Utku Uraz Aydın –
İhraç edilişimi takip eden haftalarda bir dizi çelişkili duygu yaşadım. Rahatlama, keder, sevinç, öfke, gurur gibi. Katman katman, oluk oluk ya da. Heyecanla başlayıp kendimi bulduğum fakat giderek tadı kaçan mesleki yaşamımın sona erişiyle, kırk yaşında bir yenisini inşa etme zorunluluğunun yaşattığı bu gelgitlerden sonra nihayet ruh halim sabitlendi. Nereye, onu tam bilemiyorum. Evden kaçtığımda hissettiğim o özgürlükle tedirginliğin bitiştiği noktaya herhalde. Küçükken tabii, bu yaşta değil, çüş. Kısa sürmüştü gerçi benimki, bir kruasan yiyip çevreyolunun dibindeki yeşilliklere kollarım açık (özgürüz ya!) yarım saat uzandıktan sonra ne yapacağımı bilemeyip yine mahallenin sokaklarında dolanmaya başlamıştım. Babama rastlayana kadar. Aslında hâlâ sık sık fakültenin etrafında dolanmam belki de aynı örtük arzuya dayanıyordur, biri bulur da tekrar içeri alır diye.
Her neyse.
İşte yazılmayı bekleyen yeni hayata doğru ilerlerken karşıma çıkan ve çıkma ihtimali bulunan iş imkanları karşısında yalpalamamak için iki meseleyi disiplinli diyemesek de, kısmî bir istikrarla sürdürmeyi önüme koymuştum. Kültürel, sanatsal, teorik ilgi alanlarımdan kopmamak, kendimi bugüne dek ne için hazırladıysam onu devam ettirmek (teşekkürler Masis). Ve dolayısıyla bu uğraşlarıma alan sağlayacak bir hayata yönelmek. Öte yandan siyasal angajmanımdan geri kalmamak, bilhassa OHAL ve KHK rejimine karşı direniş zeminlerini güçlendirmeye çalışmak. Ve dolayısıyla bunlara engel oluşturmayacak bir güzergahı takip etmek. Mümkün olduğunca tabii.
Yarın Nuriye ile Semih’in ilk duruşması. Yanıma pek arkadaş bulamasam da gidiyorum Ankara’ya. Mehmet Fatih Traş’ın sessiz sedasız aramızdan ayrılışına engel olamayışın hıncıyla sosyal medya paylaşımlarının ötesine geçen bir şey yapmak ihtiyacı. İşsiz kalarak aynı kaderi paylaştığım iki insanın yemek yemeği reddettikleri için tutuklanması, vücutlarındaki erimeyi gözlerden saklamak için tecrit edilmesi, bunun olabiliyor olması ağır geliyor çünkü. “Bedenini açlığa yatırma” gibi hiç hazzetmediğim feda kültürünün parıltılı sözleriyle veya Nuriye’nin bir mektubundaki ifadesiyle “tontiş tontiş yanakları” ve kısık gözleriyle Semih’in, kah yumruğu havada kah kedisine sarılmış Nuriye’nin görüntüleriyle her karşılaştığımda, şimdi ne yaptıklarını, ne hissettiklerini, içinde bulundukları çıplak, sert, büyüsüz gerçekliği tahayyül etmeye çalışmaktan kendimi alamıyorum. Hüzün ve öfke yine, ama saygı bir yandan da. Utanç ve de.
Otogarda çay-sigara yapıp bayraklı, meşaleli, tezahüratlı ve otobüse-su-şişesi-atmalı (!) asker uğurlama törenlerini izlerken bir başka mevzu aklımı meşgul ediyor ama. İlk kategoriye, akademik hayatımdan geriye kalanları toparlama gayretime ilişkin.
Mirasın varisleri
Ünsal Hocanın ölüm yıldönümü yaklaşıyor. Sekiz yıl olacak. Ve sekiz yıldır layığıyla bir anma gerçekleştiremedik Marmara İletişim’de. Denemedik değil. Ama ya organizasyon işinde ben varım diye ya da çağırmayı tasarladığımız konuşmacıların bazıları Saray nezdinde persona non grata sayıldığından olmadı, oldurulmadı. Tek becerebildiğimiz bir öğrenci arkadaşın inisiyatifi sayesinde gerçekleştirilen bir toplantı ile akademik derginin bir sayısını Ünsal Oskay’a hasretmek. Onda bile sayının tam ortasında dekanlık tarafından editörlük görevinden alındım. Neyse ki birileri araya girdi “bari bu sayıyı bitirsin” diye, hani “oyuncağını almayın elinden, oraya buraya saldırıyor sonra” tadında.
Yan koltuk boş bu arada, oley!
Hocanın en yakınındakilerden olmadım hiçbir zaman. Ama bugün az çok ne konularda okuyorsam, çalışıyorsam, büyük oranda Ünsal Oskay’ın açtığı patikalardan geçerek -veya yarı yolda kalarak- vardım buralara. Dolayısıyla kendimce bir teşekkür borçluyum. Öte yandan biliyorum ki hakim ideolojinin ve entelektüel trendlerin akıntısına karşı durmuş olanların mirası, onu kurtarmak için kimi zaman yalıtılmış, tekil çabalar gösterilmezse, tozlu raflarda unutulma yahut – hocanın ifadesiyle -“bilinç ve eğlence endüstrisi”nin ihtiyaçlarına uygun yeni kalıplara sokulma tehdidiyle karşı karşıya kalır. Oğlu Çınar’ın şimdiye dek basılmamış olanlar dahil olmak üzere tüm çalışmalarını ve çevirilerini yayınlatma çabası da, bizim fakültede 2-3 kişilik naçizane uğraşımız da, tek tük olmakla birlikte çeşitli üniversitelerdeki vefakâr öğrencilerin ve öğretim üyelerinin bireysel veya kolektif girişimleri de bu “kurtarma operasyonunun” parçaları olarak değerlendirilebilir.
Bununla birlikte Daniel Bensaïd’in ifade ettiği gibi bir miras aynı zamanda mirasçılarının onunla ne yaptığıyla belirlenir. Ve hoca hiç ummayacağı biçimde, Marmara İletişim’e paraşütle inen ucuz despotların karşısında bilimin ve eleştirelliğin sembolü haline geldi; özgür bir akademi hasretiyle özdeşleştirildi . Gezi parkındaki “Yıkanmak istemeyen çocuklar” çadır alanını yahut geçtiğimiz şubat ayında Burcu ve Emre’yle ihraç edildiğimizde, fakülte önündeki nümayişte devasa resminin “Akademi Susturulamaz” pankartının tepesinden bizi gözlediğini unutmak mümkün mü?
Sonra tümüyle aklımdan çıkmış bir hikayeyi anımsıyorum. Fakültenin 2011’den itibaren tâbi tutulduğu İslamî-otoriter modernleşmenin aktörlerinin, karşılarına dikilen bu Ünsal hoca hayaletiyle baş etmek üzere onu nasıl beceriksizce kendi yanlarına çekmeye çalıştıklarını. Yusuf Kaplan gibi bir dahi zihne teslim edilmişti bu görev. Nietzsche, Heidegger , Horkheimer destekli bir “Batı medeniyetinin krizi ve üniversite” girizgahıyla başlayan yazısında Ünsal Oskay’ın çalışmalarının da hakkını teslim ettikten sonra sadede geliyor Kaplan: “İşte geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Ünsal Hoca’nın kısa süreliğine de olsa ders verdiği Marmara İletişim’de, Türkiye’de örnek ve önaçıcı bir iletişim eğitiminin temellerini atmak için yola koyulan genç, parlak ve heyecanlı bir arkadaşımız, profesör Yusuf Devran önemli bir çalışma başlattı”. Şaka gibi! Tek bir cümleye kaç yanlış sığdırırım diyerek klavye başına geçmiş sanki eleman. O tarihte Hoca öleli iki buçuk sene olmuş, yirmi yıla yakın süre de hizmet vermiş fakülteye. Önaçıcı atılımlardan hiç bahsetmiyorum, hâlâ bahçede duran canlı yayın aracı mesela, efsane. Galiba doğru olan tek şey adı anılan idarecinin “heyecanlı bir arkadaşımız” oluşu.
Yeni Şafak’ta 12 Mart 2012 tarihinde yayınlanan yazının bütünü okunmaya değer ama finali de aktarmadan edemem: “Ünsal Oskay Hoca bugünleri görebilseydi, Türkiye’de iletişim eğitiminin geleceği adına ne kadar sevinirdi, söylemek bile gereksiz!”. Evet evet gereksiz, yazınız gibi, sizler… Kendimi Yusuf Kaplan’la hayali bir tartışmaya kaptıracakken durduruyorum. Zihnimde canlandırdığım hikayelere, “fantazyalara” gerçekmişcesine dalabilmek ve duygusal etkilerini aynı gerçeklikte yaşamak gibi, ben dahil kimseye faydası olmayan bir süper gücüm var diyelim. O tonton Charles Xavier’nin bile sallamayacağı bir yetenek.
Sigara molasına daha var ve Kaplan’la ağız dalaşımızdan kalan sinirimi atmak için aklımı başka mevzulara kaydırmam lazım.
İncecik bir bedende Thomas Mann ve Herman Hesse
Çantamdan kitabımı çıkartıyorum. Özel olarak yanıma aldım bu yolculuk için. Buddenbrook Ailesi ile Boncuk Oyunu’nun yazarlarının elli yıla yakın bir süreyi kapsayan fakat Victor Serge’in deyimiyle “asrın geceyarısı”nda yoğunlaşan mektuplaşmasından yıllar önce haberdar olmuştum. Herman Hesse’yle ilişkim liseye kadar uzanır, maneviyat vurgusu hep bir yerinden yakalamıştır beni. Thomas Mann okumalarım daha sınırlı olmuş, Naphta ile Settembrini’nin tartışmaları kitaplıktaki 1950 baskılı bir La Montagne Magique’te bekliyor hâlâ beni. İşte bu mektuplaşmadan da, Fransızca baskısından, bir on yıl kadar önce Avrupa entelijensiyasının büyük simaları arasındaki dostluklar üzerine bir derleme tasarlarken haberdar olmuştum. Lukacs ve Bloch, Adorno ve Benjamin, Günther Anders ve Hannah Arendt, Bloch ve Anders, Kracauer ve Adorno, Arendt ve Jaspers… vs. gibi çapraz ilişkiler içinde Hesse ve Mann’ınkini de incelemenin ilginç olacağını düşünmüş ve düşünmüş olmakla kalmıştım.
Yıllar sonra tekrar çıkıyor kitap karşıma. Farklı bir anlamla yüklü bu kez. Türkçeye Nuriye Gülmen tarafından kazandırılmış, tıpkı bir diğer kült yazışma olan Kafka’nın Milena Jesenska’ya mektupları gibi.
Nuriye’nin zihni, kalemi, sözcükleri dolayımıyla dalıyorum böylece bir başka geceyarısının tanıklıklarına. Hesse’nin bir şiiri önce çekiyor dikkatimi: “Engellenmiş, büyülenmiş/Karanlık bir geçitte tutsak edilmiş/Birbirine çok benzeyen yaşam arzusu ve ölüm, heves ve keder/Kardeş olurlar ayırt edilemezcesine”. Nuriye ile Semih’in esaret koşullarına bir gönderme yokmuşcasına okumak mümkün mü bu satırları? İçinde bulunduğumuz sıkışıklığın, ışıktan yoksun halde çıkışı arayışımızın, her mağlubiyette gözlerimizin ardına sığınıp her yeni ihtimale şevkle sarılmak üzere tekrar ayağa dikilişimizin tarifi yok mu burada? Yayıncılara, eleştirmenlere ve sağlığa ilişkin sorunların arasında derin bir karamsarlığın, yılgınlığın hakim hale geldiği anlara şahit oluyoruz kimi zaman. “Bize bugün bile bu ülkeden iyilik gelmez, bunu hiç düşünmeyelim” diyor Thomas Mann. “Gözlerimi kapatıp şu bozulmuş dünyaya arkamı dönebilmeyi her şeyden çok isterdim” diye yankılanıyor Hesse’nin sesi.
Aşinayız sanki tümüne. Yazma tasavvurum hep canlı kalsa da üretme isteğim kayboldu derken Hesse’nin takatsizliğine, bıkkınlığına mesela. Veya “bu kana bulanmış tipler de muhtemelen ‘ulusal hayattan tasfiyelerin’ geçici olduğunun gayet farkındalar” cümlesinde düşmana atfedilen bir haleti ruhiye üzerinden iyimserlik devşirme girişimine.
“Düşüncenin politikleşmesi” çerçevesinde iki yazarın arasında geçen tartışma cezbedici. “Tüm dehşetiyle bu kötülüğü tecrübe ediyoruz ve isteksizce kabullendiğimiz bu tecrübeyle yaşamlarımızdaki iyiyi keşfediyoruz” diyor Mann. Eğer düşünce bu iyiye doğru “gerçeğin yüzünü değiştirecek olan kaygılı uyanıklık haliyse” o halde politiktir. Ve ekliyor “bugün, canlı olan hiçbir şey politikadan azade değildir”. En korkunç olanın “bilakis insanlığın birleşik gücüyle yok edilebildiği bilgisiyle bu hayattan ayrılmayı özlemiyor muyuz” diye soruyor Hesse’ye. Bozkırkurdu’nun yazarı ise bu görüşe bir ayrım yaparak katılıyor. “Eğer tarih onu bunu yapmaya çağrıyorsa” düşün insanı elbette siyaset içinde yer almalıdır. Fakat çağıran “devlet, generaller, gücün sahipleriyse” o halde bu reddedilmelidir.
İhtiyaç molası. Çay ve tütün ihtiyacımı giderirken okuduğum satırları tekrar geçiriyorum aklımdan. Nuriye ne hissetti acaba çeviri esnasında? Çevirmenle tercüme ettiği şahıs arasında bir özdeşleşme ya da en azından özgün bir yakınlık oluşması işin doğasında var gibi geliyor bana. Ama ya yaşanılan tarihsel evreyle tercüme edileninki arasında da bir paralellik mevcut ise? Derken Ünsal hocanın bir yazısı geliyor aklıma, tam da bu konuyla ilintili, Rekin Teksoy’un Dante ve Boccaccio çevirileri hakkında. Şöyle diyordu hoca, “Onlar, katılmadıkları bir verili durum karşısında sızlanmakla kalmamışlardır, Tanrı’ya bırakılmış bir adalet beklentisi yerine, insanların eliyle kurulabilecek bir adaletin savunucusu olmuşlardır. Şairin, yazarın, düşünürün işinin dünyayı yargılamak ve bundan korkmamak olduğunu kavramışlardır”. Yükselen bir sınıfın kültürel habercileri olan bu iki sanatçıyla özdeşleşme yaşanacak çokça etmen söz konusuysa da, Teksoy’un benzer toplumsal dayanaklara sahip olmadığını, daha yalnız olduğu vurgular Oskay: “ama bu yalnızlığa rağmen suların üstünde kalmasına ve işini sürdürmesine yarayan gülümsemesi vardır”.
Mola sona eriyor. On dakikadır kaçırmamak için önünde beklediğim araca biniyorum. Koltuğun üzerinde bıraktığım kitap yok yerinde. Çalmışlar. Hemen arkamda oturan gençlere bakıyorum, yoklar. Onları da çalıp yerlerine başkalarını koymuşlar. Ya da ben yanlış otobüsteyim.
Evet.
Gerçek otobüsüme dönüyorum. Kitap yerinde. Gençler de. Yarın koşturmalı geçebilir, bir miktar uyusam iyi olacak, son heyecan da biraz yordu. Gözlerimi kapatırken hocanın yazısının başlığını anımsıyorum. “İncecik bir bedende Dante ve Boccaccio”.
Kaynak: Gazete Karınca