Murat Uyurkulak Tol’un başında, “O vakitler devrim bir ihtimaldi ve çok güzeldi,” diye, en azından 1980 öncesi için ortak bir ruh halini vurgular. Devrim aynı zamanda kazanılması mümkün olması anlamında da bir ihtimaldi. Peki bugün, devrim hâlâ bir ihtimal mi?
Bu soru aslında çok ilginç biçimde, Frank Godichaud’nun Daniel Bensaid’le yaptığı mülakatta, ona sorduğu ilk soruyu hatırlatıyor. Orada diyor ki Frank, Alain Badiou’ya atıfla, “Komünizm ortak bir manadır (duyudur),” diyerek… Pekâlâ, devrim bu bapta neye karşılık düşer? Böyle durumlarda sık sık kaynağa dönmekte yarar var.
Dogmatik olmak için değil, köksüz olmamak için. Tuba ağacı gibi bir şey değil bu çünkü… “Reel hareketin kendisidir,” diyor, komünizm için Marx, Komünist Manifesto’nun sözleriyle “…var olan sınıf savaşı, gözlerimizin önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten doğan ilişkilerin ifadesi…” Dolayısıyla, bunu ortak bir anlam, ya da mana olarak tanımlamanın ötesine gitmekte yarar var. Devrim kimilerinin ifade ettiği gibi kaçınılmaz olarak varılacak bir nokta değil elbette. Ancak bu ihtimali inşa ettiğin takdirde ihtimal yeniden aktüel hale gelir.
Aslında insanlık tarihine bakıldığında hemen hemen her büyük ders büyük bir yenilgidir. Paris Komünü bir yenilgi değil midir? Fransız İhtilali bir yenilgi midir, zafer midir? Bütün bunlar aslında bir yenilgiler yumağı. Geçmiş zaferler aslında büyük yenilgilerdir. Ama bütün bu yenilgiler yumağı çok büyük deneyimler aslında. Kazanmak dediğiniz zaman da bir şeyi unutmamakta yarar var. Evrensel ölçekte köhnemiş dünyanın çökertilmesi anlamına gelir, kazanmak. Zaten bu anlamda insanlık kazanacaksa bir kez kazanacak.
Althusser’in teorik çalışmalarına pek yakın değilim ama otobiyografisi beni insani olarak çok cezbetmiştir, çok şey de öğrenmişimdir. Bu anlamda kendimi Althusser’e yakın hissettiğim tek kitap da Gelecek Uzun Sürer’dir. Yani, bildik bir hikâyedir, Sovyet deneyimi Paris Komünü’nün ömrünü bir gün geçtiği zaman Lenin’in karlar üzerinde çocuklar gibi zıpladığı söylenir. Çünkü tarihsel olarak o güne kadarki en büyük deneyimi geçmeyi başarmıştı. Bunun sürebileceğine dair de elinde hiçbir güvencesi yoktu. Uzun uzun tartışabiliriz elbette ama o gün için Lenin, Ekim İhtilali’nin ya da Sovyet deneyinin ayakta kalmasını başka şartlara bağlamıştı. Dünya devriminin kaderine ve özellikle de Alman devrimine bağlamıştı. Dolayısıyla, bu zafer ve yenilgi diyalektiğini gözden ırak tutmamak gerekir.
Gençken sosyalist olmak, bir kereliğine devrimci olmak -bu arada başınıza büyük belalar da gelebilir elbette- böyle bir halet-i ruhiye yaratabilir. Yani, kazanmayacağın savaşa girme gibi bir şey. Devrim bir ihtimal değilse yan gel yat!.. Oysa eşitsiz ve birleşik gelişim yasası burada da hükmünü sürdürüyor. O parçalı bohça gibi görünen insanlık tarihinin oluşturduğu bütünlükte, yalnızca yükseliş anlarında ya da sizin ifadenizle devrimin ‘mümkün, ihtimal dahilinde’ olduğu anlarda değil, toplama kampında dahi mücadele edildiğini görüyoruz. Hadiseyi at yarışı misali kazanacak ata oynama mantığından çıkarmak gerek. Emek verirsen, elbette kolektif emektir burada kastettiğim, yani o kolektif faaliyetin içinde yer alındığı takdirde ihtimal kuvveden fiile çıkabilir. İhtimal gökten zembille inmez.
Tabii bizim gençliğimizde 1956-1959 Küba Devrimi, üzerinde çok düşündüğümüz, etkilendiğimiz bir şeydi. Üç günde bu iş biter diye… Bizim kuşak İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasındaki o otuz yıllık refah devresinin son dönemine denk geldi. Ciddi devrimci kalkışmaların son dönemiydi bu. İşte, belki Vietnam savaşı ya da Nikaragua devrimine kadar uzatılabilecek bir periyod. Bu koşullarda zannettik ki tarih böyle bir şey, biz de Allah’ın sevgili kullarıyız. Yani, ‘ihtimal’ gerçekten de elimizin altında duruyor gibiydi.
Oysa, mesela TİP’in kuruluşu arifesindeki Saraçhane mitingi ne anlama geliyordu? O işçiler o toplantıya hangi saiklerle katılmışlardı? Burada belki E.P. Thompson’ı hatırlamakta yarar var. Sınıf mücadelesinde 1950’lerin sonundan itibaren gerçekleşen değişimler söz konusuydu, bir oluşum süreci vardı. Biz bunu göremedik. İnsanlar kırdan kente geliyor, sanayileşme ve işte, bir buluşma o arada gerçekleşiyor. Biz zannettik ki bunlar bize Allah’ın bir lütfu. Zaten sanki neredeyse insanlık tarihi hep böyledir diye biz hep devrim tarihi okumuştuk. Bir tehlike de budur aslında. Biz her şeyi kısa zamanda bitecek gibi düşünüyorduk. Ekim devrimi ya da Çin devrimi hakkında bazı bilgilerimiz vardı ama aradaki büyük gericilik dönemleri hakkında ne biliyorduk? 1905 ihtilali hakkında bir şeyler biliyorduk ama Stolypin gericiliği dönemi hakkında ne biliyorduk?
Tarihin hızlandığı ‘devrimci’ dönemlerine daha çok dikkat kesilirken, tarihin daha yavaş aktığı, belki biriktiği o daha ‘meşakkatli’ dönemlerine bir ilgisizlik vardı, öyle mi?
Elbette. İğneyle kuyu kazılan birikim dönemlerine ilgisizdik. Bazen yağmur yağar, sen de kovayı koyarsın dolar, ya da iğneyle kuyu kazarsın. Tarihte genellikle kovanın yağmur suyuyla dolduğu dönemler enderdir ve bunlar elbette iğneyle kuyu kazılan dönemlerin akabinde gelir. Oysa biz çoğu kez ikisi arasındaki bağlantıyı görmeyiz. Yahut bu bağlantıyı üç beş aklı evvelin çok önemli teorik buluşlarına atfederiz ya da birtakım örgütlerin teknik inşa süreçlerine dikkat kesiliriz. Ama esas olarak, reel sınıf hareketindeki bu kısmi mücadelelere bakmak gerekir. Dolayısıyla, ihtimali inşa etmemiz lazım. İhtimal gökten zembille gelmeyecek, üç beş teorisyenin düşüncelerinin ürünü de olmayacaktır.
Bu bağlamda, Rosa’nın ‘ya sosyalizm ya barbarlık’ dediği dönem bugün bize çok yakın aslında. O, tarihsel bir ikilemi ortaya koyuyordu. İnsanlığın gerçek anlamda kurtuluşu olmayacaksa, yani sosyalizm olmayacaksa, her şey berhava olacaktır. Bazıları bugün bunu sadece ekolojist açıdan yorumluyorlar. Rosa Luxemburg’un kendi dönemiyle bağlantılı olarak bu ikilemde esas vurguladığı savaştır. Bugün ‘sol liberal’ diye tarif ettiğimiz kesimin özellikle unuttuğu bir husustur bu. Emperyalizm ya da kapitalizmle militarizm arasındaki içsel bağlantı, ilişki meselesi. Sadece son birkaç yılda askeri harcamaların dünya ölçeğinde yüzde 37 oranında arttığı söyleniyor. İnsanlık silahlanmayla kendi geleceğine ayırabileceği birikmiş emeği yok oluşuna vakfetmiş oluyor. Bu özellikle nükleer başlıklara karşı gerçekleşen mücadelelerde vurgulanan bir husustu. 10 milyonluk Hollanda’da 1 milyon insan yürümüştü. Şimdilerde tartışılan, ABD’nin Çek Cumhuriyeti ve Polonya’da kurmak istediği füze savunma sistemi de bu tehdidin yeniden gündeme geldiğini gösteriyor. Savaş felaketi yalnızca ‘Üçüncü Dünya’ ile emperyalizm arasında değil, sistemin kendi içinde de patlak verme eğilimindedir.
Aslında Luxemburg’un bu sözüyle gündeme getirdiği belki de en mühim mesele, sosyalizmi tarihsel olarak ulaşılması zorunlu bir aşama olarak değil, insanlığın önündeki ihtimallerden biri olarak ortaya koyması. Bir tarihsel bir kesinlik ya da zorunluluk olarak değil de bir imkân olarak sosyalizm. Rosa’nın o bahsettiği ‘ya… ya…’nın en önemli boyutu bu değil mi?
Doğru, ama açıkça söylemek gerekirse bu yeni bir buluş değildi. Bunun köklerini Marx’ın siyasal yazılarında da bulmak mümkün. Ancak elbette Rosa’nınki çok veciz bir ifadeydi ve Rosa’nın bu ifadesi kendi hayatıyla da örtüştüğü için daha dokunaklı bir slogan haline geldi.
Rosa Luxemburg’un Sovyet devrimine yönelik kitle mücadelesi ve inisiyatifini vurgulayan eleştirisi de kâhinceydi…
Öncelikle Rosa, Ekim ihtilalini gerçekleştiren Lenin, Troçki ve arkadaşlarını şükranla anar. Buna cesaret ettikleri için… Rosa, Alman sosyal demokrasisinin yozlaşmasını Lenin’den çok daha önce görmüştü. Elbette bu devlet düzeyinde görülen bir gelişme değildi ama neredeyse paralel bir devlet yapısı halini almış parti ve sendikal yapı düzeyinde görülen bir şeydi. Bu yozlaşmayı gördüğü için bunu devlet düzeyine tahvil edebildi. Sendika ve parti düzeyindeki bu felaketi gördükten sonra Ekim devrimine ilişkin bu uyarıda bulunabildi.
Bu öyle bir felaketti ki Lenin, sosyal demokratların savaş kredileri lehine oy kullandığını yazan Wörwarts’ı İsviçre’de okuduğunda bunu Alman genelkurmayının komplosu sanmıştı. İnanmıyordu, çünkü olacak şey değildi. Ama işte Rosa bütün bu süreci çok daha önceden fark edebilmişti. Bir anlamda gidişatı biliyordu. Dolayısıyla, bu muhakemeyi de devlet düzeyine yükseltmesi mümkün oldu. Aslında Rosa’nın ikazı da ilginç bir biçimde neredeyse on beş yıl önce Troçki’nin Sibirya’da yazdığı bir broşürdeki ifadelere çok benzer. İşte parti, merkez komite ve genel sekreter arasında birbirini ikame edecek şekilde oluşan ilişkiye dair ifade, mesela. Ama Rosa’nın o broşürden haberi olduğunu sanmıyorum. Yani, mekanizmanın çok küçük bir grubun elinde toplanabileceği şeklindeki ihtimalin Rosa farkındaydı. Devrimi yapan işçi sınıfının siyaset yapma kanallarının daralmasıyla siyasete sırtını dönebileceği tehlikesiydi bu. Bu elbette çok büyük bir devrimci öngörüdür.
Özellikle parti ve kitle hareketi ilişkisinde Leninizmin de bir eleştirisi değil mi?
Aslında Leninist örgüt teorisiyle ilgili ciddi bir yanlış anlama mevcuttur. İnsanlar Ne Yapmalı’yı okuduklarında sanki Leninist örgüt teorisi hakkında her şeyi çözmüş oluyorlar. Amerikalı bir yoldaşımız olan Paul Le Blanc, Lenin ve Parti adlı çalışmasında Bolşevik Parti’nin gelişiminde altı ayrı dönemden bahseder. Partinin iç demokrasisini geliştirmesi, kitleyle ilişkilerin nasıl olması gerektiği gibi meselelerin şekillendiği altı ayrı dönem. Dolayısıyla Bolşeviklerin, Ernest Mandel’in de ‘Troçki’nin karanlık yılı’ dediği 1921’deki tutumlarını tamamıyla Leninist örgüt teorisine mal etmek yanlış olacaktır. Bu parti sadece 1916-1918 döneminde dahi muazzam bir değişim geçirmiştir ve bugün eğer ders çıkaracaksak bakmamız gereken esas bu devredir. Bu dönemde partinin kitle hareketini zapturapt altına alması, onu kendisine tabi kılması gibi bir şeyden bahsedemeyiz. Hani bir tür eleştirel tutum alarak da, Rusya’da devrimi kitleler yaptı da sonra da Bolşevikler bunun üzerine çöreklenip onu bozdu dersek, tarihsel olarak güdük bir şemayı benimsemiş oluruz. Buradaki bürokratizasyon hadisesini çok yönlü değerlendirmek gerekir.
1970’li yılların sonundan itibaren solun tarihsel bir yenilgi dönemine geçtiğini söyleyebiliriz. Türkiye solu bu yenilgi dönemini belki çok travmatik yaşadı ya da bu travmadan, onun yarattığı şoktan bir türlü sıyrılamadı. Ancak belki 1990’ların ortalarından itibaren, özellikle Chiapas ayaklanmasıyla ya da 1995 Fransa kamu sektöründeki büyük grevle başlatabileceğimiz bir dizi yeni deneyim ve mücadele içerisinden sosyalist hareket yenilenme imkânı buldu. Giderek kitleselleşen, yoğunlaşan, enternasyonal bağlar kuran ve belki simgesel düzeyde de kendisini en açık biçimde sosyal forum süreçlerinde ifade eden bir hareketle karşı karşıya kaldık. Bu anlamda solun o uzun yenilgi döneminden çıktığını söyleyebilir miyiz?
Elbette 1970’lerin sonundan itibaren fütursuz bir neo-liberal egemenlik döneminden bahsedebiliriz. 1990’ların ortasından verdiğiniz örnekler ve yine Zapatistaların 1996’da gerçekleştirdikleri galaksilerarası insanlıktan yana neo-liberalizme karşı buluşma önemli sembolik hadiselerdi. Bu dönemle ilgili olarak öncelikle vurgulanması gereken, unutulmuş eski tartışmalar, sosyalizme geçiş meselesi de dahil olmak üzere artık birtakım ruh hastalarının tartıştığı konular olmaktan çıktı. Bu anlamda ‘medeniyetler çatışması’nın karşısına bugün sosyalistler bir başka seçeneği, bir başka imkânı öne sürme güvenini kazandılar. On yıl önce, yirmi yıl önce böyle bir şeyi söyleyebilme şansımız ya da güvenimiz yoktu.
Latin Amerika’daki kırılma bu açıdan çok önemliydi. Bu elbette Venezüella ya da Bolivya’yla sınırlı değil. Kıtada oluşan hemen hemen bütün yönetimler, ABD emperyalizmiyle aralarına bir mesafe koyma zorunluluğunu hissediyorlar. İkincisi, Venezüella’dan başlayarak sosyal politikalar eksenli misyonların bir tür moda haline geldiğini söyleyebiliriz. Yani eğitim, sağlık, barınma gibi hizmetlerin herkesin parasız olarak ulaşacağı haklar olduğu düşüncesi yeniden ‘moda’ haline geldi. Ortega gibi merkez sol siyasetçiler dahil, bize belki bugün çok uçuk gelebilecek bu tür sosyal talepleri Allah’ın emriymiş gibi kabul ediyorlar. Bu beraberinde ciddi bir siyasallaşmaya yol açıyor. Venezüella’da sendikalara ya da çeşitli taban komitelerine katılan insan sayısına bakıyorsunuz, neredeyse beş ya da altı kat artmış durumda. Elbette bütün bunlar dünyanın hemen her yerindeki emekçilere, ezilenlere umut aşıladı.
Moral bir değişiklik var, siyasal bir özgüvenin yeniden ortaya çıkması söz konusu bu anlamda. Bugün Filistinli yoksullar da Chavez’e karşı bir sempati besliyorlarsa buna sevinmek gerekir. Kısacası, bu süre zarfında üzerimizdeki ölü toprağı kalktı. Bu ciddi bir şeydir. 1980’ler ve 1990’lardaki gericilik veya neo-liberal egemenlik dönemini yaşamış insanlar açısından bu önemli bir şeydir. Sosyalizm yeniden inandırıcılık kazanmıştır.
Hugo Chavez’i aslında bir sosyalistten ziyade bir popülist olarak değerlendirmek daha doğru olmaz mı?
Şöyle bir örnek aktarayım. Chavez geçen gün, 22 Nisan’da bir konuşma yaptı. Hükümetinin çalışma bakanı bir Troçkist, Chavez’e bir kitap vermiş. Chavez de televizyon programında bu kitaptan bahsediyor. Biliyorsunuz, Chavez konuşmayı çok seviyor. Çıktığı Hola Presidente programında altı saat konuşuyor. Diyor ki bu sabah Troçki’nin bir broşürünü okudum: Geçiş Programı. Harika bir şey. Ben diyor, biliyorsunuz, Troçkist değilim ama okudukça onun fikirlerine saygım artıyor. Şaka gelebilir ama önemli bir tartışmayla bağlantılı. Chavez Birleşik Sosyalist Parti’yi kurmak istiyor. Daha önce 5. Cumhuriyet Partisi var ve seçim sistemi de şöyle: Parti diyor ki, Chavez’i aday gösteriyorum, benim partime oy ver. 5. Cumhuriyet Partisi de biraz ‘aferist’ bir parti, parti içinde ‘avantacı levantacı’ da çok.
Chavez diyor ki biz sosyalist parti kuracağız. Beni aday gösterecekseniz benle aynı partide olacaksınız diyor. Yine biliyorsunuz, ‘21. yüzyıl sosyalizmi’ diye de bir lafı gündeme getiriyor. Venezüella Komünist Partisi ise diyor ki, Bolivarcı devrim anti-tekelci bir devrimdir. Dolayısıyla, sosyalizmi inşa durumu yoktur. Biz bu yeni oluşuma dahil olmayız diyor. Kısacası sosyalist devrimin şartları henüz olgunlaşmamıştır diyorlar. Chavez diyor ki, siz ne diyorsunuz, adam 1930’larda yazmış, şartlar olgunlaştı da çürüyor diyor. Şimdi Venezüella Komünist Partisi mi Marksist, Chavez mi Marksist?
2003 yılındaki büyük savaş-karşıtı gösteriler zamanında İngiltere’de Tarık Ali’yle görüşmüştüm. O zaman gözlerinde , 15 Şubat 2003’te dünya çapında 12 milyon kişinin katıldığı gösterilerin yarattığı gurur ve özgüven vardı. “Savaş başlar başlamaz birçok ülkede on binler kendi parlamentolarının kapısına dayanacak,” diyordu. Derken savaş çıktı ve maalesef öyle bir şey gerçekleşmedi; aksine, savaş-karşıtı hareket geriledi. Kimse parlamento kapılarına dayanmadı.
Tek maddelik, bir talep etrafında oluşan hareketler vardır. Burada dikkat edilmesi gereken şey, bir şeye karşı çıkmak onun karşısında bütünlüklü bir iktidar stratejisi oluşturmak anlamına gelmez. Böyle bir strateji varsa kitle hareketinin karakteri başka olur, olmazsa başka olur. Geçen yıl Fransa’da İlk İş Sözleşmesi Yasası’na karşı gerçekleşen kitlesel eylemleri düşünün. 1848 ihtilali, Halk Cephesi ya da 1968 dahil olmak üzere, belki de Fransa tarihinin en büyük kitle gösterileri gerçekleşti. 2005 yılında neo-liberal Avrupa anayasa taslağına karşı çok büyük yürüyüşler oldu. Taslak yüzde 55’lik bir oranla reddedildi ve bunun büyük kısmı solun oylarıydı.
İyimser beklentilerin tersine bu muazzam sosyal hareketliliğin siyasete tahvili doğrudan bir biçimde gerçekleşmedi. Son başkanlık seçimlerindeyse sosyal demokrasinin solu, bir önceki başkanlık seçimlerine göre önemli ölçüde güç kaybetti. Dolayısıyla, kitle hareketinin, toplumsal hareketin siyasete nasıl tahvil edileceği meselesi hayli karmaşık bir konudur. Parti meselesi burada ortaya çıkıyor. Eğer bütün bu mücadeleleri bir iktidar perspektifiyle bütünleştirecek bir parti yoksa, Arjantin’de olduğu gibi kitle hareketleri gözünüzü alabilir ama bir yerden sonra tıkanma söz konusu olur.
Bu bağlamda Fransa’da sağa kayışla bütün sol ciddi sıkıntılar yaşarken Devrimci Komünist Birlik (LCR) ayakta kalıyorsa, bu tesadüf müdür yoksa açıklanmaya muhtaç bir olgu mudur, diye sormak gerekir. Bana kalırsa bunun sebebi, LCR’in bütün bu toplumsal hareketler içerisinde yer alırken neo-liberalizm ve sosyal liberalizmden bütünlüklü bir kopuş perspektifine sahip tek yapı olmasıydı. Elbette bir kez sınavdan geçmiş olmak üçüncü, beşinci sınavlardan da geçeceğiniz anlamına gelmez. Yeni deneyimler karşısında sürekli sınanmak ve bu anlamda da süreklilik çok önemlidir.
Tam da bu bağlamda partili siyasetten, örgütlü siyasetten, o bildiğimiz klasik siyasal angajman biçimlerinden daha gevşek, daha süreksiz bir siyasallaşma biçimiyle karşı karşıya değil miyiz? Solun toplumsal hareketlerdeki bütün canlılığına karşın, Fransa’daki başarısızlığının arkasında böyle bir etkenin de payı yok mu?
Fransa’da mesela Jose Bové’nin ortaya koyduğu çizgi böylesi bir yönelime işaret ediyordu. Bu belki bizde de tartışılması gereken ve çok demokratik görünen ya da ‘yarı anarşizan’ diyebileceğimiz bir siyaset biçimine referans veriyordu. Samuel Johsua buna ‘anarko-bürokratik siyaset’ diyor. Yani, form ya da söylem olarak anarşizan ama işleyiş itibarıyla bürokratik bir siyaset etme biçimi. Jose Bové solun örgütlü diğer yapıları karşısında kendisini yeni ve demokratik olarak sundu. Peki, Bové’yi aday olarak seçen kimdi? Hangi demokratik mekanizmanın ürünüydü bu adaylık? Aslında Bové kendi ve çevresi tarafından aday haline getirilmişti. Her parti mekanizmasında birtakım iyi kötü demokratik işleyiş mekanizmaları vardır. Çoğu insan bunları küçümseyerek ‘aygıt’ der. Oysa burada aygıt, birkaç kişinin iradesiyle sınırlıydı.
Bununla ilişkili olarak, son yirmi yıl içerisinde Latin Amerika’da ya da Avrupa’da şekillenen birleşik sol partiler de belli bir kriz yaşamıyorlar mı?
Bütün bu süre içinde çok farklı akımlardan gelen sosyalistlerin birleşik partiler kurma girişimleri oldu. Bunlar elbette zamanla kendi gerçekliklerini yarattılar. Bunu şunun için söylüyorum, bu partiler ‘birleşik’ bir parti olarak değil, bir ‘parti’ olarak kriz yaşadılar. Brezilya Emekçiler Partisi’nde bir kriz olduysa, yani parti sağa kaydıysa ve sol kanat partiden kopmak zorunda kaldıysa, bunun sebebi vakti zamanında farklı kökenlerden gelenlerin ortak bir parti kurmuş olması değil. Çünkü aynı kesimden geldiğinde de parçalanma olabiliyor. Bu anlamda farklı kesimlerden gelenlerin kurduğu partiler çöküyor da diğerleri ayakta kalıyor, dersek yanlış yapmış oluruz. Üstelik, örneğin Portekiz’deki Sol Blok gibi çok önemli ve başarılı birleşik parti deneyimleri de sürmekte. Bu partiler bir model miydi?
Aslına bakarsanız, mesela Alman Sosyal Demokrat Partisi’ni de Lassalcılar ve Marksistler beraber kurmuşlardır. 1917’ye giderkenki Bolşevik Parti’ye bakın, Troçki’nin dahil olduğu grup, sol Menşevikler, SR’lerden gelenlerin bulunduğu bir yapı çıkar karşımıza. Zaten çoğu zaman bu iş farklı kesimlerin bir araya gelmesiyle oluşur. Esas mesele şudur: Yapılacak iş konusunda mutabıksanız, nereden geldiğinize bakılmaz.
Sosyal demokrasinin çöküşü geleneksel sosyal demokrasi alanını boşalttı. Devrimci hareket dolayısıyla bu alanın da görevlerini üstlenmek durumunda kaldı. Sosyal demokrasi gündelik mücadeleler alanını tamamen boşaltınca devrimciliğin uzamı genişledi. Ancak bu durum elbette yeni bir çelişki yarattı. Bu kez bir kesim daha ‘reel politik’ bir tutum takınarak, gündelik siyasette sonuç almak adına iktidar düzeyinde temsil olanakları bulabilir miyiz diye bir arayışa girdi. Brezilya ve İtalya örnekleri ortada. Böylece aslında ister istemez geleneksel sosyal demokrasinin pozisyonuna iteklenmiş oldular. Sistemle kopuş mantığı terk edilmiş oldu. İtalyan Rifondazione Communista örneği ortada: Toplumsal hareketler merkezli bir siyasetten, hareketlerin geri çekilmeye başladığı 2003’ten itibaren kurumsal çerçeveye adapte olmaya dönük bir siyasete doğru geçirilen evrim. Böylece bana göre bu parti kendi ipini çekmiş oldu.
Solun tarihine baktığımızda enternasyonal geleneğin zamanla giderek geri çekildiğini görüyoruz. Günümüzde de bir yandan Komünist Manifesto’nun birçok açıdan çok güncel olduğu bir dönemden geçsek de küreselleşmenin solda da yurtsever ya da ulusalcı tepkilere yol açtığını ya da bu istikamette bir kırılma yarattığını da gözlemliyoruz. Belki tam da yeniden enternasyonalist bakışa geri dönebilecekken özellikle bu alanda solun ufku çok tıkanmış gibi.
Aslında enternasyonalizm yeniden itibar kazandı. Bizde ya da Paraguay’da kazandı mı, bu elbette ayrı bir tartışma. Ancak bir on, yirmi yıl öncesine göre enternasyonalizm, sosyal forumlarla, çeşitli devrimci örgütlerin bölgesel ya da kıtasal ölçekte yan yana gelmesiyle yeniden güncelleşti. 1996’da Zapatistaların düzenlediği Galaksilerarası Buluşma bu açıdan önemliydi. Bir yenilgi döneminden çıkışı temsil eden amblematik bir hadiseydi. Moral olarak önemli bir olaydı. Belki herkes zaten farkına varmaya başlamıştı ki kapitalizmin yarattığı tahribata karşı ulusal düzeyde mücadele çok sınırlı kalmaya mahkûmdu. Ulusal sınırlar içerisinde kalarak sorunları çözmek pek mümkün değil. Örneğin delokalizasyon, hani adam ücretleri ya da vergileri fazla bulunca fabrikayı söküp taşıyabiliyor. Canı sıkıldı mı gidiyor. Bu sadece azgelişmiş, ya da Üçüncü Dünya ülkeleri için de geçerli olan bir mesele değil. Fransa’da da ciddi bir sıkıntı bu. Şimdi bunun karşısında emekçilerin ortak sosyal kazanımlarını savunmak ancak uluslararası düzeyde yürütülebilecek bir ortak mücadeleyle mümkün.
Ulusal düzeydeki tekil çözümlerin günümüzdeki kısıtlılığının farkına ilk varanlar, benim izleyebildiğim kadarıyla, Latin Amerikalılar oldu. Çünkü Latin Amerika çok içli dışlı yaşayan bir alt kıta. Onlar Amerikan emperyalizminin tahakkümüne hep birlikte uğruyorlar. Sorunlarda ciddi bir ortaklık var, işte mesela yerli halklar meselesi gibi. Tam da bu bağlamda Brezilya Emekçiler Partisi’nin 1990’lı yılların başlarında başlattığı bir buluşmalar dizisi bu anlamda çok önemliydi. Bütün kıtadan çeşitli eğilimlere bağlı sosyalist, komünist, troçkist, maoist, popülist bütün yapıları bir forumda bir araya geldiler. İlk buluşmanın yapıldığı Sao Paulo’ya atıfla bu kıtasal buluşmalara Sao Paulo Forumu adı verilmişti. Bu buluşmalar bir dizi ortak sorunun birlikte tartışılması için önemli bir zemin işlevi görmüştür. 2000 yılından itibaren başlayan sosyal forumlar aslında Afrika’ya, Hindistan’a da yayılarak rüştlerini ispat ettiler. Hatta diyebiliriz ki, geldiğimiz nokta itibarıyla burada da bir doyum noktası söz konusu. Orada da sosyal forumların nereye evrileceğine dair bir tartışma yürüyor elbette.
Sosyal forumlara dair bazen ‘kongre turizmi’ şeklinde eleştiriler de yöneltiliyor…
Bizdeki algılanışının bu yönde olması beni şaşırtmıyor. Sendikal hareketin, toplumsal hareketlerin zayıf olursa, katılım elbette ‘turistik’ bir mahiyet kazanabilir.
Aslında bence sosyal forumların gündeme getirdiği en önemli gelişme, bizdeki algının tersine, ‘pratik’ bir enternasyonalizmi, ortak sorunlar etrafında ortak örgütlenmeyi mümkün kılması. Elbette bunun daha erken örnekleri de vardı. Mesela Avrupa’da 1990’ların ortasındaki Avrupa İşsizlik Karşıtı Yürüyüşleri. Aslında sosyal foruma katılmak da giderek aslında o hadiseye, işte hangi şehirde yapılıyorsa oraya gitmek değil de forum kapsamında oluşan ağlara katılmak anlamına geliyor artık; ortak sorunlar karşısında farklı ülkelerden mücadele edenleri bir araya getiren ağlar. Mesela eğitimde ticarileşmeye karşı farklı ülkelerden eğitimcileri ya da öğrencileri falan bir araya getiren ağlar, deneyim alışverişinin de ötesinde, ortak kampanyalar ya da ortak etkinlikleri önlerine koyabiliyorlar.
Kesinlikle. Dolayısıyla bizdeki hareketlerin zayıf oluşu forumlara bu ölçekte katılımı da engelleyen bir şey. Dolayısıyla ‘turizm’ imgesinin hakim oluşuna şaşmamak lazım. Yine de farklı deneyimlerden çıkarılacak derslerle kendi deneyimini inşa etmeye çalışanlar için yararlı olduğu gözden ırak tutulmamalı.
Türkiye’de devrimci hareketin neredeyse elli yıllık bir kitlesel tarihi var. Bugünkü durumsa ortada. İşte şimdi de cumhurbaşkanlığı seçimleri ve seçimler dolayısıyla solda bir yarılma meydana geldi. Teorinin konuşulmadığı garip bir yarılma. 1960’ların başında olsa hareket yeni diyeceğiz. Bugün geldiğimiz yer böyle bir tarihe, hareketin uzun deneyimlerine uymayan bir garabet. Bütün bu tarihsel süreci bir biçimde yaşamış biri olarak bu teorik sefaleti nasıl yorumlamak gerekiyor?
Tabii mesele genetik bir mesele değil. Yahut sanki bir dönem her şey çok iyiydi de birdenbire her şey kötüye gitmiş gibi de düşünmemek lazım. Bir süreklilik var mıdır? Önemli olan budur. Bu hususta söylenecek birkaç şey var. Yaşadıklarımız dünya ölçeğinde çok önemli olmayabilir. Ama kendi deneyimimiz bizim için önemliyse eğer, o deneyime sürekli olarak dönmek, onunla hesaplaşmak diyeceğim ama o da hesabını görmek olarak anlaşılacak, bir alışveriş içinde olmak gerekli. Ancak bizim tarihimizle ilişkimiz de maalesef menkıbeler düzeyinde.
Menkıbe demişken bugünlerde en çok işittiklerimiz TİP ve dönemin milletvekilleri hakkında ister istemez.
Tabii bugünle 1965 ya da 1969 seçimleri arasında bir kıyaslama mümkün mü diye bakarsak, karikatürü bile değil demek lazım. Bir kere 1965 yılında Türkiye toplumunun, çalışan sınıfların çok farklı bir yerde olduğunu görmek gerekir. Bir iki yıl sonra DİSK’in kurulacağını unutmayalım. Kristal-İş’te, Maden-İş’te falan gerçekleşen mücadeleler, tartışmalar sadece bir bürokrasinin tercihi ya da yönelimi olarak değerlendirilemez. Dipten gelen bir dalga vardı. İşçi sınıfında, küçük burjuvazinin bazı kesimlerinde, öğrencilerde bir hareketlenme vardı. Evet, belki işçi sınıfı Adalet Partisi’ne oy veriyordu; ancak onun reel sendikal mücadelesi içerisinden çok radikal eylemlere girişecek olan yeni bir yapı doğabiliyordu. Saraçhane’yi, Kavel grevini düşünün. Bu açıdan bugünkü sınıf hareketliliğini, toplumsal hareketleri o günle kıyas etmek mümkün değil.
Aydınların konumundaki farklılaşma da önemli. Bu elbette sosyalist hareket ve partiler açısından çok önemli. Elbette burada aydınlardan bahsederken piyasada karşılığı olan aydından ziyade hareketin parçası olan kendi aydınından bahsetmek daha doğru. Lenin hiçbir zaman piyasada bilinen, kabul edilen bir aydın değildi. Ne zaman Lunaçarski Bolşevik Parti’ye katıldı o zaman bazı aydınlar döndü dedi ki Lunaçarski Bolşeviklere katıldıysa bunlarda bir iş var.
Dolayısıyla, 1960’ların ortalarında TİP yönetiminde olan ya da parlamentoya giren aydınların konumu bugünkü aydınlardan bir hayli farklıydı. Bugün mesela en saygıdeğer gazetecinin bile toplumsal karşılığı nedir? Ama örneğin TİP milletvekili olan bir Çetin Altan’ı, başta Demirel, herkes okurdu. Akşam gazetesi neredeyse sadece Çetin Altan okumak için alınırdı. Veyahut TİP’te yer alan kimi avukat, kimi ziraat mühendisi olan insanlar da kendi dallarında ciddi karşılığı olan kimselerdi. Parti mekanizmasının kutsamasıyla öne çıkmış insanlar değillerdi. YÖN dergisi -beğenin beğenmeyin- neredeyse bugünkü bir gazete kadar okunuyordu, yani ciddi bir karşılığı vardı.
Belki şahısların da ötesinde, o dönemde belki de aydının manası ve toplumsal karşılığıyla bugünkü anlamı ve karşılığı arasında da ciddi bir farktan bahsedemez miyiz? Kültür alanının tamamen piyasalaşmasıyla böylesi bir dönüşüm gerçekleşmedi mi?
Bunu söylemeye çalışıyorum. Mesela Çetin Altan’ın Onlar Uyanırken adlı kitabını düşünün. Çöpçüsünden memuruna insanlar, Çetin Altan’ı bir dert babası olarak görüyor ve ona yazma ihtiyacı duyuyorlar. E-mail ya da telefon değil, oturup mektupla böyle bir ilişki kuruyorlar. Onlar iyi bunlar kötü anlamında söylemiyorum ama toplumsal karşılıkları açısından bakıldığında o dönemde aydınların ayrı bir yeri, bir ağırlığı vardı. Bugün örneğin ANT dergisi gibi haftalık bir sosyalist dergiyi düşünmek mümkün değildir. Doğan Özgüden, Yaşar Kemal, Fethi Naci gibi isimlerin oluşturduğu bir dergi. Tabii öyle bir hareket var ve bu aydınları çekiyor, buna imkân veriyor. TİP 1965’te de, 1969’da da yüzde 3 gibi bir oy almışsa bunun etkisini unutmamak lazım. İkinci seçimlerde de TİP’in aynı oyu aldığı ve ciddi bir düşüş yaşamadığı çoğu zaman unutuluyor aslında. Düşüş seçim sistemindeki değişimden kaynaklandı. Ayrıca, mesele seçim sisteminden ibaret değil elbette. Bir yandan işçi hareketi, öğrenci hareketi, Kürt hareketi gelişiyor ve TİP bu gelişime cevap veremiyor. Sadece seçim sistemindeki değişim ya da MDD meselesi değil söz konusu olan. Partide bir kriz vardı. TİP 1969’da grup kursaydı da sorun devam edecekti. Çünkü mecliste parlamenter çalışma yürütecekseniz bununla sokak arasında bir mütekabiliyet olması gerekir. Kürsüyle mücadele arasında bir bağlantı olmalı. Yoksa Aybar gibi son derece karizmatik, tutarlı, çalışkan, heybetli bir milletvekili vardı. Hatırlıyorum, Aybar, Russel Mahkemesi için gittiği Vietnam’dan döndüğünde Taksim meydanında konuşurken oradaydım. “Vietnam’dan geliyorum,” diye konuşmaya başladığında tüylerimiz diken diken olmuştu.
Dolayısıyla, o günkü seçimler ile bugün arasında kurulan paralellikleri pek doğru bulmuyorum. Önemli olan neye karşılık düştüğünüz, neye tekabül ettiğinizdir. Biriken mücadeleler varsa ve onun kürsüsü olursanız bu anlamlı olur. Bu, sizin niyetinizden de bağımsızdır. İşte, ben birtakım mücadelelerin kürsüsü olacağım diye düşünebilirsiniz ama önemli olan mücadelenin ebadı ve düzeyidir. Ayrıca, olduğu kadarıyla mücadele seni oraya temsilci diye gönderiyor mu? TİP mücadele düzeyi 1965’te daha düşükken var olanı temsil edebilmeyi başardı; ancak sonra Doğu mitingleriyle, 1968 sonrasındaki fabrika işgalleriyle, köylü hareketiyle gelişen mücadeleleri temsil edemedi. Kriz orada zaten. Hareket yükselirken parti geride kaldı. Zaten bir sosyalist partinin krizi tam da sınıf hareketiyle aranızda bir kopukluk meydana geldiğinde gündeme gelir.
Hasılı, menkıbe yerine bir deneyi bütün gerçekliğiyle, yanlışlarıyla, yeniyetmelikleriyle ve naifliğiyle kavramak önemlidir. Deneyden ders çıkarmak ifrata ve tefrite kaçmamakla mümkün olur ancak. Zaten sıçramalar arada olur belki ama sınıf hareketinin, sosyalist hareketinin oluşması, gelişimi öyle hızlı gelişen, kolay bir süreç değildir. Deneyimi birbirine aktaracak, bağlayacak mücadeleler gerekiyor. Kopuş olduğu anda hafıza boşalır, o zaman da bilinç kalmaz zaten. Çünkü bilinç mutlaka hafızanın üzerine oturmak zorunda. Bu bakımdan 1960’lardaki bütün toplumsal hareket ve mücadeleleri basit bir biçimde parlamenter deneyime sıkıştırmak mümkün değil. Parlamentoya sıkıştığı zaman bitti zaten. Hem de TİP çok başarılı bir parlamenter bir mücadele vermesine rağmen krizi önleyemedi. Çünkü bu mücadele unsurlardan sadece biriydi. Temel unsurlardan biri miydi?
Bir Marksist olarak şunu samimiyetle söyleyebilirim ki, hayatta yoksan orada olmanın fazla bir anlamı yoktur. Hatta kurumsal ilişkiyle aşağıdan mücadele arasında bir paralellik kuracaksan bunun bire bir de olmaması lazım. Aşağıda daha güçlü olman lazım, kurumsal temsilin daha zayıf olması lazım. Çünkü aşağıda sağlam olmazsan kurumsal temsiliyet ilişkisi seni balçık gibi çeker. Yoksa yukarda kaptırırsın…
Brezilya örneği bu açıdan anlamlı…
Elbette. Şimdi bazı arkadaşlar diyor ki, bir milletvekilimiz olsa fena mı olur? Bizim IV. Enternasyonal seksiyonu Sosyalist Demokrasi’nin Brezilya’da bakanı vardı, mahvolduk vallaha. Üstelik bakanı topraksızlar hareketi, yani MST kendisi talep etti. Hani bu adamı bakan yapın, bizim işimize baksın diye. Öbür taraftan en radikal toplumsal hareketle organik ilişki vardı. Bu halde devlet mekanizmasını da anlayamazsın. Devlet o kadar nötr bir şey değil ki. Ben oraya girersem başka türlü işletirim, sen girersen başka türlü işler. Onun kendi işleyişi vardır ve onu kıramazsan zaten sen de o çerçevede işlemeye başlarsın.
Peki, bizde neden menkıbeler hakim oluyor? Yani hafızayla kurduğumuz ilişki neden böylesine problemli?
Menkıbe yaratmak, kutsamak, sanıldığının aksine, o mücadelenin gerçek değerini hakiyeksan etmektir. Buradan ders çıkaramazsınız. Dolayısıyla geçmiş deney haline gelmez ve bugün kendi mücadelenizde yaşatamazsınız onu. Kutsarken küçümsemiş oluyorsun. Çünkü bire beş katarak anlatınca, insanların bir şeylerle büyük zorluklar ve felaketlerle başa çıkma yollarını da es geçmiş oluyorsun. Menkıbenin böyle paradoksal bir boyutu var.
Teorize edilemeyen bir hafızayla mı karşı karşıyayız?
Yok, her deneyim teorize edilebilir, bu da teorinin nisbi özerkliği gereğidir zaten. Ancak şu doğrudur, biz kendi deneyimimizi evrensel deneyimle bütünleştiremiyoruz, daha büyük bir tarihin parçası kılamıyoruz. Sofrada elbette bizim de tuzumuz var ama bu tuzun anlamını kavrayabilmemiz için de sofranın bütününü görmemiz lazım.
Ama diğer yandan bilhassa 70’lerde SSCB’den Çin’e, hatta Hindistan’daki Çaru Mazumdar’a kadar hepsini ithal ettik. Diğer yandan siz diyorsunuz ki kendimizi evrensel hareketin parçası sayamadık.
Taklit başka bir şeydir. Bizde yaşananların önemli bir kısmı içselleştirilmiş değildir. İçselleştirmek için bir kere olayın kendisini iyi anlamak lazım. Türkiye’de Çin devrimi çok tartışılmıştır. Ancak Türkiye’de Çin devrimine ilişkin aslında sadece bir tane ciddiye alınır çalışma yayımlanmıştı. Fairbank’ın Doğan Yayınları’ndan çıkan Çin’in Sömürgeleşmesi ve Amerika’nın Asya Politikası, 1840-1950. Çok eski bir kitaptır. Ama 19. yüzyıldan, işte afyon savaşları öncesinden itibaren devrim tarihini aktarır. Türkçe’de olan budur. Yabancı dillerde başta sevgili Pierre’in (Rousset) kitabı olmak üzere çok sayıda nitelikli çalışma var elbette. Çok sayıda Maoist arkadaşla konuştuğum bir husus vardır. Mao, Stalinist midir değil midir? Stalin’in adamı Wang Ming’tir. Çok bilinmez. 1930’lu, 1940’lı yıllarda, belki Mao’yu bilmezsin ama Wang Ming’i bilirsin. Stalin 1948 yılında diyor ki, devrimden bir yıl önce, Çan Kay Şek’le birleş, milli koalisyon hükümeti kur. Mao bunu dinlemiyor ve devrimi yapıyor. İyi yapıyor. Biz hakikaten Çin devrimi hakkında ne biliyorduk?
Ama diğer yandan da çok mücadeleci bir devrimci gelenek söz konusu. Yine de belki hâlâ yeterli olgunluk yok…
Lenin de zaten partiyi mücadele örgütü olarak tanımlar. Ama buradan bilinç çıkmaz. Yani, bu mücadeleyi nerede, kimin adına neyle, ne için yapıyorsun? Bu bir buluşmadır aslında. Bu buluşmada tek bir unsur eksikse patinaj yapmaya başlarsın. Bunun içinde siyasi kültür var, teori var, örgüt var, sınıfla olan ilişki vs. vs. Şimdi bu buluşma sadece bizde mi gerçekleşmedi? Zaten bu buluşma genel olarak gerçekleşmez. Çok az yerde gerçekleşiyor. Hele hele 1975-1980 gibi bir dönemde devrimci bir siyasi amacın olmasa bile sadece hayatta kalmak için bile saf tutmak zorunda kalıyorsun. Ama diğer unsurlarla bağlanmıyorsa işte eksik kalıyor. Bizde genelde bir 1965-1969 yüceltmesi vardır ama unutmamak gerekir 1960’lı yıllar hareketin daha yeniyetme, oturmamış ve tabiri caizse tam da şuurlu olmayan ve kendiliğinden olduğu bir dönem. Oysa 12 Mart sonrasında ciddi bir anlama çabası oldu. Arkasından yeni bir kuşak geldi. Her zaman lazımdır bu.
Eski, deneyimli kuşağın ardından yeni bir kuşak gelmezse sen pir aşkına istediğin kadar düşün. Sonra 12 Mart’ta ordu itibar kaybetti. Yani, ezilmiştik belki darbeyle, ama hapisten itibarlı çıktık. İşte bu anlamda 1970’ler aslında ciddi bir laboratuardır. Bu dönem daha aşağıdan çalışmaların yapıldığı bir dönem oldu. Bir dizi irili ufaklı siyasal örgütlenme aracılığıyla bir dizi önemli kitle mücadelesi ve hareket deneyimi yaşandı. Sorun şurdadır: Eğer 12 Eylül sonrasında yeni bir kuşak, yeni mücadeleler gelseydi halka kopmazdı. Aslında elbette gerileme 12 Eylül’de başlamadı. En azından 1979 sonbahar seçimlerinde başlamıştı bile. Ama dediğim gibi arkadan yeni bir yükseliş dönemi gelmedi.
Halka 12 Eylül’de mi koptu?
Yeni mücadele yoksa halka kopar. Bütün mücadeleler eksiklidir, tamamlanmamıştır. Önemli olan devamlılığı sağlamaktır. Sadece eski kuşakların sürekliliği anlamında değil. Yeni bir unsurun devreye girmesi gerekir. Efsane olmaktan, menkıbe olmaktan sizi bu kurtarır. Elbette 1987-1991 yılları arasında işçi hareketinde, gençlik hareketinde bazı canlanmalar oldu gerçi ama bunlar kalıcı olamadı, devamı gelmedi. Buna dair elimizde hazır bir reçete yok. Yeterli, doygun mücadeleler açığa çıkmıyorsa bir döneme karakterini verecek olan değişim de gerçekleşmiyor. Mücadele elbette birçok yerde var belki ama bir dönemi belirleyecek doygunluğa erişemedi. Bugün varmış gibi yapmanın ve bunun temsilciliğine soyunmanın karşılığı yoktur. Toplumsal hareketleri inşa etme konusunda karınca kararınca katkıda bulunmak uzun vadeli bir iştir ve aslolan budur. Burada maymuncuk arayışına girmemek gerek. Hep hesapta olmayan bir faktör tarihe intikal eder. Bu faktör de işte bu irili ufaklı mücadelelerin sonucudur.
Önümüzdeki seçimler sol açısından böyle hesapta olmayan bir faktör olarak değerlendirilemez mi?
Seçim süreci biraz önce aktardığım mücadelelerin bir uzantısı olmalı. Yani, seçim sonrasında bu mücadeleler açısından daha donanımlı, daha hazırlıklı olunmasını sağlayacak şekilde sosyalist hareketin inşasına katkıda bulunmalı. Temel mesele budur. Bugün üçsek yarın dört, dörtsek beş olmanın yolu aranmalıydı. Seçimin sosyalistler açısından esas manası budur. Bu boyutu hafife alarak esas olarak temsiliyeti öne çıkarmak biraz önce söylediklerimle örtüşen bir şey değil. Taktikler elbette farklı olabilir. Ama dikkat edilmesi gereken şey, yönelimin kurumsal çerçevede temsile odaklanmasının sorunlu oluşu. Üstelik sakatlanmış bir meclisle karşılaşabiliriz. Bugün iyi saatte olsunlarla yakın ilişkideki birçok yorumcu, seçim sonrasında oluşabilecek yeni bir krizden ve yeni bir seçimden dahi bahsetmekteler. Nihayetinde bir e-muhtırayla seçimlere gidiyoruz. Oluşacak meclis anlamlı bir meclis gibiymişçesine ona bir değer atfetmek bir yanılsama yaratmaktan başka bir anlama gelmez. Oluşacak meclise özel bir önem atfetmek bana çok anlamlı gelmiyor.
Yarın bir savaş ihtimali doğarsa ne olacak? Elbette DTP’nin bağımsız adaylarla seçime girmesi mantıklı, makul bir şeydir. 1995 yılında BSP ile HADEP arasında ittifak yapılırken barajın geçilemeyeceği ortadaydı o zamanki genel başkan Murat Bozlak’a eğer niyetiniz meclise girmekse neden bağımsız adayla girmeyi tercih etmiyorsunuz diye sormuştuk. Şimdi millet bunu çok zekice, akademik bir buluş olarak, sanki NASA’da bulunan bir şey gibi görüyor. DTP elbette bu taktikle meşru bir biçimde kendi tabanını meclise taşımış olacaktır.
Daha önce konuştuk, toplumsal karşılığını kurumsal çerçeveye taşırken bir dengeyi göz önünde bulundurmak gerekir. Bu açıdan bugün bu taktik sosyalist hareket açısından makul bir seçenek değildir. Toplumsal ve siyasal güç ilişkilerinde anlamlı bir ağırlık olmadan temsili mekanizmalara bir anlam yüklemek, buradan hareketle diyalektik bir bağ kuruyoruz diye aşağıdan yukarıya olmadıysa, yukardan aşağıya siyaset yapmanın kanalları da yoktur. Tekrar etmek gerekiyor, TİP 1965’te bir grup kurmuştu, üstelik çok iyi bir parlamenter mücadele verdi ancak bu hayatiyetini sürdürmesine katkıda bulunmadı. Çünkü artık mücadeleleri temsil kabiliyetini yitirmişti. Kurumsal temsiliyete en elverişsiz şartlarda bile toptan sırt çevirmek yanlıştır. Ancak öncelikli olan hareketin mücadele kapasitesini artırmak ve onun gerektirdiğinden daha fazla bir temsiliyete de sıvanmamaktır. Aksi takdirde bağlantı kopar.
Diğer yandan mevcut siyasal yapıların yetersizliği de bu seçeneği daha cazip kılmıyor mu? Bu taktik parti olarak girmekten daha büyük bir etki yaratma imkânı değil mi? Üstelik de insanların parti, örgüt, program gibi katı angajmanlara girme noktasında tereddüt gösterdiği bir dönemde…
Bu konuyla bağlantılı olarak parti ya da siyasal örgüt karşıtı bir yaklaşımın kimi çevrelerde etkili olduğu da açık. Sosyalist siyasal yapıların varlığı ve etkisi bilinçli olarak küçümsenmekte. Bu anti-parti yaklaşımı liberal, zamane bir fikir. Ancak bu yaşanmış bir şeydir aslında. Yeniden yaşayabiliriz elbette, ama ne faydası olur bilemem. Garip bir hayale yaslanıyor aslında. O da şu: Parti mücadelesine katılmayan ya da katılamayan bir yığın insan var; veyahut da partili mücadeleye katılanlar sekter, aşırı, doktriner, hayatın gerisinde kalmış olanlar, oysa parti dışında açık, ferah geniş kitleler var. İnşallah böyledir. Fakat hangi terazide bunları görüyoruz?
Mesela sendikal mücadele ya da herhangi bir toplumsal mücadelede acaba etkin olan internetten imza verenler midir, yoksa mücadele edenler esas olarak militan, ya da yeni tabirle aktivist dediğimiz insanlar mıdır? Daha önce Fransa’daki Bové örneği hakkında da konuştuk. Bu siyasi örgüt düşmanlığının bir uzantısı olarak, dört-beş yılda bir bazı şahsiyetler önemli bazı projeler üreterek hayata müdahale ederler. Oysa siyasi bir organ kurmadan, demokratik işleyiş mekanizmaları oluşturmadan siyasal kararlar almak görüntünün aksine demokratik de değildir. 1980’lerle birlikte giderek yaygınlaşan örgütsüzlüğün savunulması, ortak demokratik karar mercilerinin küçümsenmesi ve herkesin kendi başına peygamber olmasıdır. Zaten Türkiye sosyalist hareketi gibi şahısların bu kadar önemli olduğu başka bir sosyalist hareket bulamazsınız. Bizde çok sayıda önemli şahsiyet vardır. Ortada ciddiye alınabilir bir toplumsal hareketlilik, uluslararası ölçekte adı anılmaya değer teorik bir faaliyet yoktur ama fihristin kerameti kendinden menkul aydın ve şef bölümü silme doludur.
Soldaki tarihsicilik, geçmişi hikâyeleştirme eğilimi onu sıradan insanların somut mücadelelerinden uzaklaştırmıyor mu? Bugünün mücadelelerine illa ki idealize edilmiş bir tarihi anlatının yüküyle yaklaşmak ne kadar doğru, ne kadar etkili?
Hiçbir zaman sıfırdan başlanmaz. Bu dünyada bizden önce binlerce yıllık yaşanmış olanları biz reddetsek ne olur ki? Muarızların çok büyük bir tarihsel birikimle geliyor. Sarkozy diyor ki, 68’in defterini dürmeye geldim. 68 bugün var mı, yok. Ama Sarkozy biliyor ki 68 tehlikeli. Thacher 84-85’te madencileri niye çökertti? Scargill’den korktuğu için değil elbette. Bu da tarihsel bir şey, yani sınıfsal bir şey. Çünkü kendisinden önceki muhafazakâr hükümetin imanını göçerten madenciler olmuştu. Bunları çökertmezse, bu belleğin üstünden geçmezse düşündüklerini yapamayacağını biliyordu. Thatcher o bilinçle, işte o hafızayla geldi.
Bu açıdan konuşmamın başında sözünü ettiğim her türlü menkıbe, efsane, gerçekliği tahrif etmesinden ötürü -Marx’ın sözüyle- devrimin ruhunu bulmaya hizmet etmez, devrimin hayaletini çağırmaya yarar. Bu hayalet çağrıcılığı bir tür bürokratik deformasyondur. Dünyanın neresinde olursa olsun bu tür menkıbelerin ürünü olmamıştır sosyalist hareketin yeniden canlanması.
Yeni kuşaklar için geçmiş mücadeleler, bütün yetersizlikleri, tamamlanmamışlıklarıyla kavrandığı oranda önümüzdeki mücadelelerde kendilerini yeniden üretebilirler. Bir de mücadele deyince öncelikle ‘kitle’ mücadelesinden söz edildiğini unutmamak gerekir. Başa döndük, anlamlı bir kitle mücadelesi birikimi olmadan ‘sıçrama’ beklemek, mücadelesiz yenilgilere zemin hazırlamaktan başka bir işe yaramaz.
Söyleşi: Berik Tarık, Foti Benlisoy, Osman Akınhay – Mesele 7, Temmuz 2007