları, sözümona “saf”, “genel”, “mutlak” bir ahlak açısından yargılamaz. “Bizim için belirleyici olan öznel gerekçe değil, nesnel faydadır” Tarihin ve deneyimlerin bireysel terör aracının insanlığın kurtuluşu amacına hizmet edemeyeceğini gösterdiğini belirttikten sonra şöyle diyor Troçki Onların Ahlakı, Bizim Ahlakımız‘da: “Teröriste diyoruz ki: Kitlelerin yerine geçmek mümkün değildir; senin kahramanlığın faydalı olarak ancak kitle hareketi içinde uygulanabilir. İç savaş koşullarında ezenlerinin bazılarının öldürülmesi bireysel terörizm olmaktan çıkar. Eğer bir devrimci General Franko’yu ve genel kurmayını havaya uçursaydı, bu eylemin ahlaki bir tepki yaratacağından şüpheliyiz. İç savaş sırasında, bu türden bir eylem siyasal açıdan faydalı olurdu.” Kimileri için tüyler ürpertici olabilecek bu “nesnel fayda” ölçütü esasında şiddetin stratejik bir hatta oturtulması gerekliliğini ifade etmektedir.

 

Silah ve Strateji

Yirminci yüzyıl devrimleri iktidarın egemen sınıfın elinden alınması konusunda karşımıza, genel hatlarıyla iki farklı stratejik hipotez çıkarır. İhtilalci genel grev ile uzatmalı halk savaşı. Her ikisinde de bir devrimci kriz durumunun olmazsa olmazı olan ikili iktidar koşullarının inşası hedeflenir. Rus ve Alman devrimlerinin, farklılıklarıyla birlikte resmettiği ilk hipotez burjuva devletiyle işçi hareketi arasında bir çatışmaya dayanır. İktidar devlet aygıtlarıyla proletaryanın özyönetim organları arasında bölünmüştür. Bu iki karşıt iktidar odağının, çoğunlukla da ortak bir kentsel uzamda uzun süre bir arada varolması mümkün değildir. Ve Marx’ın dediği gibi “iki karşıt hak/hukuk arasında belirleyici olan güçtür”. Bu noktada da işçi hareketi literatüründe ve Komintern belgelerinden IV. Enternasyonal’in kuruluş metni olan Geçiş Programı’na kadar programatik metinlerde bu kriz durumlarında işçilerin silahlanması ve ordu içinde bir bölünmenin sağlanması kritik bir mesele olarak ele alınmıştır.

Uzatmalı halk savaşı ise Çin, Yugoslavya ve Vietnam deneyimlerinden çıkan bir stratejik hattır. Burada ikili iktidar uzamsal, coğrafi olarak şekillenmiştir ve bu ikililik durumu daha kalıcı, “uzatmalı” bir niteliğe sahiptir. Bir tarafta devletin egemenliği altındaki topraklar, ötekinde devrimci parti ve ordusunun hakimiyeti altındaki (çoğunlukla resmi ordunun taaruzunu güçleştiren kırsal kesimde ve dağlarda bulunan) kurtarılmış bölgeler. Bu türden bir stratejik hatta, her bir örneğin elbette farklılaşan yönleri, dinamikleri vardır fakat bu “halk savaşı”nın belirli bir evresinde toplumsal devrim bir ulusal kurtuluş mücadelesiyle içiçe geçer (Çin’de Japon, Yugoslavya’da Alman, Vietnam’da önce Fransa sonra ABD işgaline karşı).

Özellikle Küba devriminin zaferinin ardından Latin Amerika’da gelişen gerilla hareketleri büyük oranda bu ikinci yönelime tekabül eden örneklerden (ve bunların önderlerinin metinlerinden) esinlenmiştir. Fakat esas ilham kaynağı hiç şüphesiz Küba devrimi ve Che Guevara’nın siyasi-askeri doktrinidir. Her ne kadar Batista diktatörlüğüne son darbeyi indiren 1 Ocak 1959 genel grevi olsa da, Che’nin metinlerinin odağında (ve Küba devrimine dair yapılan genel analizin merkezinde) mücadelenin askeri boyutu bulunur: Gerilla çekirdeği (foko’su), eylemleriyle devletin maskesini düşürerek, kurtarılmış bölgeleri genişleterek, kendisini bir alternatif olarak sunarak, başta köylü kitleleri olmak üzere halkın desteğini ve katılımını kazanarak bir siyasi katalizör işlevi görür.

Sosyal-demokrat ve stalinist aygıtların reformizminin ve sınıf uzlaşmacılığının bir reddiyesini teşkil eden bir dizi guevarist hareket, altmışlı ve yetmişli yıllarda Brezilya’da, Peru’da, Venezüela’da, Şili’de, Uruguay’da, Kolombiya’da, Arjantin’de sosyalist devrim perspektifiyle diktatörlüklere ve baskıcı rejimlere meydan okumuştur. Fakat askeri örgütlenmenin özgüllükleri kitle çalışmasını sürdürmeyi zorlaştırırken, devrimci öncünün silahlı mücadelesine atfedilen öncelik emekçiler içindeki siyasal faaliyetin öneminin gözardı edilmesine yol açar. Anlamlı mücadelelere, direnişlere ve kuşku duyulamayacak cesaretlerine karşın guevarist hareketler kitlesel bir taban kazanamayarak çoğunlukla CIA güdümlü rejimler tarafından yok edilecektir.

 

Bir Deneyim: Dördüncü Enternasyonal ve Gerilla Savaşı

Kökleri Ekim devrimine uzanan ve dolayısıyla ihtilalci genel grev hattını temel alan  IV. Enternasyonal’in bu dönemdeki yönelimi önemli, öğretici bir deneyim teşkil eder. IV. Enternasyonal Küba devrimiyle başından itibaren dayanışma içinde olmuş; bir sürekli devrim dinamiği içinde, diktatörlüğe karşı gerçekleştirilen bir demokratik devrimin giderek antikapitalist tedbirler almaya yönelmesini ilgiyle izlemiş ve katkıda bulunmaya çalışmıştır. Bunun yanı sıra işçi hareketinin geleneksel aygıtları olarak literatürde tabir edilen sosyal-demokrat ve stalinist yönetimlerden bağımsız, aşamalı devrim teorisinin buyruklarının aksine önüne sosyalist devrim hedefini koyan bu guevarist hareketlere, bu “yeni öncüye” de ilgiyle yaklaşıyordu. Öte yandan 1968 dalgasıyla (Küba devriminin ve guevarizmin de üzerinde büyük bir etkisi olan)  yeni bir radikal-devrimci gençlik kuşağı ortaya çıkmış ve binlercesi IV. Enternasyonal’e bağlı örgütlere akın etmişti. Bu etkenlerin bileşimi sonucunda 1969’daki IX. Dünya Kongresi’nde,  Latin Amerika’da mümkün olduğu yerlerde silahlı mücadeleye katılma kararı alınır. Fakat Küba devriminin eksik bir okumasına dayanan “fokocu” stratejiden kendini yeterince ayrıştıramaz. Küba’da 26 Temmuz Hareketi gerilla savaşını başlatmazdan önce ülkede birkaç sene boyunca demokratik taleplere dayalı  bir siyasal mücadele yürüterek önemli bir taban kazanmıştı (mesela 26 Temmuz Hareketi’nin kent örgütünün en önemli lideri Frank Pais’in öldürülmesinin ardından Ağustos 1957’de tüm ülkeyi etkisi altına alacak bir genel grev kendiliğinden patlak verir). Fokocu strateji ise gerilla savaşıyla bir taban edinmeyi önüne koymaktadır. Bu noktada IV. Enternasyonal’in Arjantin seksiyonu olan PRT-combatiente’nin hikayesi hazindir. 1969’dan itibaren askeri hazırlıklara başlayan, Küba’da eğitim gören örgüt kendi ordusu ERP’yi (Devrimci Halk Ordusu) kurar ve önderi Mario Roberto Santucho tıpkı Che’nin yapmak istediği gibi Arjantin, Peru, Brezilya ve Şili’nin kesiştiği bölgede bir kıtasal foko yaratmayı ve uzatmalı bir savaşa girmeyi önüne koyar. Ne var ki bu dönemde hem gerilla hareketleri çeşitli ülkelerde darbe üzerine darbe alıyordu, hem de General Peron’un sürgünden Arjantin’e dönüşüyle birlikte daha demokratik zeminde örgütlenme imkanları doğuyordu. Bu koşullarda sınıf içerisinde yeterli gücü olmadan orduya karşı ilan edilen savaş PRT-ERP  ve içinden çıkan Kızıl Fraksiyon için trajik bir şekilde sonuçlanır. Başta liderleri Santucho ve Luis Pujals olmak üzere üyelerinin çoğu katledilir.

Yalnızca Arjantin’le sınırlı olmayan (Brezilya, Bolivya, Uruguay, Şili) bu yenilgiler ışığında IV. Enternasyonal sonraki iki kongresinde (1974-1979) hatalarını kabul ederek gerekli dersleri çıkartır. X. Kongre yaşanılan deneyimlerdeki militarist sapmalara ve silahlı mücadelenin bir fetişe dönüşmesi tehlikesine dikkat çeker: “Hiçbir durumda askeri çalışma, partinin kitle çalışmasına göre politik olarak özerk olamaz”. Silahlı mücadelenin alacağı şekil sınıf mücadelesinin seviyesine, ülkedeki baskı düzeyine ve kitlelerdeki bilinç seviyesine göre belirlenmelidir.  Devrimci partinin görevi “ilerde işçi, köylü ve halk milislerine dönüşebilecek olan işçi ve yoksul köylülerin öz savunma birlikleri şeklinde genel silahlanmasının gerekliliğini yorulmadan yaygınlaştırmak”, “proletaryayı ve müttefiklerini silahlanma arzusuyla silahlandırmak”tır. Kitle hareketinde şiddetli bir yükseliş olduğu durumlarda  parti, “sendikal faaliyet, propaganda ve ajitasyonu sürdürecek ve örgütü pekiştirmeye ve güçlendirmeye devam edecek asgari kadro birikimini” sağladıktan sonra partinin silahlı müfrezelerini oluşturmaya yönelmelidir, ama burada da esas hedef daha geniş işçi ve köylü kesimlerinin silahlanmaya teşvik edilmesidir. Fakat toplumsal çelişkilerin daha az keskin olduğu durumlarda müfrezelerin oluşumu merkezi bir görev olarak görülmemelidir. Yasal zeminde siyasal faaliyet yürütmenin mümkün olmadığı diktatörlük durumlarında ise askeri saldırı eylemlerinin etkili olması için öncelikle kitleler kendi deneylerine dayanarak bunlara ihtiyaç olduğunu anlamalıdır; öte yandan “gerilla savaşı, eğer kısmen bu eylemlerin itimi ile ve partinin kitle çalışmasıyla yaratılan bir kitle hareketiyle birleşirse taktik olarak başarıya ulaşır”. Bu noktadaki genel yönelim şu cümlede özetlenir: “Eğer çalışan kitleler de silahlı mücadelenin gereğine ikna olmamış ve bu anlamda henüz gerekli deneylerden ve çarpışmalardan geçmemişlerse, bir iktidar zaptı stratejisi de mümkün değildir”.

 

Araç-Amaç Diyalektiği ve Etik

Yukarıda aktardığımız değerlendirmeler ve deneyimler devrimci şiddetin kullanımına dair genel anlamda yol gösterici niteliktedir. Troçki’nin ifadesiyle “araçla amacın diyalektik bağımlılığı” gözetilmeli, Daniel Bensaid’in sözleriyle şiddet “stratejik olarak düzenlenmeli”dir. Devrimci marksizmin “aşağıdan sosyalizm” anlayışıyla uyumlu olarak devrimin öncü bir azınlık örgütünün, ordunun, gerilla çekirdeğinin iktidarı ele geçirmesiyle değil bizzat emekçi kitlelerin eseri olması gerektiği perspektifine bağlı olarak şiddet de ancak kitle hareketi içerisinde anlam, etki ve meşruiyet kazanacaktır. Bu, şiddete kurucu bir rol atfedildiğinden değil, mutlak şiddet karşıtlığı savunularına karşı George Labica’nın ifade ettiği gibi, devrimci kriz durumlarında şiddete başvurmanın bir seçim konusu olmayışındandır. Burjuva devletinin (ve pek muhtemel biçimde yardımına koşacak olan emperyalizmin) ayaklanmayı bastırmak üzere devreye sokacağı silahlı güçler karşısında devrimi savunma gereğinin bir sonucudur. Dolayısıyla Che’nin (esasında savaş sırasındaki davranışlarıyla tezat oluşturan) kimi metinlerinde ve Fanon’un bütün bir devrimci kuşağı etkilemiş olan Yeryüzünün Lanetlileri’nde görülen türden, ezilenlerin kuşaklar boyunca içselleştirdiği şiddeti dışsallaştırmalarının onları özgürleştirdiği, öznelliklerini kurduğu, insanlaştırdığı yönündeki spekülasyonlardan uzak durur devrimci marksist gelenek. Fakat bu genel stratejik hatta uyumluluğun ötesinde şiddetinin ölçüsünün ne olacağına dair de bazı sınırlar tespit etmek icap etmez mi? Devrimci süreçlerde, ulusal kurtuluş mücadelelerinde veya askeri diktatörlükler karşısındaki silahlı direnişlerde ipin ucunun kaçtığı da sıkça görülmüştür. Düşmanı “durdurmak”, etkisiz kılmak ve silahsızlandırmak amacını aşan işkence etme, acı çektirme, savaşan-savaşmayan ayrımı gözetmeden saldırma, onur kırıcı-alçaltıcı davranışta bulunma, yaralıya eziyet etme, şiddet eylemini gösteriye dönüştürme gibi pratiklerin gerçekleşmemesi nasıl güvence altına alınabilir? Çünkü sözde tarihdışı ve sınıflar üzeri bir ahlak anlayışının esasında iki yüzlü bir burjuva ahlakına tekabül ettiğini teşhir ederek bu çerçevenin dışına çıkmak elzem olmakla birlikte, devrimin, ezilenlerin özözgürleşme pratiğinin tasavvur edilen kurtuluş projesiyle uyumlu bir etikle de donanması gerekmez mi? Norman Geras savaş kuralları gibi bir devrim etiği kodunun oluşturulması hipotezi üzerine düşünürken, D. Bensaid ise tıpkı bazı Uzak Doğu dövüş sporlarında olduğu gibi “denetimli bir şiddet kültürü”nün şekillenmesi gerekliliğinden söz eder. Bunlar bugünden yarına çözülecek meseleler değil elbette. Fakat devrimciler, toplumsal adalet duyguları, radikal eşitlik arzuları ve dinmek bilmez özgürlük tutkularıyla bu sorunlarla da cebelleşmek durumundadır.

 

(Bu yazı Yeniyol’un 10. sayısında yayınlanmıştır)