Eyüp Özer –
1990’ların sonu ve 2000’lerin ilk yıllarında öyle bir dönem vardı ki, uluslararası protestolar, küresel eylem günleri ve sosyal forumlar pek çok ülkede toplumsal muhalefetin rengini belirleyen önemli dinamiklerdendi. Birçok yerde uluslararası protestolarla eş zamanlı etkinlikler yapılıyor, topluca çeşitli uluslararası finans ve ticaret kurumlarının toplantılarına karşı yapılan eylemlere gidiliyordu. Seattle, Cenova vs. bugün bile sıkça başvurulan tarihsel referanslar haline geldiler ve bu eylemlerin yarattığı kültürden yeni bir eylemci kuşağı yetişti. Kimi siyasi hareketler bu yeni kuşak içinden kendilerine yeni kadrolar kazanmayı başardılar ve bu hareketlerin içinde büyüdüler. Bahsedilen dönem, 1980’lerde Reagan ve Thatcher’la başlayan neoliberal yeniden yapılanma sürecinin sonuçlarının artık iyice belirginleştiği bir dönemdi. Yine bu dönemde, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü vb. gibi bir uluslararası kurumlar ağı daha önce hiç görülmediği kadar görünürlük kazanmıştı. Neoliberal düzenlemelerin günlük hayatta yarattığı sorunlardan kaynaklanan hoşnutsuzluk, bu kurumlara yönelik tepkilerde kendine somut bir karşılık buldu. Bu kurumlar neoliberalizmin ete kemiğe bürünmüş haldeki temsilcileri olarak görüldü ve doğal olarak da protestolar doğrudan bu kurumların çeşitli toplantılarına yöneldi. Bu da, bu harekete kendiliğinden bir enternasyonalist nitelik kazandırdı. Ancak bu yeni enternasyonalizm tıpkı yeni eylemci kuşağı gibi öncekilerden farklıydı.
Aynı dönemde yine bir uluslararası ticaret anlaşmasına karşı mücadeleyle görünürlük kazanan ama aslında bunun çok ötesinde farklı bir yaşam öneren Zapatista hareketi de çok uzaklarda bir ormandan tüm dünyadaki “Zapatistlere” mesajlar yolluyordu. Benim kendimden hatırladığım, üniversiteye ilk girdiğim yılda -2000’de- çeşitli etkinliklerde Chiapas’tan Subcommandante Marcos’un mektubu okunurdu. Bu yeni enternasyonalizmin doğası gereği olsa gerek, Meksika’nın bir köyünden bir yerli hareketinin mesajı çok uzaklarda, Türkiye’de bile okunuyordu ve bu yerli hareketi tüm dünyadaki “direnişçilere” mesaj yollama ihtiyacı hissediyordu. Ardından, ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerine karşı gelişen geniş protestolarla hareket yeni bir boyut kazandı.
Yanlış bir şekilde küreselleşme karşıtı hareket olarak adlandırılan bu “Küresel Direniş Hareketi’nin” 1 biraraya gelip tartışacağı bir alana olan ihtiyacından ise sosyal forumlar doğdu. Önce Dünya Sosyal Forumu ve ardından gelen Avrupa Sosyal Forumu ve çeşitli bölgesel forumlar, 2001’den sonra bu yeni hareket için önemli buluşma alanları sağladı. Sendikalar, feministler, Marksistler, anarşistler, otonomcular, köylüler ve yerli hareketlerinden oluşan bu heterojen hareketin farklı birleşenlerinin biraraya gelmesi, tartışması, deneyimlerini paylaşması ve ortak programlar oluşturması için forumlar bulunmaz bir fırsat sunuyordu.
Ancak kısa bir süre sonra “zirve karşıtı protesto eylemciliği” kendi sınırlarına ulaştı. Forum sürecine hayat veren ve heyecan katan hareketler de ya sönümlendiler ya da biçim değiştirdiler. Bugün Dünya Ticaret Örgütü, IMF, Dünya Bankası, G-8 veya G-20 vs. toplantılarına karşı yapılan protestolarda eski kitlesellik ve heyecan yok. Daha çok önceki protestoları şekil olarak taklit eden ritüeller halinde çeşitli protestolar gerçekleşiyor. Ancak önceki eylemliliklerin en önemli bileşeni olan geniş kitlesellikten yoksun olarak. Özellikle Avrupa’da bu tarz zirve protestolarının düzenlenmesinde aktif rol alan veya Avrupa Sosyal Forumu’nun hazırlık toplantılarına katılan yapıların önemli bir kısmı aslında bir ofis ve beş masanın dışında bir örgütlülüğü olmayan, tamamıyla profesyonellerden oluşan yeni tip “toplumsal muhalefet” STK’ları. DTÖ, IMF vs. gibi kurumlara karşı gelişen toplumsal muhalefet hızla STK’laştı. Bir örnek vermek gerekirse İstanbul’da gerçekleşen Dünya Su Forumu’na karşı etkinliklerin örgütlenmesinde yurtdışında başı çeken “örgüt”, aslında Amsterdam’da kurulu bir ofisten ibaret olan bu yeni tip STK’lardandı.
Bu tarz kurumlar daha geniş kaynaklara ulaşabildikleri için hem her türlü uluslararası toplantıya katılabiliyor, hem de daha fazla insan kaynağı ayırabiliyor. Kendilerini besleyen hareketlerin güçlerini yitirmelerine bir de yapısal sorunları eklenince forum süreçleri tüm güçlerini yitirdiler. Özellikle Dünya Sosyal Forumu çok kısa bir sürede bir çeşit STK fuarına dönüştü. Avrupa Sosyal Forumu ise belki de birbirine daha bağlı ve içinde hareket etmesi nispeten daha kolay bir kıta olduğu için bir süre daha cazibesini korudu. Ancak Malmö’deki Avrupa Sosyal Forumu ile birlikte hem dünya hem de Avrupa çapındaki sosyal forum süreçleri çok sayıdaki toplumsal hareket ve siyasi aktör için anlamını yitirdi, taa ki Belem’e kadar.
Belem’den Önce, Belem’den Sonra
Belem’deki Dünya Sosyal Forumu, pek çoğumuzun sosyal forumları bir daha değerlendirmemize neden oldu. Belem, öldü sanılan sosyal forumlara adeta bir hayat öpücüğü oldu ve çıkmadık candan ümit kesilmeyeceğini bir kez daha gösterdi. Belem ulaşılması oldukça zor bir yer olmasına rağmen buradaki DSF’ye yaklaşık 140 bin kayıtlı katılımcının katıldığı söyleniyor. Bu daha önceki DSF’lerle kıyaslandığında çok büyük bir rakam. Bu sayıdaki en önemli etken ise yerli hareketlerinin Belem DSF’ye geniş bir şekilde katılmış olmaları. Tabii ki, Belem’in başarısı sayılardan ibaret bir mesele değil. Belem özellikle sonuç deklarasyonuyla geçmiş forumların hepsinden çok daha farklıydı. Belem’e kadar bu deklarasyonlar daha çok farklı toplumsal hareketlerin kendileri için önemli olan belli başlı noktaları listeledikleri ve gelecek eylemlerin bir takvimini verdikleri metinlerdi. Belem deklarasyonunun farkını belirtmek için ise alt başlığını vermek yeterli olacaktır: “Antiemperyalist, antikapitalist, feminist, çevreci, ve sosyalist alternatişer gereklidir.” Bu deklarasyon aynı zamanda, diğer tüm DSF sonuç deklarasyonlarından farklı olarak, krizden çıkış için bir acil talepler listesi de içeriyor. Bu taleplerin bir kısmı, bırakın DSF gibi heterojen bir yapıyı, pek çok siyasi örgüt için bile dile getirilmesi zor talepler (2). Belem’deki DSF’nin diğer bir farklı yanı ise siyasi partilerin katılımı konusundaydı. Bilindiği gibi, sosyal forumlarda siyasi partilerin katılımına yönelik çok ciddi bir direnç vardı. Atina’daki ASF’de farklı isimler altında bu sorun biraz olsun aşıldı ama özellikle DSF’lerde bu çok zordu (yine taa ki Belem’e kadar). Oysa forumların en önemli işlevi siyasi örgütlerle çeşitli toplumsal hareketleri bir araya getirecek bir alan sunmaları olmalı. Bunun için de siyasi partilerin sosyal forumlara katılmaları çok önemli.
Belem’deki forumun organizasyonuna dair en önemli farklılık ise bir “Asambleler Asamblesi” yapılması oldu. Önceki forumlarda, DSF bittikten sonra ve DSF’nin bir parçası olmayacak şekilde bir Toplumsal Hareketler Asamblesi gerçekleştiriliyor ve sonuç bildirgesi de orada hazırlanıyordu. Belem’de ise son günün sabahında çeşitli alanlarda tematik asambleler yapıldı ve ardından öğleden sonra yapılan “Asambleler Asamblesi” ile tüm bu asamblelerin sonuçları ve toplumsal hareketler asamblesinin sonuç bildirgesi sunuldu.
Tüm bunlar son DSF’yi sosyal forum süreçlerinin tekrar canlanması için bir başlangıç noktası haline getirdi ama maalesef benzer bir şey son ASF için söylenemez. Malmö’de yapılan en son Avrupa Sosyal Forumu ile ilgili herkesin ortak değerlendirmesi, ASF’nin artık öldüğü yönündeydi. Değerlendirmeler daha çok Malmö’deki ASF’nin lojistik yönüne dair ve Organizasyon Komitesi’ni suçlar yönde. Ancak asıl dikkat edilmesi gereken şey, ASF’nin aslında Malmö’ye hazırlık sürecinde de rahatça görülecek bir şekilde politik olarak öldüğü. Yoksa Malmö’nün en önemli başarısızlığı çevirinin düzgün çalışmaması, borçlar olması vs. değil. Politik olarak 5. ASF’nin Avrupa’da kimsede bir heyecan uyandıramaması. Bunun sorumlusu da tek başına İskandinav Organizasyon Komitesi olarak adlandırılan komite değil. ASF’nin örgütlenme yönteminin kendisinde ciddi birtakım sorunlar mevcut.
Avrupa Sosyal Forumları düzenli olmayan aralıklarla yapılan Avrupa çapındaki “hazırlık toplantıları” ile örgütleniyor. Bu toplantılarla ASF’nin isteyen herkesin katılımına açık bir şekilde, hiyerarşiden yoksun ve herkesin eşit olduğu bir ortamda örgütlenmesi amaçlanıyor. Ya da daha doğrusu öyle olduğu söyleniyor. Ancak çeşitli zamanlarda Avrupa’nın farklı ülkelerinde yapılan toplantılara katılmak, özel bir bütçe ve zaman gerektiriyor. Böyle bir bütçe ve insan kaynağı ise daha çok yerleşik sendikalarda ve STK’larda var. Çok az sayıda hareket uzun süredir bu toplantıların hepsini düzenli olarak takip etme imkânına sahip. Hele de söz konusu, tüm geliri sadece üyelerinin katkıları olan ve daha yeni gelişen hareketler ise bu imkânsız. Dolayısıyla aslında katılımda herhangi bir kısıtlama olmamasına rağmen, hazırlık toplantıları yukarıda da bahsettiğimiz daha geniş kaynaklara sahip olan çeşitli STK’ların ve yine onlar gibi geniş kaynaklara sahip olan sendikaların dar bir katılımcı grubuyla geçiyor. Fiili olarak, hikmeti kendinden menkul bir “ASF bürokrasisi” oluşuyor. Türkiye’deki sosyal forum çalışmaları için de durum çok uzun süredir bundan farklı değil. Dar bir sendika ve meslek örgütü bürokrasisi ve STK’laşmış bir toplumsal hareket tarafından kapalı bir şekilde yürütülüyordu çalışmalar.
Her ne kadar forumun kendisinin Avrupa’daki tüm hareketler için bir çekiciliği varsa ve dolayısıyla da mutlaka en azından bir temsilci düzeyinde gelip foruma katılıyorlarsa da forumların örgütlenmesi sürecinde Avrupa’da yeni gelişen hareketler yer almıyorlar. Basit bir örnek vermek gerekirse Viyana’da yapılan hazırlık toplantısında Avusturya’dan sadece 3–4 kişi vardı. Son yapılan hazırlık toplantısında ise çeşitli zamanlarda değişmekle beraber salonda yaklaşık 40 kişi vardı. Zaten bu toplantıların pek verimli toplantılar oldukları da söylenemez, aynı şeylerin dönüp dönüp tekrar tekrar tartışıldığı ve en sonunda artık bitsin de gidelim diye kararlar alınan toplantılar. Dolayısıyla pek kimsenin ilgisini de çekmiyorlar. Her ne kadar sosyal forumları besleyen hareketler sönümlenmiş olsalar da pek çok Avrupa ülkesinde son yıllar içinde oldukça geniş yeni hareketler doğdu. Ancak bunların forum sürecinde etkin bir şekilde yer aldığını söylemek güç.
Başka Bir ASF Mümkün (mü)?
İşte İstanbul’da yapılacak olan 2010 Avrupa Sosyal Forumu da, kimilerinin “Malmö’de öldü, İstanbul’da defnedeceğiz” şeklinde espriler yaptığı böyle bir döneme denk geliyor. Ancak nasıl ki, Belem Dünya Sosyal Forumları için bir suni teneffüs görevi görüp öldü denilen DSF’yi diriltmişse, İstanbul 2010’da ASF için benzer bir görevi görebilir mi?
İstanbul ASF’nin diğerlerinden farklı olacağı kesin. Bir kere, diğer her şeyi bir kenara bırakırsak, sırf coğrafi nedenlerle Orta Doğu, Balkanlar ve Orta Asya gibi daha önce sosyal forum süreçleriyle hiç ilişkilenmemiş olan çok geniş bir alana ulaşılması imkânı var. Tabii bunun için öncelikle bu yönde çalışılması lazım. Bu bölgelerden katılımı arttırmak için olağan Avrupa hazırlık toplantılarının dışında Ortadoğu’dan katılımın kolay olacağı bir yerde -belki İstanbul’da veya Beyrut’ta- bir Ortadoğu hazırlık toplantısı, Balkanlara yönelik ise Yunanistan’da bir Balkanlar hazırlık toplantısı gibi toplantılar yapılabilir. Özellikle Yunanistan solunun Balkanlar’daki diğer sol örgütlerle beraber iş yapma isteği göz önünde bulundurulursa bu konuda çok ciddi bir destekleri olabileceği de düşünülebilir. Dayanışma fonunun daha önceki forumlarda yapıldığının aksine, birkaç kişinin uçak bileti parasının karşılanması için kullanılmasının yerine, Ortadoğu’nun çeşitli ülkelerinden ve Balkanlar’dan İstanbul ASF’ye otobüslerle katılım sağlanması için harcanması sağlanabilir. Azerbaycan’dan ve Ermenistan’dan beraber ortak bir otobüsle, Kıbrıslı Türklerin ve Rumların da yine birlikte İstanbul’a gelişleri organize edilebilir. Böylece sosyal forum bir tür “halkların kardeşliği” buluşmasına dönüştürülebilir.
Türkiye Organizasyon Komitesi’nin bir diğer avantajı da çoğunlukla siyasi örgütlerden oluşuyor olması. Aslında genelde bu durum sosyal forumlar için kötü bir şey olarak değerlendirilse de, ASF’ye daha politik bir görünüm kazandırılması için ortaklaşılması imkânını da sunuyor. Belem’de siyasi partilerin katılımı konusunda böyle bir örnek yaratılmışken, Avrupa Antikapitalist Solu’nun ASF sırasında çeşitli toplantılar düzenlemesi ve böylelikle siyasi partilerin ASF’nin görünür bir parçası olmaları sağlanabilir. Hazır Avrupa Sosyal Forumu’nu, Avrupa sınırlarının dışına taşırma fikri ortada iken, bu vesile edilip tüm Avrupa, Balkanlar, Orta Doğu ve Orta Asya’daki antikapitalist güçler bir araya getirilip, Atina’daki Avrupa Sosyal Forumu’nda kurulan Anti-Emperyalist alana benzer biçimde Maocusundan anarşistine tüm eğilimlerin yer alacağı bir “Antikapitalist Alan” örgütlenebilir. Bu alan, Löwy’nin de dediği gibi, ortak mirası Babeuf’den Fourier’e, Marx’tan Bakunin’e, Blanqui’den Engels’e, Rosa Luxemburg’dan Lenin’e, Emma Goldman’dan Buenaventura Durruti’ye, Gramsci’den Troçki’ye, Emiliano Zapata’dan Jose Carlos Mariategui’ye, Augusto Caesar Sandino’dan Farabundo Martí’ye, Ernesto Ché Guevara’dan Camilo Torres’e, Mehdi Ben Barka’dan Malcolm X’e ve Ho-Chi-Minh’den Nazım Hikmet’e uzanan bir kitle enternasyonalinin inşası için ilk adım haline getirilebilir.
Belem’den çıkarılacak bir diğer ders ise hayata geçirilen Asambleler Asamblesi’nin bir benzerinin İstanbul’daki ASF’de düzenlenmesiyle, ASF 2010’un da tıpkı Belem gibi, feminist, ekolojist, antimilitarist ve antikapitalist alternatişerin sadece mümkün değil ama artık zorunlu olduğunun vurgulandığı ve bu yolda örülecek uluslararası eylemlerin somut bir programını içeren bir sonuç bildirgesi ile sonlanabilir.
Ancak tüm bunları yapmak için ASF’yi tekrar ayakları üzerine kaldırmak yönünde bir irade göstermek gerekiyor. fiu anda Türkiye’de yürüyen sosyal forum çalışmalarının da kendine özgü sorunları var tabii. Özellikle sendika ve meslek örgütlerinin “bir var bir yok” tavırları, doğalarında bulunan bürokratik yapıları ya da mali olarak sürecin yeterince arkasında durup durmayacaklarının hâlâ şüpheli olması, organizasyon çalışmalarında yer alan siyasi örgütlerin genel olarak yerleşmiş rekabetçi kültürü gibi meseleler ASF 2010 yaklaştıkça daha fazla sorunu ortaya çıkaracaktır. Ancak her ne kadar İstanbul 2010’da bir sürü lojistik sorun olacaksa, belki çeviri çalışmayacak, para bulunamayacak, borçlar olacak ve daha bir sürü sorun çıkacaksa da, bunların hiçbiri aslında çok da önemli değil. Önemli olan politik olarak öncekilerden çok farklı bir ASF yapma imkânı ve görevinin önümüzde duruyor olması. Tüm eleştirilerimize rağmen Avrupa Sosyal Forumu ve Dünya Sosyal Forumu elimizdeki en önemli enternasyonal araçlar. Yeni bir enternasyonal ağaç kavuğundan çıkmayacağına göre, onları başka bir şeye evriltmek de yine bizim görevimiz. Bunun için de çıkmadık candan ümit kesilmez deyip, kucağımızda ölmesi riskini de göze alarak, öldü denilen ASF’ye, uluslararası düzeyde örgütlü bir müdahaleyle suni teneffüs yapmak gerekiyor.
(1) Michael Löwy, “Towards A New International”, International Viewpoint, No. 348.
(2) Belem Sonuç Deklarasyonuna http://openfsm.net/projects/resultfsm2009/declaration-of-the-assembly-of-social-movements-2009-wsf-belem adresinden ulaşabilirsiniz.
Yeniyol sayı 35, Ekim 2009