Emre Tansu Keten –

 

30 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri arifesinde, Halk Cephesi’nin, Nurtepe’nin bir bölümünü oluşturan ve kendilerince Çayan Mahallesi olarak anılan bölgede, Selahattin Demirtaş için propaganda yapılmasını engellemesi ve bu bölgede bütün diğer sosyalist gruplara yönelik “siyaset yapma yasağı” kararı aldıklarını açıklaması üzerine HC ile HDP bileşenleri arasında şiddetli çatışmalar yaşandı. Bu çatışmalar kısa süre içerisinde Gazi Mahallesi ve Okmeydanı gibi emekçi mahallelerine yayılırken, Gazi’de İbrahim Öksüz adlı genç bir işçi, kaynağı belirlenemeyen bir kurşunla hayatını kaybetti. Olaylar üzerine sosyalist cenah içerisinde başlayan tartışmalarda, birçok örgüt sol içi şiddeti mahkum ederek, bu olay özelinde Halk Cephesi’nin suçlu olduğunu açıkladı. Oysa sol içi şiddeti mahkum eden bu örgütlerin önemli bir kısmı çok uzak olmayan bir geçmişte aynı yöntemi kendileri de uygulamıştı. Örneğin, TKP’nin, tarihsel TKP’yi savunan Ürün Dergisi çevresinin aynı isimle parti kurması üzerine bu çevreye yönelik saldırıları, EMEP’in İzmir 1 Mayıs’ında Halkın Kurtuluşu dergisi çevresine yönelik, HK içerisinden bir sosyalistin kalp krizi geçirerek ölmesine yol açan saldırısı, Kürt Hareketi’nin, geçtiğimiz senelerde, TKP’nin bildirilerini beğenmemesi üzerine yarattığı çatışma ortamı, ESP’nin Devrimci Halkın Birliği grubuna, Halk Cephesi’nin ise Devrimci Çözüm grubuna senelerdir uyguladığı siyaset yasağı, sol içi şiddetin, birkaç grup tarafından kullanılan marjinal bir yöntem olmadığını bize gösteriyor.

En baştan söylemek gerekir ki, bir sosyalist örgütün diğer örgütlere, herhangi bir alanda siyaset yasağı uygulaması ve siyasi karşı karşıya gelişlerde bir yöntem olarak sol içi şiddetin kullanılması kabul edilemez. Bu iki tavır da, olayların özgül nitelikleri tartışılmaksızın ilkesel olarak reddedilmelidir.

 

Sol içi şiddetin tarihi

Peki sol içi ve örgüt içi şiddetin kaynağı neresidir? Bu tutum sadece Türkiye sosyalist hareketinde mi bu kadar yaygındır? Konuyla ilgili kaleme alınan yazıların büyük bir kısmı, sol içi şiddetin tarafı olanlarca yazıldığından, bunun sorumlusu olarak karşılarında yer alan siyasi grupları göstermektedir. Bu yazıların, dünya sosyalist mücadele tarihini tüm gerçekleriyle anlamaya çalışanlar tarafından yazılan, küçük bir kısmı ise bunun sorumluluğunun dünya sosyalist hareketinin tarihinde bulunabileceğini belirtmektedir. Bizim için, sol içi ve örgüt içi şiddetin temel kaynağı Stalinizm ve onun yarattığı anti-demokratik, tekçi ve despotik örgüt/parti yapısıdır.

Sol içi şiddet kültürünün oluşmasında 1936-38 Moskova Duruşmaları’nın özel bir önemi bulunmaktadır. 1934 yılında, parti içerisinde yıldızı parlamaya başlayan Kirov’un, sonradan Stalin’e bağlı istihbarat örgütünün planladığının ortaya çıktığı, bir suikast sonucu öldürülmesinin ardından, Stalin’i ve partiyi hedef alan Troçkist bir terör örgütü “keşfedilir”.  Üç ana duruşma şeklinde gerçekleşen bu mahkeme sonucunda, bir çoğu SBKP ve Komintern yöneticisi olan 50’ye yakın komünist idam edilir. Suçlamalarla ilgili hiçbir somut kanıt sunulamazken, bütün iddialara tamamen sanıkların itiraflarına dayandırılır. Öyle bir sorgulama yöntemi izlenir ki, Ekim Devrimi’nin önemli isimlerinden Buharin, kendisinin affedilmesi durumunda Meksika’ya gidip Troçki’yi öldürmek vaadinde bulunur. Stalinist bürokrasinin, kendi iktidarını ve çıkarlarını sağlamlaştırmak amacıyla parti içerisinde başlattığı bu temizlik harekatı Moskova Duruşması’yla sınırlı kalmaz. “Hukuki” sürece paralel ilerleyen faili meçhul cinayetler sonucunda, Ekim Devrimi sırasındaki merkez komiteden sadece Stalin ve Kollantay hayatta kalırken, devrim sürecinde gerçekleştirilen parti kongresinin 1966 delegesinden 1108’i ortadan kaybolur. Çok geçmeden devrimin önderi Troçki de bir Sovyet ajanı tarafından Meksika’da katledilir.

“Partiyi hainlerden temizlemek” ve “sosyalizmi savunmak” retorikleriyle yapılan, ancak tek amacı partiyi ele geçiren Stalinist bürokrasinin iktidarını pekiştirmek olan bu temizlik harekatı, sol içi ve örgüt içi ilişkiler noktasında bir kültür oluşturur. Bundan sonra Stalinist örgütler içerisindeki politik ayrışmaların temel sloganı “ajanları ve hainleri temizlemek”tir. İkinci Dünya Savaşı öncesi dönemde, birçok ülkenin komünist partisi kendisini Troçkistleri temizleme faaliyetine adar. İspanya İç Savaşı deneyiminde görüldüğü üzere, sol içi şiddete verilen bu öncelik (ve tabii ki bunun yanında Stalinist bürokrasinin Almanya konusunda izlediği ihanet politikası) faşist güçlerin zafer kazanmasında önemli bir etken olur. Bu “parti kültürünü” büyük bir hevesle benimseyen Mao, örgüt teorisini, komünist parti içerisinde birisi devrimci diğeri oportünist olmak üzere, her daim iki eğilim olduğu ve ikincisine karşı amansız bir mücadele vermenin kaçınılmazlığı üzerine temellendirir. Bu teorinin ilk pratiği 1940’ların sonunda ÇKP içerisinde başlatılan “karşı-devrimcileri açığa çıkaralım” başlıklı kampanya olur. Bu kampanya dahilinde parti içerisinde kapsamlı bir “temizlik” gerçekleştirilirken, partiyi Sovyet yanlısı unsurlardan temizleyen Mao iktidarını daha da pekiştirir.

Türkiye’ye dönecek olursak, karşı-devrimci, ajan ve hain gibi parolalarla yürütülen sol içi çatışma konusunda Türkiye sosyalist hareketinin de bir tarihi olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle 1970’lerde yaygınlaşan bu çatışmalar iki dinamik ile gerçekleşiyordu. Bunlardan birincisi, örgütlerin bölünmeleri ile ortaya çıkan düşmanlıklar olarak anılabilir. O dönem sol içi şiddetten uzak durmakla övünen Dev-Yol’un dahi bu tür ayrılıklar sonrası ortaya çıkan yeni örgütlerle çatışmalara girdiği bilinmektedir. İkinci dinamik ise, uluslararası alanda yaşanan SSCB-Çin (ve sonrasında Halkın Kurtuluşu’nun safına geçtiği Arnavutluk) çekişmesidir. İki büyük gücün savunucusu olan yerel örgütlerin birbirlerini “sosyal faşist” ve “maocu bozkurt” olarak nitelediği bu dönemde, her iki kanattan da birçok insan hayatını kaybetmiştir.

 

Yoldaşını öldürmek

12 Eylül darbesiyle birlikte ağır bir yenilgi yaşayan sosyalist örgütler, 1970’lerde yüzlerini döndükleri geniş emekçi kitlelerle bağlarını büyük oranda kaybetmiş, hapishanelere kapatılmış ya da sürgüne çıkmak zorunda kalmış ve pasif direniş bu dönemin mücadelesinin temel yöntemini oluşturmuştur. Hapishanedeki ya da yurtdışındaki sosyalistler, bu şartlar altında enerjilerini örgüt içerisine çevirmek, örgütü sağlamlaştırmak yoluna gitmişlerdir. Bu dönem yurtdışında sol örgütler arası, hapishanelerde ise örgüt içi infazların varlığı bilinmektedir. Aytekin Yılmaz’ın yazdığı ve geçtiğimiz ay İletişim Yayınları tarafından basılan “Yoldaşını Öldürmek” başlıklı kitap, 80’lerin sonu ile 90’ların başında, özellikle hapishanelerde yaşanan sol içi infazlar hakkında ayrıntılı bilgiler aktarmaktadır. Bir kısmına bizzat yazarın tanık olduğu bu cinayetlerde öldürülenlere yönelik suçlama hep aynıdır: hain ya da ajan olmak. İşkence altında polise bir takım bilgiler verdiği için öldürülen Osman Tim, yoldaşları tarafından yapılan işkenceler sonucu Musa Anter’in öldürülmesinde yer aldığını “itiraf eden” ve ardından boğulan Betül Cici, 90’ların başında Dev-Sol içerisinde ortaya çıkan politik-örgütsel ayrışma sonucu Bedri Yağan’ın yanında yer aldığı için infaz edilen Erdoğan Eliuygun, TİKKO içerisinde başlatılan, “karşı-devrimcileri açığa çıkaralım” benzeri bir kampanya olan “Kardelen Hareketi” kapsamında hapishanede şişlenerek öldürülen Mehmet Çakar ve Ramiz Şişman ile yoldaşlarının günlerce süren işkencesinin ardından infaz edilen 17 yaşındaki Şimel Aydın örgüt bildirilerinde ajan veya hain olarak suçlanmış, öldürülmeleri ise aynı bildirilerde zafer olarak nitelenmiştir.

 

Sosyalist demokrasi

Yukarıda belirttiğimiz gibi, bütün bu sol içi şiddet deneyimlerinin temel nedeni, Stalinizmin miras bıraktığı örgüt/parti kültürüdür. Bize göre, bu kültürün de bu kültürün yarattığı şiddetin de panzehiri sosyalist demokrasiyi örgütlenmenin her alanında hayata geçirebilmek, örgüt içi tartışma ve ifade özgürlüğünü muhafaza edebilmektir. Sosyalist Demokrasi için Yeniyol’un Temmuz-Ağustos 1997 tarihli sayısında yazdığımız gibi: “Sorunun özü elbette ki sosyalist demokrasidir. Sosyalist demokrasi anlayışının benimsenip özümlenmesidir. Stalinizm sonuna kadar teşhir edilip tüm sonuçları ile ortadan kaldırılmadıkça, sosyalist demokrasi anlayışı benimsenmedikçe sol içi şiddet de, kitlelerin sosyalistlere olan güvensizliği de aşılamayacaktır” (Sol içi Şiddet ya da Stalinist Miras). Stalinizmin bize miras bıraktığı örgüt kültürü ne Bolşeviklere ne de Leninizme dayanmaktadır. Ekim Devrimi’nin arifesinde partinin bir ayaklanma örgütleyip örgütlememesi gerektiğinin merkez komitede oylandığı; ayaklanma fikrine karşı gelmekle kalmayıp, bu planı burjuva medyaya duyurarak suç işleyen Kamenev’in affedilerek örgüte geri çağrıldığı bir partinin, şüphesiz, Stalinizmin parti anlayışıyla uzaktan yakından alakası yoktur.

Sosyalist demokrasi elzemdir. Çünkü devrim kitlelerin bir ürünüdür. Luxemburg’un belirttiği gibi “sosyalizm kararnamelerle yaratılmayacak ve yaratılamaz da; ve de sosyalizm, ne kadar sosyalist olursa olsun herhangi bir hükümet tarafından kurulamaz. Sosyalizm, kitleler tarafından, tek tek her proleterin katılmasıyla yaratılabilir”. Bugün ihtiyaç duyduğumuz Anti-kapitalist geniş cephenin kurulmasının da, burjuva diktatörlüğünün demokrasi adı altında kurduğu hegemonyanın dağıtılmasının da, işçi sınıfına saldırı politikası anlamına gelen neo-liberalizmin geriletilmesinin de yolu sosyalist demokrasinin özümsenmesinde olduğu açıktır. Önemli olan hangi düşleri gördüğümüzdür. Tamamen hakimiyetimizde olan, başka örgütlerin adım atamadığı bir mahalle, fakülte ya da hapishane koğuşu mu, emekçilerin kendi iktidar araçlarını oluşturduğu, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirdiği ve kapitalizmi tarihe gömdüğü bir dünya mı? Lenin’den uzun bir alıntıyla bitirelim:

“Neyin düşünü görmeliyiz?’ bu kelimeleri yazdım ve irkildim. Gözümün önüne getirdim ki, bir ‘Birleşme Konferansı’ndayız, karşımda da Raboçeye Dyelo’nun editörleri ve çalışanları oturuyor. Derken yoldaş Martinov ayağa kalkıp tehditkar bir edayla bana dönüyor: ‘Size şunu sormama izin verin: Özerk bir yazı kurulunun hala önceden parti komitesinden izin almadan düş görme hakkı var mıdır? Arkasından yoldaş Kriçevski kalkıyor ve (kendisi de çoktan yoldaş Plehanov’u derinleştirmiş bulunan yoldaş Martinov’u felsefi açıdan derinleştirerek) devam ediyor: ‘Dahasını söyleyeyim. Bir Marksistin, şayet Marx’a göre insanlığın kendi önüne ancak çözebileceği ödevler koyduğunu ve taktiğinde partiyle beraber büyüyen ödevlerin artması süreci olduğunu unutmayacaksa, genel olarak düş görmeye hakkı olup olmadığını soruyorum.’ Bu tehditkar soruları yalnızca düşünmek bile buz kesmeme yol açıyor.”

 

(Bu yazı Yeniyol’un 10. sayısında yayınlanmıştır)