Masis Kürkçügil –

Zarfa değil mazrufa bakacak olanların ihtiyat kaydını yüksek tutacakları bir “sürece” girilmiş bulunuyor. AKP’nin oyunun kurallarını şekillendirdiği bir ortamda Abdullah Öcalan ile başlatılmış olan görüşmelerin muhteviyatı hakkında “kamuoyu” bir yana, aktörlerin de tam olarak bilgi sahibi olmadığı belirtilmekteydi. Meclis Başkanı Cemil Çiçek (19.02.2013, Radikal) “Süreci ayrıntılarıyla bilen beş kişiyi geçmez” demiş. Bu muhtemel beş kişinin ikisi –Erdoğan ve Öcalan– oyun kurucuları. Öcalan’ın Erdoğan’a (devlet temsilcileriyle, MİT’le birlikte çalışarak) bir yol haritası ilettiği, Erdoğan’ın da bu yol haritasının Kürt ulusal hareketinin diğer aktörleri tarafından bilinmesinde yarar gördüğü söylenebilir.

 

Murat Yetkin (23.02.2013, Radikal) Eylül 2010 referandumunda PKK’nın “evet” demek için ileri sürdüğü dört şartı hatırlatıyor. (1. Bütün askeri operasyonlar durdurulsun; 2) Bütün KCK tutukluları serbest bırakılsın; 3. Yüzde on seçim barajı düşürülsün; 4. Öcalan ‘barış sürecine’ dâhil edilsin.) Paradoksal olarak Öcalan’ın Hükümet ve Kandil’in kendisini kullanmaya çalıştığını belirtip geri çekilmesiyle açlık grevlerinde yeniden ortaya çıkması arasında cereyan eden çatışmalar (Hakkâri’de Devrimci Halk Savaşı), PKK’nın askeri olarak öngördüklerini gerçekleştirmekten uzak kaldığını gösterdi. Çatışmaların ardından yapılan açlık grevlerini Öcalan yanlış bir eylem olarak telakki edip dışarıdakilerin açlık grevine yatması gerektiğini belirttiyse de herhangi bir değerlendirme yapılmadan bu mesele de geçiştirildi. Öcalan tarafından doğru bulunmayarak durdurulan açlık grevi gibi eylem tarzlarının da bu güzergâhta nasıl bir yere konacağı açıkta kaldı. Bu arada taraflar Paris’teki cinayetler konusunda ilk andaki tutumlarını bir kenara bırakmış durumda. Öcalan bu cinayetleri her ne kadar kendisini yakalayan güçlerin işi olarak gördüyse de, kimsenin CIA’nın bu işte bir rolü olduğunu söylediği yok. (Ahmet Türk’ün cinayeti işleyenin İran olabileceği yolundaki tahmini de açıkta kalmış görünüyor.)

İkinci İmralı ziyaretinden çıkan zabıtlar (28.02.2013, Milliyet) şu ana kadar söylenti düzeyinde olan bilgilenmelere bir miktar kesinlik kazandırmış durumda. Buna karşın belirsizlikler kesinliklerden daha fazla görünmekte.

Taraflar oyunun adını bile ortak koymuş durumda değiller. Biri terörün kökünün kazınmasından, diğeri Kürt sorunun çözümünden söz etmekte. (Sırrı Süreyya Önder -23.02.2013, Milliyet-“barış ve anayasa süreci” diyerek biraz daha somuta indirgemiş.) Erdoğan “müzakere” etmediklerini (20.02.2013) devletin kurumlarının görüştüğünü belirtirken –Türkçe sözlüğe göre müzakere ve görüşme aynı anlama gelse de– Kürtleri temsilen söz alanlar, daha kapsamlı bir işe sıvanıldığını iddia etmekte. Örtük olarak iki taraf da Türkiye’nin daha güçleneceğinde hemfikir. Abdullah Öcalan’ın başlattığı bu birlikte daha güçlü olma stratejisi, Ahmet Türk’ün sözüyle şöyle özetleniyor: “Ortadoğu’da çok güçlü, çok saygın bir devlet olur.” (10.02.2013, Milliyet) Devleti güçlendirmenin demokrasi açısından ne kadar hayırlı olduğu kesin değil ama bir tür hegemonyadan söz edildiği kesindir. Şerafettin Elçi ise (23.04.2012, Taraf) “Eğer Kürt sorunu çözülürse Türkiye yalnızca bölgenin değil, Avrupa’nın da bir numaralı devleti olur” demişti. Öcalan’ın sık sık adını andığı demokratik ulusa, demokratik cumhuriyete, demokratik topluma devleti güçlendirerek ulaşılabileceği zehabı uyanmakta!

Avrupa’yı araya katmasak da Türkiye’nin Ortadoğu’daki bölgesel hegemonya mücadelesinde Kürt meselesini bir şekilde çözmesi, düzen güçleri tarafından hayli zamandır vazgeçilmez bir koşul olarak kabul edilmektedir.

 

Ne değişti?

Öte yandan, Kürt ulusal hareketinin Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra bir güzergâh değişikliğine mi, yoksa bir zihniyet değişikliğine mi yöneldiği üzerine tartışmalarda, bölgesel ve uluslararası güç ilişkilerindeki değişimin yanı sıra hareketin, kendi toplumsal dayanağındaki, daha genel bir ifade ile Kürt toplumundaki değişimlere de bakmak gerekir. Doksanlı yıllarda köy boşaltmalardan, çeşitli baskılara maruz bırakılarak göç etmek zorunda kalan geniş bir kesime eklenen, neoliberal politikalar sonucunda tarım ve hayvancılığın çöküşüyle kentlere yığılmak zorunda kalan ve böylece Kürt meselesini farklı düzeylerde kendileriyle birlikte yeni mekânlara taşıyanlar, hem yeni bir toplumsal konum edinmişler, hem de büyük kentlere kendi sorunlarını götürmüşler ve hatta bu sorunlara yeni boyutlar eklemişlerdir. Mücadele ve yaşama alanları çeşitlenmiş, ona uygun yeni ihtiyaçlar da doğmuştur.

Her ulusal hareket gibi PKK ve onun dolayımı ile siyaset yapan kesimler, neredeyse kırk yıllık kendi deneyimlerinden hareketle yeni yönelişler edinebilmiş ve bu arada tarihin lütuf ve silleleri arasından daha öteye gidilemediği anda kazanımlarını konsolide etme imkanlarını değerlendirmek durumunda kalmışlardır.

 

Şimdi tam zamanı mı?

Oslo görüşmeleri sırasında yapılan anketler çözüme pek destek vermezken, İmralı süreci adıyla başlayan yeni sürece verilen destek, neredeyse bir milli mutabakatı dile getirmekteymiş. (22.02.2013, Hürriyet) Bölge halkının yüzde 6’sı Kürt sorunu olduğunu söylemiş (o da Kürt tırnak içinde olmak kaydıyla), yüzde 36’sı terör. Bu oranlar eskiden tam tersiymiş.) Sanki bütün yaşananlar böylesi bir an için şartmış gibi sunulmakta. Oysa siyasal kararlarda aktörlerin tercihleri kimi zaman pek de rasyonel olmayan güzergâhları da gösterebilmekte. Taraflar bütün ihtiyatlarını tüketerek bir müzakereye mecbur kalmadıklarından, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da sonuç alıcı olmayan, mevzi muharebelerle durumu amiyane tabirle idare edebilirler.

Müzakereyi gerekli kılan tarafları ikna edenin reel politika mı olduğu, yoksa “sürec”in daha geniş bir siyasal bir zemine mi oturduğu, müzakerenin kırılganlığı açısından da önemli.

Müzakere sürecini tetikleyenin Ortadoğu’daki gelişmeler olduğuna ilişkin iddialar iki şekilde yorumlanabilir:

1) AKP’nin başarısız dış politikası tökezlemiş ve Erdoğan, yeniden bir pozisyon kazanmak için acilen kendi Kürt meselesini çözmek zorunda kalmıştır;

2) Ortadoğu’daki yeni güçler ilişkisinde PKK kendisi için bir sıçrama veya mevcudu sürdürme imkânı bulamadığı için en az zararla eski stratejisini değiştirip yeni bir yöneliş kazanmıştır.

Suriye’de Kürt bölgesinin hükümet tarafından bir çıban başı olarak görülmesini veya Irak’ta Irak Kürdistan Özerk Bölgesi ile Bağdat arasındaki gerilimleri ve genel olarak Ortadoğu’ya dönük hesapları, otuz yıllık bir çatışmanın ve en azından Cumhuriyet’le birlikte doksan yıllık bir ulusal sorunun önüne koşmak, güç ilişkilerinin kurucu unsurlarını fazla komplocu ve reel politika düzeyinde irdelemeyi gerektirir.

Öte yandan daha 1993 yılında Cumhurbaşkanı Özal’ın danışmanı olarak bazı özel bilgilere de sahip olan Cengiz Çandar, hareketin çok uzun zamandan beri bu eğilimi taşıdığı ve daha güçlü bir Türkiye için Kürt meselesinin bir şekilde çözülmesinin gerektiğinin altını bin yıldır çizmekteydi (en son Mezomopotamya Ekspresi kitabıyla). Öcalan’ın Özal sonrasında, örneğin 28 Şubat vesilesiyle irticai tehdide karşı askerlerin kurmak istediği ilişkiye olumlu bir yanıt geliştirmesi gibi hususlar dikkate alındığında, Öcalan’ın bu “süreci” yıllardır hapishanede yatması nedeniyle kendisi için bir ikbal kapısı arayışı veya meseleyi okuyamaması sonucu başlattığını iddia etmek, gerçekliğe uymamaktadır. Hareketin çok sıkı, radikal dinamikler taşıdığı yanılsamalarına kapılanlar için şaşırtıcı olsa da bu tür müzakerelerin “kişiye bağlı olmayan” hareketler açısından da gündeme geldiği Filistin’den İrlanda’ya bir dizi örneğe bakılabilir. Yirmi yıl önce Özal dönemindeki görüşmeler hatırlanırsa –ki Öcalan’ın anlatısına göre o zamanlar çok daha fazla keskin olması gerekirken– uzlaşma zemini için öngörülenler, bugünkü kimi talepleri de içermemekteydi! Paradoksal olarak daha solcu veya milliyetçi olduğu dönemde Öcalan’ın ne ayrılıkçı ne “demokratik konfederal” talepleri vardı. Müzakere arayışının da küçümsenmeyecek bir tarihi var.

Kürt meselesinin, AKP tarafından bir tür çözülmeye niyetlenilmesi, askeriyeden bağımsız bir seyir izlememiştir. 2007’den sonra askeri bir çözümün olamayacağı, emekli değil görevdeki askerler tarafından da teyit edilmişti. Aynı tarihin özellikle Amerika’nın Irak’tan çekilmeye yönelmesiyle, 1 Mart 2003 tezkeresi vesilesiyle ilişkilerin limoni olduğu Türk devletinin rolünün yeniden önem kazanmasına denk geldiğini eklemek gerekir. Ardından 2008 krizi dünyayı sarmış, Arap ayaklanmaları başlamış ve Türkiye aniden dünya kapitalizmi için bölgenin güvenilir bir devleti haline gelmiştir. Ancak bu güvenilir devletin önünde inandırıcılık açısından Kürt meselesi önemli bir engel oluşturuyordu. Bu meselenin bir şekilde çözülmesi Türkiye’nin bölgesel hegemonya güzergâhını rahatlatacaktı.

AKP’nin verebilecekleri ile Kürt ulusal hareketinin beklentileri arasındaki açı farkı, iki tarafın da kendine göre maksimum sonuç elde etme yönündeki eylemleriyle daralmış görünüyor. Devrimci Halk Savaşı ile uzun zamandan beri ilk kez bu kadar ağır kayıplar verilirken BDP’nin artan gücü karşısında AKP bölgede gücünü artıramamıştır. Cengiz Çandar, TESEV için hazırladığı “Dağdan İniş – PKK Nasıl Silah Bırakır? Kürt Sorununun Şiddetten Arındırılması” (Haziran 2011) raporunda bir kuşbakışıyla propagandadan arındırılmış bir biçimde doğrudan müzakere zeminine odaklanmış. PKK’nın neredeyse yirmi yıldır Türkiye ile bir çözüm arayışı içinde olmasını anlatırken aslında tartışmayı, ulusal hareketin kendi tabanını ideolojik olarak besleme ve konsolide etme amacı dışında fazla anlamı olmayan derin düşüncelerden de arındırmış. “Özerk Kürdistan” her ne kadar dört parçayı kapsar bir ifade gibi gözükse de “özerk”likten kasıt eğer Avrupa Konseyi Yerel Yönetim Özerklik Şartnamesi ise, bunun hayli düşük bir profil olduğu bilinmeli. (İkinci heyetin görüşmesinde Öcalan’ın bu konuda eksik bilgilenmiş olduğu anlaşılıyor.)

“İmralı Zabıtları” görüşmeler için çekilmenin parlamentodan geçirilmesi gibisinden afakî talepler içerse de bütününde makul bir devlet politikasının kurucu unsurlarını vermektedir. Üstelik müzakere için AKP’ye yönelik mesajlar fazlasıyla açıktır: “AKP’yi 10 yıldır ayakta tutan benim”, “AKP’nin tam olarak oturması ve olgunlaşması için bilerek bekledim, sabrettim”, “İslamcıların 40 yıllık rüyalarını gerçekleştirdik. Biz AKP’ye iktidarı altın tepside sunduk.” “Türkiye’de 3. koldan paralel devlet çalışması var. Bu ilişkileri sabote edilmeye başladı. Sıradan lobiler değil. ABD’de Yahudi, Ermeni ve Rum lobileri stratejik ve taktik müdahale ediyorlar.” “Başkanlık ABD’deki gibi olmalı.” “40 yıldır Türk solunu taşıyorum.”

 

Çözümün muhtevası

Kürt meselesini “sistem içi” bir sorun olarak bir başına alıp çözmeye niyetli olacakların yapması gereken hususlar konusunda ortalama izleyici bile bir liste verebilir. İster BM, ister AB gibi hoşa gitmeyen rumuzları kullanarak bu işe girişecek olanların vereceği listenin, üç aşağı beş yukarı, PKK’lıların ve onla sınırlı kalmayarak bu otuz yıl içinde insan hakları ihlalleri, cinayetler de dâhil olmak üzere düzen güçleri tarafından da işlenen suçların affını içerecek, ancak ana dilde eğitim ilk etapta olmak üzere, bir takım hakları (ama Erdoğan’ın yaptığı gibi Kürtçe ezandan başlamak gibi kurnazlıklara başvurmadan) bir bütün olarak kabul etmek ve yerel yönetimleri güçlendirmek…

Başkanlık rejimini içerecek bir anayasa değişikliği ile vatandaşlık tanımının bir arada gitmesi gibi bir garabete başvurmadan bunlar rahatlıkla çözülebilecek meseleler iken, belirsiz vaatler etrafında bir terörden arınma veya barış söyleminin ardına saklanan Erdoğan’ın kendi takvimi, fonda değil ön cephede yer almaktadır. Öcalan’ın “Başkanlık sistemi düşünülebilir. Biz Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz,” sözü müzakerede henüz açıklanmamış kalemlerin de bulunabileceğini göstermekte. Başkanlıkla barışın ve Kürtlerin haklarını elde etmelerinin arasındaki tek bağlantı “müzakere” olabilir. Demokrasiden söz bile etmiyoruz!

 

Müzakerede bulunmayanlar

Müzakere sürecinin Kürtlerin hiç değilse yaşadıkları toplumda günlük hayatta maruz kaldıkları zorlukların giderilmesi, elbette daha geniş kapsamlı bir özgürlüğün gerekleri ile karıştırılmamalı; ama ikisi arasındaki bağ da asla göz ardı edilmemeli. Bu süreç sonunda kimi idari, yasal ve kültürel iyileştirmeler mümkün gözükse de, bu iyileştirmelerin “maddi” zemini çok zayıf kalacaktır. Ancak Kürt ulusal hareketinin şu veya bu gerekçeyle, yani ister mecbur kaldığı için ister yeterli gördüğü için bir anlaşmaya varmasını siyaseten değerlendirmek, herkesin hakkı olmakla birlikte, bu anlaşmayı yargılama hakkına sahip olan yalnızca kendileridir ve elbette son tahlilde Kürtlerdir. Bu açıdan bu iyileştirmeler veya bir başka ifadeyle kazanımların benimsenmesini kösteklemek, verili durumun devamında bir hayır aramak abestir.

Öte yandan müzakere süreci yalnızca PKK’nın silah bırakması ve Kürtlere ilişkin kimi iyileştirmelerle sınırlı kalmayacak ve toplumun bütününü ilgilendirecek anayasal, yasal, idari, siyasi bir dizi değişiklikle birlikte yürüyecektir. (Müzakere sürecindeki takvimlendirmenin ilk ayakları anayasa tartışmalarının takvimiyle birebir örtüşmektedir.) İşin bu yönü herkesi yakından ilgilendirmektedir. Tepside sunulan iyileştirmelerin yanı sıra, rejimi konsolide edecek, demokratik kazanımları zedeleyecek veya demokrasinin alanını daraltacak hamlelere muhalefet etme görevinde olanlar, her şeyden önce kitlelere, karşı çıktıklarının kısmi iyileştirmeler değil zaten sınırlı olan demokrasi alanının daraltılması olduğunu, emekçilere, ezilenlere, gençlere, kadınlara beyanatlarla sınırlı olmayan bir biçimde, var güçleriyle anlatmak zorundadırlar. Tehlikeli bir kıskaç, olası bir referandumda ne dendiği değil, ahalinin denilenleri nasıl algıladığı ve bu tartışmalardan kendisi için ne gibi sonuçlara ulaştığıdır. Açıkçası deklarasyonlarla, kapalı salon toplantılarında kendi kendine propagandayla geçiştirilecek bir süreç, sosyalist solun nefes alanını daha da daraltacaktır. Sekter olmayan bir tarzda haklara sahip çıkmanın, onları derinleştirmenin, ancak uzun vadede bu hakları da zedeleyecek tedbirleri geniş kitlelere açıklamanın yolu bulunmadığı takdirde, lafazanlıktan bir adım öteye geçilemez.

Siyaseten bağımsız bir güç olarak sahnede yer almayan emek cephesinin, sosyalist solun bu gelişmeler karşısında kendini kapana kısılmış hissetmesi gayet doğal. Kürtlerin en küçük haklarına kavuşmalarına karşı çıkmanın abes olduğu bir gerçekken, neoliberal temelde bir yeni anayasanın özü itibariyle otoriter bir mahiyet arz etmesi karşısında, bir de onca değişmesine rağmen hâlâ ‘yoksa siz 12 Eylül anayasasını mı savunuyorsunuz’ saldırısına uğramaktan kurtaracak kendine has bir cephe açması için fenersiz yakalandığı da söylenebilir. Ancak siyasal mücadeleler kimsenin kendi zamanını beklemiyor. Neoliberal kazıklar üzerinde yükselen bir tepside Kürtlere verilen-tanınan bir takım kültürel ve idari haklarla karşı karşıya kalacak olan sosyalist sol, bir an önce tahlil işini halledip, neye evet neye hayır ve ne diye evet ve ne diye hayır dediğini geniş kitlelere birleşik bir güç olarak açıklamanın yolunu aramalıdır.

 

Sonuç

Kürt meselesinin bir tür çözümü için hiç değilse açıkça ifade edilerek yasal ve hatta anayasal düzenlemelere yönelinmesi, barışçıl bir devrimden geçiliyormuş zehabına kapılınmasına bile yol açabiliyor. Çözüm sürecinin Öcalan’ın yol haritası çerçevesinde yürütüldüğü iddiası, bağımlı değişkenin AKP olduğu anlamına geliyor ki, güç ilişkileri açısından bu hiç de inandırıcı değil. Şimdilik taleplere bakıldığında tersinin geçerli olduğu; ancak Kürt ulusal hareketinin de büyük bir yenilgiyle değil, kendi tabanını tatmin edebilecek belli kazanımlarla bu süreçten çıkabileceği görülmekte. Seksenli ve doksanlı yıllarda Latin Amerika’nın kimi ülkelerinde askeri diktatörlüklerden çıkışa benzer bir biçimde eskinin ağırlıkta olduğu yeni bir durum söz konusu olabilir. Ancak bu yeni durumda eskinin eskisi diyebileceğimiz, AKP iktidarına kadar olan dönemin hesabını verecek kimse kalmadı; hepsi de siyaseten sahneden silinmiş vaziyette. Bu durumda yukarıdan bir değişim, Kürt meselesinin düzen sınırları içinde ele alınması, herhangi bir siyasal ve tarihsel yüzleşmeye uğramadan yürürlükteki rejimin devamı anlamına gelecektir.

Kürt meselesinin -şimdilik de dense- siyasal temsilcilerinin uygun gördüğü bir biçimde “çözülmesi,” hemen ertesi gün sınıfsal sorunların gündemin birinci maddesine yükseleceği anlamına gelmez. İşçi hareketinin yeniden yapılanması başta olmak üzere bir dizi mesele önümüzde durduğu gibi, Kürtlerin de temel demokratik haklarının henüz uzağında olacağımızı bilmek gerek. Nihayetinde her türlü baskı ve sömürüden kurtuluş için topyekûn bir mücadeleye ihtiyaç vardır.

1 Mart 2013

Bu yazı Yeniyol dergisinin Mart-Nisan sayısında yayınlanmıştır.