Salih Öztürk –
Türkiye’de İslamcılığın karakteri
Türkiye’de İslamcı bir hareketten kasıt eğer bağımsız bir siyasi güç odağı olmak ise söylenmesi gereken ilk şey bunun 1960’ların sonlarına kadar mümkün olmadığıdır. Bağlantılı biçimde Osmanlı İmparatorluğu döneminde de ayrı bir İslamcı hareketten söz edilemez. Dünyadaki diğer örneklere baktığımızda modernleşmeye ve sömürgeciliğe tepki olarak gelişen siyasal İslamcılık Hindistan ve Mısır gibi özellikle de İngiliz sömürgeciliği altındaki ülkelerde, haliyle mevcut devlet aygıtından bağımsız olarak şekillendi. O ülkelerin yerel yönetici güçlerinin de emperyalistlerle işbirliği içinde oldukları düşünüldüğünde bu anlaşılır bir durumdur. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise doğrudan bir sömürge yönetimi yaşanmaması andığımız ülkelerde serpilen türde İslamcılığın Türkiye’de zemin bulabilmesini epeyce güçleştirdi ve ulemanın devlete bağımlılığını kronikleştirdi. Diğer bir yeni akım olan Vahabilik ise Osmanlı Devleti ile kanlı bıçaklı durumdaydı; bu anlamda ne devlet katında ve ne de ulemada hiçbir yankı uyandırmaması doğaldı.
İmparatorluğun yıkılışında ve işgal yıllarında diğer siyasal akımlar gibi İmparatorluk sonrasında ne olacağına dair büyük tartışmada çeşitli dergilerle gündeme müdahale etmeye çalışan İslamcıların zihninde kendine özgü bir siyasal ufuk yoktu. Dönemin İslamcılığı henüz İmparatorluk dönemi değerlerinin savunusundan ayrılamıyordu. Osmanlı İmparatorluğunda uzun süreli doğrudan bir sömürgecilik karşıtı mücadele yaşanmaması İslamcı hareketin kimliğini de önemli ölçüde belirledi. Üstelik birkaç yıllık işgal karşıtı mücadelenin önderliği de modernleşmeci laik Ankara hareketindeydi. Böylece zaten hiçbir zaman bağımsızlaşmamış İslamcılık Osmanlı’nın geçmiş güzel günlerini yâd etmekle, modernizme günü birlik tepkiyle yetinen solgun bir figür olarak kaldı.
Yeni Cumhuriyet’in dine karşı bastırmacı tutumunu takip eden kıyafet devrimi, harf devrimi gibi uygulamalar gelenekselci kesimlerde itirazlara hatta yer yer ayaklanmalara yol açsa da bir siyasal hareketten söz edilemez. Demokrat Parti dönemlerine kadar İslamcılar genellikle yer altındaki tarikat çevrelerinde kaldılar ve rolleri genellikle öğütçü çizginin dışına çıkmadı. Ülkedeki tüm gelenekselcileri çatısı altında toplayan DP’nin İslamcılığa açtığı alan bile esasen muhafazakâr bir renkle dolduruldu. İslamcıların sokaktaki pozisyonları ise fiilen sosyalist muhalefeti bastırmak, egemen devlet yapısını savunmak şeklinde tezahür eden Soğuk Savaş dönemiyle belirlenmiş eylemlerdi. O dönem Afgani, Seyid Kutub, Mevdudi gibi “ıslahatçı” “İslami uyanış”ın örnek isimlerine karşı açılan karalama kampanyaları hareket içinde “muhalif” bir anlayışın gelişmesini de engelledi.
İslamcıların Devlet’e kabulü
Necmettin Erbakan’ın ismiyle öne çıkan Milli Görüş ise o dönem dünyadaki diğer İslamcı hareketlerden etkilenmekle birlikte daha çok geleneksel bir renktedir. Devletçidir, milliyetçidir ve gerçekte Mısır’da, Kuzey Afrika’da İran’da, Suudi Arabistan’da ve Hindistan’da şekillenen hareketlerle dirsek teması olmasına rağmen Türkiye’ye özgü bir gerçeklik zemininde yer alır.
1970’de MNP’nin kuruluşu “siyasal İslam” açısından yeni ve farklı bir dönemin açılışıydı. MNP’yi takip eden MSP’nin kalkınmacı tezlerini AP’nin “Nurlu Ufukları”ndan ayırt etmek kolay değildir. MSP’nin 1974’de CHP ve daha sonraki Milliyetçi Cephe hükümetlerine girmesi devlet ve toplum katlarında İslamcılığın meşruiyetini pekiştirdi. Artık İslamcılar doğrudan siyasi kimlikleriyle devlet mekanizmalarının ve bürokrasinin içindeydiler. Bu iki yönlü bir gelişimdir. Bir yandan MSP devlet nezdinde kabul görürken diğer yandan da devlet İslamcı hareket nezdinde yeniden onaylanıyordu. Bunun daha açık anlatımı burjuva devletinin mekanizmalarının işlemesine İslamcıların engel olmayacağının burjuvazi tarafından anlaşılmasıdır.
Milli Görüş hareketi artık bağımsız bir çizgiyle siyaset sahnesinde olsa da devletçi ve Osmanlıcı damganın kalıcılığından kurtulamadı. Milli Görüş eskinin muhafazasına dönüştükçe salt modernliğe karşı Osmanlı’nın propagandacısı bir kimlik edindi.
1979 İran Devrimi’nin Türkiye İslamcı hareketinde de önemli etkileri olduğunu biliyoruz. Özellikle de 80 sonrası yıllarda tırmanan İrancı çizgi göze batsa da bu, genel muhafazakârlık çizgisinin ikliminde bir sarsıntı yaratamadan silindi. Bugün artık Hüda-Par çevresinde ifadesini bulan hareket daha çok Şafi alanına sıkışmış vaziyette. Buna karşın egemen Hanefi çoğunluğun İslamcılığı aslında 60’ların sonlarındaki durumundan pek de farklı değildi.
Neolibarel muhafazakârlık
Milli Görüş çizgisinin neoliberal bir devamı olan AKP’nin de aynı çizginin uzağında olduğunu söyleyemeyiz. AKP iktidarının ilk yıllarındaki neoliberal söylemini, muhafazakâr demokratlık söylemini hatırlayalım. Bu çizgi DP-DYP-ANAP çizgisinin devamından ayırt edilemez haldeydi ve bu haliyle de tüm merkez sağı kapsayıcı şişkinliğe ulaştı. Merkez sağın çoğunluğunun Osmanlı hülyasından çok modernleşmenin ganimetlerinden, küreselleşmenin getirdiklerinden nemalanmanın peşinde olduğu malum.
AKP’nin ikinci dönemini ayırt eden şey uluslararası krizin aldığı yeni boyuttur. Krizin etkisiyle durağanlaşan ekonominin ranta ve inşaata bağlı olarak aşılması çabası baskıyı, AB sürecinden uzaklaşmayı getirdi. Giderek bir şirkete dönüşen muhafazakâr bir parti kitleler üzerinde daha iyi tahakküm kurabilmek için elbette ki dini ön plana çıkarır. Bir anlamda doğası kendisini oraya götürür. Öbür yandan Ortadoğu’da bir pazar elde ederek büyük oynayabilmek için ise İslam bayraktarlığı ve o toprakların rengini almak şart. Böylece Taliban Hareketinden, Müslüman Kardeşler ve Hamas’a kadar geniş bir çeper kurmak isteyen AKP haliyle Milli Görüş İslamına Ortadoğulu renkleri de katmak, deyim yerindeyse uluslararasılaşmak durumundaydı.
Türk sağının yüz yıllık özlemi Osmanlıcılık ve Ortadoğu’lu İslamcı görüşlerin kaynaşması bugünkü AKP’nin dinci yüzünü oluşturuyor. Tabii ki, ithal İslamcı düşüncelerle AKP tabanının büyük çoğunluğu ile arasındaki bağ sadece retorik ve hamaset düzeyinde.
Selefilik
İslamcı hareketteki diğer bir önemli gelişmeyi unutmayalım: Selefiliğin hızlı yükselişi. Aslında Suudi Vahabiliği ile kan bağı bulunan Selefilik salt Kuran’a dönüşü ve Kuran’ın vaaz ettikleri dışındaki tüm dinsel göreneklerin küfre gireceğini öne sürerken gerçekte tarihi gelişmelerle de, yerel renklerle de bağını büsbütün kopartma eğiliminde. Mısır Selefiliği, ardından El Kaide ve nihayetinde IŞİD ile ifadesini bulan hareket aynı zincirin parçaları. Yerel geleneklerin ve tarih içinde edinilmiş uygulamaların ve tabii ki Şia’nın yeminli düşmanı halindeki bu hareket ile Türkiye’deki müesses Sünni zihniyet arasındaki derin uçurumun, bir caminin iç süslemelerinde bile ortaya çıkabileceğini görürüz. Örneğin bir camide Peygamberin ve halifelerin adalarının yazılı olması bu zihniyete göre düşünülemez bir şeydir. Sonuçta Türkiye’deki geleneksel tarikatların, cemaatlerin hemen hepsi Selefi tekfircilikle uzlaşmaz çelişkiler barındırıyorlar; IŞİD vasıtası ile selefiliğin kapı komşusu oluvermesi ve ülke içindeki bir kesim ulemadan utangaç tonlarda destek alıvermesi geleneksel kesimlerin tüylerini diken diken ediyor dense yeridir. Bu anlamda Suriye politikasında bir süreliğine IŞİD’e destek çıkan AKP’nin selefiliğe kaydığını söyleyemeyiz. Bu Türkiye’deki dinciler için çok büyük bir tarihsel dönüşüm olurdu. İtikadi tartışmalara burada girecek değiliz ancak Hanefi-Maturidi itikadının Selefiliğe yenik düşeceğini sanmak şu aşamada hayalcilik olur.
Muhafazakâr ve Osmanlıcı
Peki AKP ve Erdoğan otoriterliğinin giderek derinleşip süreklileştiği, giderek modernizmden ve laiklikten intikam alma çabasına dönüştüğü, dinin eğitimden başlanarak tek norm haline geldiği günümüzde AKP’nin İslamcılığının nitelik değiştirdiğini söyleyebilir miyiz? Hayır, AKP içinde İslamcılığın bin bir rengini barındırmasına rağmen yine de o hâlâ o eski muhafazakâr ittifaktır.
Buna karşın Erdoğan ve ekibinin dünyadaki krizden de etkilenerek iktidarını sağlamlaştırma, ülkeyi Osmanlılaştırma megalomanisi baskıyı zorunlu kılıyor.
Fakat baskı sadece devlet aygıtı ile gerçekleştirilemez bir toplumsal destek de şarttır. Bu durumda Erdoğan giderek daha muhafazakârlaşmak ve devamında dinci argümanlara daha çok sarılmak, toplumu da muhafazakârlaştırmak zorunda; zira kendisini ayakta tutacak toplumsal destek ancak böyle ayakta tutulabilir. Böylece dincilik giderek tırmandırılır. Ancak bu dincilik devletçi muhafazakârlıktan ötesi değildir. Aslında bu Türkiye İslamcılığının genel bir sorunudur da. Yani bedel ödemeye niyeti olmayanların, dünya sisteminden pay kapmaya, daha çok zenginleşmeye ve şirketleşmeye çalışanların, herhangi bir darbeye direnç gösterme geleneği olmayanların İslamcılığı. Maazallah yeni bir 28 Şubat benzeri bir gelişme olursa sokağa çıkacakların sayısının tıpkı bundan öncekiler gibi birkaç bin kişi ile sınırlı kalacağını kolaylıkla tahmin edebiliriz. Hüda-Par, Hamas, Işid vb. gibi eğilimlerin daha fazla göze çarptıkları doğru ama tabanın çoğunluğu özünde DP-ANAP zihniyetindedir ve ne olduğu belirsiz Osmanlıcılıktan ve muhafazakârlıktan ötesine geçemeyecektir. İlginç olan toplumun yarısına yakınının desteğini alan AKP’nin kimi “palalılar”, fevri topluluklar ve yerel çeteler göz ardı edildiğinde sokakta örgütlü bir militan destekten yoksun oluşudur. Tabii polis desteğinin kâfi olduğunu da söylemek mümkün ama bu da hareketin niteliği konusunda bir şeyler gösteriyor. Örneğin Hamas, Hizbullah ya da Müslüman Kardeşler benzeri bir hareketin toplumun yarısından destek almasından çok farklı bir manzaradır bu. Sonuç olarak devletten kopamayış, tepeden inmecilik ve devlet aygıtına bağımlılık Türkiye İslamcılığında da irsî bir sorundur. Tabii ki, AKP rejiminin aile şirketlerinin ve iş adamlarının çıkarlarını savunmak için dinci gericiliği topluma hâkim kılma çabasında illa ki kitle tabanıyla birlikte safkan Şeriatçı olmasına gerek yok. Osmanlıcılık da bu işi görmeye yeter.
(Bu yazı Yeniyol’un Mart-Nisan 2015 tarihli 13. sayısında yayınlanmıştır)