Daniel Bensaid
Akademisyen ve devrimci militan Daniel Bensaid, 2006 yılının Kasım ayında İstanbul’daydı. Bensaid ile İstanbul’da bulunduğu sırada Gelecek dergisi için gerçekleştirdiğimiz söyleşinin bir bölümünü aktarıyoruz.
1995’ten beri Fransa’da ve bütün dünyada yaygınlaşan, toplumsal tekabüliyeti artan kapitalist küreselleşme karşıtı direniş harekelerinin bir tarihsel dönemselleştirmesini nasıl yaparsınız? Bu bağlamda hareketin seyrini nasıl tarif edersiniz?
Tabi ki sembolik tarihlere bakarsak 1994 ve 1995 önemli. Birer başlangıç tarihi olarak kabul edilebilirler. 1994 Zapatista ayaklanmasının tarihi, 1995 de Fransa’da Kasım-Aralık grevlerinin. Ardından sosyal forumlar, kıtasal, ülkesel ve Dünya Sosyal Forumları geldi. Baba Bush’un ilk dönemlerdeki, yani 1990’ların başındaki, soğuk savaş sonrasında bir barış döneminin geleceği söyleminin, bu liberal söylemin yıkılması için 15 yıl zaten fazlasıyla yeterli olmuştur. Elbette 1980’lerdeki o büyük boşluktan sonra devamlı mücadeleler yaşandı. Fakat bunun büyük kısmı yenilgiyle sonuçlandı. Ard arda yenilgilerle karşı karşıya kaldık. Burada İtalya’daki grevlerden söz edebiliriz, Almanya’daki grevlerden söz edebiliriz. 2003 Fransa açısından ciddi bir yenilgi yılı oldu; emeklilik ve eğitim konusundaki karşı reformlara karşı ciddi mücadeleler yürütüldü; ancak bunlar da yenilgiyle sonuçlandı.
Toplumsal hareketler açısında düşündüğümüzde tek zafer, geçen baharda öğrencilerin CPE karşıtı hareketiydi. Bu mütevazı ve spesifik bir sorun etrafında ama önemli bir zaferdi. Tabi şu anda bilmiyoruz, bu öğrenci hareketi ya da Haziran ayında Yunanistan’da olanlar ya da Şili’deki öğrenci hareketi gerçek bir değişimin habercisi mi değil mi, bunu göreceğiz tabi ama artarda gelmesinin yine de bir anlamı var. Liberal söylemin ciddi bir meşruiyet kaybına uğradığını söyleyebiliriz. Fakat kamu hizmetlerine, sosyal güvenceye, çalışma yasasına yönelik neoliberal saldırıların da bütün hızıyla devam ettiğini görmek durumundayız. Ortada şöyle bir sorun var, toplumsal mücadeleler açısından ciddi bir zafer yaşanmadığı zaman neoliberalizmi yenme umutları da daha çok siyasal ve parlamenter düzeye sıçrıyor. Burada da yine şunu görmemiz lazım ki politik ya da seçimler düzeyindeki güç ilişkileri toplumsal güç ilişkilerinden çok daha yavaş ilerliyor. Mesela Fransa’da “Evraksızlar” hareketi açısından bunu gördük, CPE konusunda bunu gördük vs. Hareketler oldu ama bunun politikaya tercümesi bu kadar kolay olmuyor. Tabi ki Avrupa’da yine de radikal sol için bir alan açıldı. Rifondazione ile %5 gibi bir destek kazanıldı, Portekiz’de Sol Blok’a baktığımızda yine %6. Link ve Respect’in yine bir miktar başarıları söz konusu Fransa’da 2002’ye baktığımızda radikal solun oyları yine %10 ile %11 arasında ciddi bir boyuttaydı. Bütün bunlar bir sorun olduğunun işaretleri. Ama bir yandan da farklı gerçekliklere tekabül ediyor. Bunu da görmek zorundayız. Mesela İtalya’daki duruma baktığımızda, “Berlusconi olmasın da kim olursa olsun” mantığı bir anlamda Prodi’nin arkasına dizilmemize sebep olabiliyor. Fransa’da da önümüzdeki seçimlerde buna benzer bir şey görebiliriz; “Sarkozy dışında her şey” mantığı hakim olabilir. Bunlar önemli karşı koyuşlardır; ama esasında sorunu çok fazla değiştirmez, yine liberal Avrupa çerçevesinde çözümlerdir.
Karşımızda iki büyük sorun var; mesela Hollanda ve Fransa’daki Avrupa Anayasası’na “hayır” oylarına baktığımız taktirde bunun karşısına ne koyacağız? Mesela, sosyal kriterlerde Avrupa düzeyinde yukarıya doğru, standartları yükselterek bir harmonizasyona gidilmesi. Bu önemli bir talep, fakat sıradan bir reform değil; böyle bir şeye gitmek için bütün Avrupa Birliği’nin mantığını sorgulamak lazım. Şimdiye kadar hiçbir güçlü sol parti böyle bir şeye girişmedi ve girişmez de. Bunu yapmak Jospen döneminde mümkündü ama böyle bir şeye yönelmediler. Ki o dönemde 1997 Amsterdam Anlaşması’nın gözden geçirilmesini önermek çok da radikal bir şey değildi. Fakat buna dahi yanaşmadılar. Banliyölerdeki sorunu çözmek için ciddi bir istihdam politikası, eğitim, konut politikası izlemek lazım ki bu aynı zamanda mevcut emlak mülkiyetini de sorgulamaya ve onunla çatışmaya yol açabilecek bir politikayı gerektirir. Dolayısıyla bütün bu sorunların çözümü için radikal yanıtlara ihtiyacımız var. Dolayısıyla şu anda bizim için önemli olan hangi anda, hangi koşullarda bulunduğumuzu kavrayabilmek. Çünkü çifte bir yenilgiden çıkıyoruz. Bir yandan 1917 ile açılan sürecin yenilgisi söz konusu, diğeri son yirmi yılın tüm liberal karşı reformları karşısında toplumsal hareketlerin yenilgisidir. Dolayısıyla karşımızdaki durumu, meseleyi iyi kavramak durumundayız. Bir yeniden yapılanma sürecinin başlangıcının da başındayız. Bunu görmek durumundayız. Tabi ki bir yandan çok heyecanlanabiliriz. Bu bizim gibi eski topraklar için hakikaten heyecan verici olabilir. Bambaşka bir yenilgi döneminden geçtik biz. Ama yine de nerede olduğumuzu, koşulları iyi tahlil edebilmenin önemi var.
* Son 10 ila 15 yıldır Avrupa’da sosyal hareketlerin gelişmesine rağmen, sizin de belirttiğiniz gibi bunun siyasal düzeye yansıması eşitsiz ve eksik oluyor. Bu sadece toplumsal- siyasal karşıtlığı mı? Sosyal demokrasi sağa kaydıkça, liberal dönüşüme uğradıkça solda ciddi bir boşluk oluşacağı ve bu boşluğun başka güçlerce, bahsettiğiniz sol partilerce daha rahat kapatılabileceği gibi bir beklenti var. Ama bunun böyle çok kolay olmadığı anlaşılıyor. Hala emekçi kesimler açısından sosyal demokrasi, sağa karşı yine bir alternatif olarak çıkabiliyor. Bu noktada problem ne? Niye sağ liberalizm ve sol liberalizm kendilerini bu kadar rahat bir şekilde devam ettirebiliyorlar?
Tabi ki çeşitli açıklamaları olabilir bunun. Her şeyden önce şunu söylemek lazım ki mekanik bir transfer söz konusu değil; böyle bir şey mümkün değil. Böylesi bir durum sürekli olarak kendini yeniden üretiyor. Bir yandan o partiye oy verme alışkanlığı, hani o partiyi gözünde o konuma yerleştirmişsindir ve oradaki değişimi görmeyiverirsin, bir sadakat söz konusu olabilir. Ama ikincisi kurumlar da zaten bunu yeniden üretiyor. Bu yeniden üretimin sebebi, bizzat kurumların kendisi; seçim yöntemleri, mekanizmaları. Mesela Fransa’daki radikal solun başkanlık seçim yöntemlerine yaklaşması mümkün değil. Çünkü ikinci tura kalman, dolayısıyla çoğunluk olman lazım. Bu radikal solu baştan dışlayan bir sistem. İtalya’da mesela milletvekilimizin olabilmesi için Sosyalist Partisi ile bir ittifaka girmemiz lazım. Dolayısıyla sürekli ittifakları vs. zorlayan bu seçim sistemini kurumlar da yeniden üretiyor. Bu koşullarda mesela Fransa’da seçmenlerin %10’u yani üç buçuk milyon insan radikal sola oy verdiğinde bu oyun hiçbir işe yaramayacağını çok iyi biliyorlar. Bu bir kanaat bildirimi.
İkinci soru tabi ki işin daha çok hareket boyutuyla alakalı. Evet toplumsal hareketlerin mobilizasyonuyla bunun siyasal alana tercümesi arasında bir açı var. Bu açıyı kapatmak için her şeyden önce bütünlüklü, güçlü bir iradeye ihtiyaç var. Evet 1995-1997 arasında buna elverişli bir durum söz konusuydu. Çünkü hakikaten mücadeleyi siyasal alana nasıl tercüme edebileceğimize dair ciddi bir tartışma vardı; ama mesela sendikalar buna hiç yönelmeden daha çok siyasal iktidar üzerinde, hükümetler üzerinde bir lobicilik çalışmasına yöneldi. İtalya’ya baktığımızda Bertinotti’nin meclis başkanı olması, Rifondazione’nin hükümete katılımı açısından baktığımızda Bertinotti’nin bir konuşması var ki bu hakikaten akıllara zarar. Çünkü şöyle bir şey söylüyor: “Savaş karşıtı hareket maalesef savaşı engelleyebilecek kadar güçlü değildir. Dolayısıyla karşımızda olan tek tez ‘ehven-i şer’ politikası yürütmek ve hükümete Afganistan hususunda eşlik etmektir.” Dolayısıyla siyasal irade güçlü değilse bu meseleyi çözmek mümkün değil. Sosyal demokrasinin solunda gerçekten boş bir alan var fakat bu çok kırılgan hem de istikrarsız bir alan. Bertinotti’nin Avrupa Sosyal Forumları’ndaki (ASF) radikal söylemiyle bugünkü söylemi arasındaki dönüşüme baktığınızda bu gerçekten anlaşılamayacak bir durumdur.
* Fransa’ya geri dönersek, bugünkü öğrenci hareketi ile 1968 arasında kıyaslamalar yapılıyor. Bunlar arasında şöyle bir tespit de var: Bugünkü öğrenci talepleri daha mütevazı gözükse de işçi sınıfı ile birleşme potansiyelleri ve imkânlarının, hem öğrencilerin toplumsal konumu hem de talepleri ile bağlantılı olarak çok daha güçlü olduğu. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Tabi 1968 daha radikaldi ama mutlu bir hareketti. O gün 150 bin işsiz varken bugün 3 milyon işsiz var. 1968’de 7 bin öğrenci varken bugün 2 buçuk milyon civarında. Üniversitenin kitleselleşmesi söz konusu. Bütün bir yaş grubunun en az %50’si üniversiteye gidiyor, bunların %70’i bakaloryasına sahip oluyor. Bu iki ay içerisinde tüm talepler istihdama yönelik olarak formüle edildi. Mesela liseliler ve öğrenciler seferber olduklarında öğrenci hareketinin özörgütlenme mecraları olan genel meclislerde ilk işe alım sözleşmesi ile yeni işe alım sözleşmesi arasında bir bağlantı kurdular. Bu bağlantı da çok çabuk bir biçimde kuruldu. İtalya’da uygulanan bir formülü söylemek gerekirse, ki çok da sevmiyorum bu formülleri kullanmayı çünkü 1970’lerdeki Negri’nin anlayışıyla biraz paralellik kuruyor gibi ama, o dönemde “kitle işçi”den bahsediliyordu. Şimdi de “kitle öğrenci”den belki bahsetmek mümkün. İtalya’daki yoldaşlarımız ufak bir kitap bastılar ve orada öğrencileri daha çok eğitim görmekte olan güvencesiz çalışanlar olarak tanımlıyorlar.
* Yeni ‘aktivist’ kuşaklar içerisinde belki dogmatizme bir tepki olarak, bir siyasal gelenekle ilişki kurmama, bunu göz ardı etme, bununla olumlu ya da olumsuz ilişkilenmeme gibi bir durum hasıl oldu. Bir tür amnezi diyelim buna. 200 yıllık sosyalist bir siyasal geçmişin stratejik tartışmalarının bizim için hiçbir anlamı olmaması gibi bir eğilim ortaya çıktı. Bu hususta ne düşünüyorsunuz? Tarihsel dogmatizmin tek alternatifi amnezi mi?
İki farklı sorun var. Bunu ben de kendime soruyorum ve net bir cevabım yok. Acaba yeni bir döneme mi girdik? Bunu kesinlikle bir kayıtsızlık dönemi olarak görmemek lazım. Gençler kayıtsızlar diye bir şey yok. Bir angajman var ama bu daha çok postmodern diye nitelediğimiz, aralıklı olarak işleyen ve güç ve hafıza birikimine dayanmayan bir angajman biçimi. Mesela Fransa’daki son öğrenci hareketine bakıyoruz. 1968’den daha büyüktü, 1986’daki öğrenci hareketinden daha büyüktü. Ama bu geçen seneydi. Bu sene okullar açıldığında evraksızlar hareketiyle bir dayanışma örgütleme faaliyeti söz konusuydu. Her tarafta ufak ufak çekirdekler kurulacaktı ama bunlar çok küçük çekirdekler olarak kalıyor. Benim çalıştığım fakültede 27 bin kişi var, ama evraksız göçmenlerin sınır dışı edilmesine karşı bir tepki örgütlemek için sadece 15 kişi vardı. Bunların da beşi zaten LCR’dandı (Devrimci Komünist Birlik). Dolayısıyla insanlar geliyor; savaşa karşı seslerini yükseltmek için biraraya geliyorlar ama bir devamlılık, bir güç inşa etme faaliyeti söz konusu değil. Dolayısıyla angajman, siyasal bağlanma meselesini tartışmak lazım.
İkinci sorun bu amnezi meselesi veya tarihin silinmesi. Bu meseleye ilişkin olarak tarihsel bir travmadan bahsedebiliriz. Açıkça geleceğe yönelik bir proje üretmede sorun yaşanıyor. Bir yandan dünyaya baktığımızda kan revan içinde, Irak’ta savaş, küresel ısınma tehdidi vs. Ama bugün seçim çalışmalarına baktığımızda bu, partiler için bölge bölge nasıl bunu düzenleyeceğiz, kayıtlar, seçmenler gibi teknik bir meseleye indirgenmiş durumda. Mesela 2008’de yeniden Avrupa Anayasası gündeme gelecek ve bunu tartışsan tartışmak isteyen kimse de yok. Dolayısıyla siyaset de ancak anlık bir gündem içerisinde yapılıyor; geçmişsiz ve geleceksiz, anlık bir gündem. Ne de olsa tarihsel vizyonun yoksa, bu tarihe bir ilerleme demek falan değil, tarihe bir bakış yoksa stratejinin de olması mümkün değil. Bunu, yani strateji ve tarih fikrini birbirinden ayırmanın mümkün olmadığını, situasyonistler söyleye gelmişlerdi..
* Sözünü ettiğiniz “çifte yenilgi dönemi” oldukça uzun sürdü. Üstelik buna geleceğe dair bir ufuksuzluğu, vizyonsuzluğu eklediniz. Kötümser misiniz?
O kadar kötümser değilim. Çünkü 20.yüzyılın tahribatlarına baktığımızda bu sadece 1990 sonrası bir şey değil. Tarihe merakın şu anda yok oluşunun bu kadar kesin ve belirleyici bir şey olduğunu düşünmüyorum. Mesela 1980’ler İspanyası’nı iyi bilirim; 1980ler kuşağı iç savaşa ilişkin hiçbir şey duymak, öğrenmek istenmiyordu. Bu konuda inanılmaz bir reddediş vardı. Özellikle de Ken Loach’ın filmiyle birlikte iç savaşa yönelik bir merak oluştu. Ama bir tarihi bu kadar kolay yok edemezsiniz. Devrim üzerine de araştırmaların, merakın yeniden ortaya çıkacağından eminim. Küçük bir deneyim ve çok keskin sonuçlar çıkarmamak lazım ama ben 20 yıldır nerdeyse Marx üzerine ders vermiyordum. Öğrenciler sürekli Foucault ile Deleuze ile ilgileniyorlar ve tezlerinde de daha çok bu konuları işliyorlardı. Bu sene yeniden Marx üzerine bir ders vermeye karar verdim ve ders takibi zorunlu olmadığı halde derslerim tıklım tıklımdı. Yeniden bir merakın uyandığı söylenebilir. Böyle bir şeyi değerlendirirken kültürel olanla yapısal olan arasındaki ilişkinin nasıl eklemlendiğini görmek lazım.
1990’ların başında genç militanlar LCR’ın isminden komünist kelimesini çıkarmayı istiyorlardı. Duvar yeni yıkılmıştı ve kelime teröre, diktatörlüğe vs. gönderme yapıyordu. Sonuçta bu değişiklik bir oyla reddedildi. Ama bugün mesela kimse bunu dert etmiyor. Aradan 10 yıl geçtikten sonra bugün daha fazla tepki çeken kelime “komünist”ten ziyade “devrimci”. Çünkü “devrimci” insanların gözünde genel olarak baktığınızda şiddet içeren bir şey olarak görülüyor komünizmse bir fikirdir. Yani tarihsel kavramların algılanışının da ne kadar hızlı değiştiğini hesaba katmamız gerekiyor.