Üniversiteler geçtiğimiz dönem hareketli bir süreç yaşadı. Yeni YÖK Yasa Tasarısının gündeme gelmesiyle başlayan tartışmalar, İTÜ’de araştırma görevlilerinin eylemleri ve ODTÜ süreci yoğun bir gündem oluşturdu. Biz de İTÜ Asistan Dayanışması’ndan Aykut Kılıç’la başta İTÜ’deki gelişmeler olmak üzere üniversite muhalefetinin durumu, açmazları ve imkânları üzerine sohbet ettik.

 

İTÜ’de asistanların işten çıkarılmasına karşı gelişen muhalefet bu dönem sık sık gündeme geldi ve kazanımlarıyla, biriktirdikleriyle önemli bir noktada duruyor. Nasıl başladı bu süreç?

Aslında bu süreç üç aşağı beş yukarı kestirilebilir bir süreçti çünkü önceden benzer uygulamalar söz konusuydu. Örneğin Yıldız Teknik Üniversitesi’nde uygulanmıştı ama YTÜ’de anlamlı bir muhalefet yaratılamadığı için kamuoyunda yer bulamamıştı. Yasaya göre 50d’li araştırma görevlileri doktoralarını bitirdiklerinde ya kadroya geçerler ya da görevlerine son verilir. Ama Şubat 2011’de çıkan torba yasa üniversiteden atılmayı kaldırdığı için 50/D’lilerin statüsünde bir belirsiz ortaya çıktı ve YÖK bir düzenleme yaptı. Torba yasanın ilgili maddesi diyor ki yüksek lisans öğrencileri 3, doktora öğrencileri 6 yılda tezlerini teslim etmezlerse, tezlerine devam etme hakları vardır ama öğrencilik haklarından faydalanamazlar. Tartışma tam olarak bu noktada başlıyor. YÖK başında itibaren 50/D’yi öğrenime bağlı alınan bir burs olarak gördüğü için 50/D’yi bu öğrencilik hakları içine dâhil etti ve belirtilen azami süreler sonunda tezlerini teslim etmemiş 50/D’li araştırma görevlilerinin işine son verilmesine dair bir görüş yazısı yayınladı. Dediğim gibi, aslında bu görüş yazısı Şubat 2011’den beri üniversitelere gönderiliyor. Fakat bu yazıyı İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü ve YTÜ dışında başka hiçbir üniversite uygulanmadı. Konu 2012 Haziran’ında İTÜ’de gündeme geldi. O esnada İTÜ’de rektörlük değişiyordu. Eski rektör Cumhurbaşkanı tarafından atanmadığı için “ben uygulamam” dedi. Yeni rektör Mehmet Karaca ise gelir gelmez bunu uygulamaya kararlı olduğunu, zaten İTÜ’de araştırma görevlilerinin kadroya geçip öğretim görevlisi olma politikasını değiştireceğini ilan etti. Yani Karaca’nın “krizi fırsata çevireceğini” ilan etmesiyle birlikte, Ağustos 2012 sonundan itibaren İTÜ’de işten çıkarmalar başladı.

50/D statüsünün ne olduğundan anahatlarıyla bahsedebilir misiniz?

50/D öğrencilikten kaynaklanan bir burs değil. 50/D’li araştırma görevlileri bildiğimiz kamu çalışanıdır. Yani 657’e tabi diğer kamu çalışanları gibi sosyal hakları ve özlük haklarına sahip; sendikaya üye olabilen, hatta sendika aidatını devletin verdiği kamu çalışanlarıdır. 50/D’li asistanlar 5510 no’lu SGK yasasına göre sözleşmeleri yıllık olarak yenilenen kamu çalışanlarıdır. Fakat güvencesizlik, 50/D kadrolarının öğrencilik statüsüne bağlı olmasından kaynaklanmaktadır. Öğrencilik bitince kadroya geçirilmeme ihtimalinin çok kuvvetli olmasından dolayı 50/d’li araştırma görevlileri akademik çalışmalarını yoğun bir güvencesizlik baskısı ve gelecek kaygısı altında yürütmektedirler.

Benzer mücadeleler daha önce İstanbul Üniversitesi ve Bilgi Üniversitesi’nde de gündeme gelmişti. İTÜ’deki mücadelenin bunlarla benzerlikleri ve faklılıkları nelerdir?

Bilgi Üniversitesi’ndeki mücadele bir sendikal örgütlenme deneyimiydi. Bilgi Üniversitesi hisselerinin yarısı bir şirkete ait “özel” bir üniversitedir ve bu durum şu anda açıkça anayasaya aykırıdır. Orada DİSK’e bağlı Sosyal-İş sendikası çatısı altında yürütülen bir örgütlenme çalışması sonucu sadece akademisyenler değil teknik, destek ve idari personel de aynı sendikaya üye oldu. Kısmen başarılı bir deneyim de oldu bakarsan. En azından özel bir eğitim kurumunda da örgütlenilebileceğini gösteren öncü bir deneyimdi. Ama 2009’da yine 50/D’li araştırma görevlilerinin özlük haklarıyla ilgili yapılan eylemler sadece İstanbul Üniversitesi’nden ibaret değildi. Fakat en kapsamlı tepki İstanbul Üniversitesi araştırma görevlilerinden geldi. 2009’daki süreç YÖK Yürütme Kurulu tarafından alınan bir kararla başladı. Bu karar 50/D’li araştırma görevlilerinin doktoralarını bitirdikten sonra kadroya geçmelerini tamamen imkansız hale getiriyor ve doktoralarımız bittiği an atılmamızı öngörülüyordu. Bu dönemde İTÜ’de de bir büyük eylem yaptık. YÖK’ün bu kararı hem sokaktaki fiili mücadeleyle, hem de Eğitim-Sen’in Danıştay’a açtığı davayı kazanmasıyla geri çekildi. YÖK eski pozisyonuna geri çekilde ve yaklaşık 3 yıl sonra torba yasayla yeni bir süreç başladı.

Bu konu diğer üniversitelerde de gündeme gelmesine rağmen etkili bir muhalefet söz konusu olmadı. Sizin bu süreçte bu kadar etkili örgütlenebilmenizi etkileyen neydi?

Burada etkili olan iki faktör var. 6 yıl sınırını uygulamayan birçok üniversite var. İTÜ’de ise daha önce de belirttiğim gibi İTÜ rektörü Mehmet Karaca kendi kafasındaki piyasacı, neoliberal üniversite kavrayışına uygun bir şekilde bu krizi bir fırsata çevirmeye çalıştı ve sonuç olarak 81 asistan işten atılmayla burun buruna geldi. Öncelikle, bu son derece büyük bir rakam. Çünkü İTÜ doktorayı 6 yılda bitirmeyenlerin çok olduğu bir üniversite, doktora tezlerini bitirme ortalaması 7,73 sene. Nasıl örgütlendiğimize gelirsek, zaten 2009’dan kalan olumlu bir bakiye söz konusuydu. Birçok fakültede çeşitli arkadaşlarla irtibatımız vardı. Bunların bir kısmı bulunduğu fakültelerde resmi ar.gör temsilcisiydi. Onun dışında da fakülte fakülte dolaşarak, toplantılar organize ederek örgütlendik. İTÜ Asistan Dayanışması bizim ismimiz, çünkü İTÜ’deki araştırma görevlilerinin tamamını temsil etmiyoruz. İTÜ Asistan Dayanışması araştırma görevlilerinin tamamına açık bir meclis şeklinde örgütleniyor. Bütün kararları o mecliste tartışarak ve belirli bir konsensüse varmaya çalışarak alıyoruz. Oylama, üst kurul gibi mekanizmalar söz konusu değil.

İTÜ’deki asistanların mücadelesinde Kasım ortasındaki eylemlilikler önemli bir yer tutuyor. Örneğin Türkiye’de ilk kez araştırma görevlileri iş bıraktı ve 17 Kasım’da sınavları boykot ettiniz. Bu eylemlerde üniversitelerdeki öğrenci muhalefetinin potansiyelinin üstünde bir öğrenci desteği de vardı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz ve bir de asistanlığını yaptığınız hocaların tutumları nasıldı?

Hocaların tutumu çoğunlukla sorunlu tabi. “Herkes kadroya geçecek diye bir kural yok”, “50/D bir burs gibi işlemeli” diyen çok fazla sayıda öğretim görevlisi var. Bu yaygın kabul neoliberal fikirlerin Türkiye’deki hegemonyasının açık bir ifadesi. Son 30 yıllık dönüşümü göz önünde bulundurduğunuzda çok da şaşırılacak bir durum değil. Ama tabi ki 50/D statüsüyle ilgili bölümlerin iradesinin çiğnenmesinden rahatsız olan hocalar da var. Yani bölüm bir araştırma görevlisinin kalmasını istiyorsa onun kalmasını sağlayacak demokratik bir mekanizmayı savunan ve yukarıdan aşağı dayatmaya karşı çıkan bir tutum bu. Fakat YÖK ve Rektörlüğün dayatmalarından rahatsız olan hocaların büyük bir çoğunluğunun da iş güvencesini savunduğu söylenemez. “İş güvencesi olmadan bilimsel ve akademik özgürlük olmaz” ilkesini açıkça savunan çok az sayıda hoca var. Özetle, üç farklı fikri öbek söz konusu. Aynı üç farklı tutumu araştırma görevlileri arasında da görmek mümkün.

Öğrencilere gelince; İTÜ’de öğrencilerin bize gelip “Hocama Dokunma” kampanyası yapma talebi çok etkili oldu. Bu biraz da duygusal bir talepti çünkü öğrencilerle en fazla temas kuran araştırma görevlileridir. Yani o öğrencilere en çok emek vermiş, yardımcı olmuş, onlarla görece daha az hiyerarşik bir ilişki kurmuş akademisyenler araştırma görevlileridir. Dolayısıyla araştırma görevlisi hareketinin öğrencilerle kurduğu ilişki öğrenci muhalefetinin genel söyleminden daha farklı bir düzeyde inşa edildi. 15 Kasım’daki Maslak eylemi herhalde son dönemde üniversitelerde görülmüş en kitlesel eylemlerden biriydi. Bine yakını öğrenci olan iki bin kişi gibi bir sayı vardı. Araştırma görevlilerinin mücadelesine destek veren öğrenci grupları doğru bir tercih yaptıklarını ODTÜ eyleminde gördüler. İTÜ rektörü Mehmet Karaca ODTÜ’deki öğrencilerin ve akademisyenlerin tutumunu protesto eden metne imza attıktan sonra öğrenciler 700-800 kişilik bir kalabalıkla rektörlüğün önüne yürümeyi başardı. Asistanların mücadelesine destek olmalarından kaynaklı yakaladıkları meşruiyetin burada bir etkisi olduğu kanısındayım.

Aslında 1990’lı yılların ikinci yarısında öğrenci muhalefetinin odağı olan Koordinasyon’un çok sık vurguladığı üniversite bileşenlerinin ortak mücadelesi kısıtlı bir anlamda da olsa İTÜ’de ete kemiğe büründü. Bir yandan akademisyenler bir yandan öğrenciler küçük bir kesim de olsa idari personel bir aradaydı. Bu durumun diğer iyi bir örneğini İTÜ Asistan Dayanışması tarafından yayınlanan “Rektörün 100 günü” metninin ardından da gördük. Rektör göreve ilk geldiğinde, muhtemelen Obama’dan özenerek, “bana 100 gün verin” demişti. Biz de 100. güne geldiğimizde Karaca’nın şimdiye kadar neler yaptığını, ne denli kapsamlı saldırılara hazırlandığını bir metinle ifşa ettik. Metinde geçen maddelerde taşeron işçilerin servis hakları, yemek ücretleri, idari ve akademik personele uygulanan baskılar gibi meseleler de vardı. Yani araştırma görevlilerinin mücadelesi farklı bileşenlerin de sorunlarını ifade eden ortak bir mücadele, ortak bir ses haline kısmen geldi. 20 Aralık’ta yoğun kar yağışı altında dört, beş saat süren bir eylem yaptık. Hava muhalefeti nedeniyle sayı olarak başarılı bir eylem değildi. Fakat bu eylemdeki talepler sadece araştırma görevlileriyle ilgili değildi. Ana sloganı İTÜ’de “Baskıya, Kıyıma Sürgüne Son” olan bu eylemin ana hedeflerinden biri asistanlar dışında diğer üniversite bileşenlerine de yönelen baskıyı ifşa etmek ve ortak bir direnç yaratmaktı. Sonuç olarak, rektörlük tarafından alınan sürgün kararları daha fazla yayılmadan geri çekildi. Benzer bir şekilde yetkili sendika Eğitim-Sen’in yıllık olarak yapılması zorunlu idari görüşmelerde dile getirdiği 16 talepten biri dışında tamamı kabul edildi. Tahmin edeceğiniz gibi kabul edilmeyen tek talep de atılan araştırma görevlilerinin işe iadesi ve kadroya geçişin önündeki keyfi engellerin kaldırılmasıydı. Eğitim-Sen gibi iktidarın ve ülkedeki bütün rektörlüklerin hedefindeki bir sendikanın 15 talebinin kabul edilmesinde araştırma görevlilerinin mücadelesi çok etkili oldu. Özetle, İTÜ’deki mücadelenin üniversitenin ortak sesi olmayı kısmen başardığını düşünüyorum.

Yeni YÖK Yasa Tasarısı tartışılırken onun provası olarak değerlendirilen İTÜ’deki durum üniversite muhalefeti açısından büyük bir deneyim biriktirdi. Siz bu mücadele sürecinde İTÜ’nün eski rektörlerinden Mustafa İnan’ın Oğuz Atay’ın romanında geçen üniversiteye dair söylediklerini kullandınız. Mustafa İnan’ın o sözleri farklı bir üniversite tahayyülünü yansıtıyor. İTÜ’de mücadele üniversitelere ilişkin yaygın neoliberal kavrayış karşısında nasıl bir etki yarattı sizce?

Belki ufacık bir çizik atmış olabiliriz. Daha da ötesi, güçler dengesinin emekçiler lehine değişmesini ve buna paralel olarak ülkedeki ve dünyadaki neoliberal siyasal hegemonyanın geriletilmesini gerektirir. Ama şu önemli bir şey, geleneksel olarak kendilerini birer emekçi olarak, işçi sınıfının bir parçası olarak görmeyen akademisyenlerin “üniversite ticarethane olmasın”, “YÖK kaldırılsın”, “anti-demokratik uygulamalara son verilsin” gibi cümleleri sıklıkla telaffuz ediyor olması. Sizin de dediğiniz gibi Mustafa İnan’ın cümlelerinin hayli yaygın bir şekilde kullanılıyor olması bir kazanımdır. Bu durum güçler dengesinin bizim lehimize dönmesinden ziyade İTÜ’deki asistan mücadelesinin politik söylemini iyi kurgulamasından kaynaklanıyor kanımca. İki şeyi çok doğru yaptığımızı düşünüyorum: Öncelikle, stratejik olarak tartışmayı hiç bir zaman Yeni YÖK Yasa Tasarısı’ndan ayırmadık. Yani üç-beş tane araştırma görevlisinin kendi ayrıcalıklarını ve kadrolarını savunması gibi bir tutum yerine hâlihazırda yaşanan neoliberal saldırıyı farklı siyasal görüşlere sahip insanların etrafında birleşip mücadele edebileceği makul talepler aracılığıyla bütünlüklü bir şekilde anlatmaya çalıştık. Aksi olsaydı, hareket daha başlamadan rektörlüğün pazarlık mekanizmaları içerisinde boğulurdu. Diğer vurgulanması gereken yanı ise, yine taleplerimize bağlı olarak şekillenen kararlılığımızdı. Özellikle, üniversite içerisinde fiili bir direniş yürütülmesi hak almaya dönük siyasi bir kararlılığın olgunlaşmasını sağladı. En sade şekilde ifade edecek olursak, mücadele edince kazanabileceğimizi hep birlikte deneyimlemiş olduk. Mücadelenin küçük de olsa ideolojik kazanımlarının daha çok bunlar olduğunu düşünüyorum.

Ankara’da YÖK’ün önünde yaptığınız ve kısmi kazanımlarla sonuçlanan eyleminizi sormak üzereydim. Bu eylem ve kazanımlar hareketi sönümlenmekten kurtardı diyebilir miyiz?

Biz ona “uzun yalnızlık sendromu”  diyoruz. İTÜ’deki mücadele, tıpkı benzer birçok işçi direnişi gibi uzun bir yalnızlık dönemine girmek üzereydi. YÖK’ün önündeki eylemin ardından gelen kazanımlar bu durumu kısmen geciktirmiş görünüyor. Bu tür direnişlerde kararlılık sık görülen bir durumdur fakat belirli bir zaman zarfından anlamlı bir kazanım olmazsa insanların umudu tükenmeye ve direniş yalnızlaşmaya başlıyor. Bu uzun yalnızlık döneminden olumlu da çıkabilirsiniz bunun Cansel Malatyalı (TMMOB), Emine Aslan (DESA) gibi önemli örnekleri var. Ancak genel olarak sonuç direnişin sönümlenmesi oluyor. YÖK’ün önündeki eylem açısından kritik an 24 Ocak’ta Avrupa Üniversiteler Birliği için İTÜ’ye gelen YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya’yı bizimle görüşmek zorunda bırakan eylemimizdi. Görüşmenin video kaydının alınması ve Çetinsaya’nın “Evet burslu öğrenci değilsiniz, bir mağduriyet söz konusu ve ben bu konuyu genel kurula taşıyacağım” açıklaması, kararını daha önce aldığımız YÖK önündeki eylemini daha da önemli bir hale getirdi. Her ne kadar kitleselliği haklı olarak eleştirilse de doğru zamanda, doğru yerde, doğru taleplerle bir eylem yaptık ve kısmi kazanımlar elde ettik. Öncelikle, yeni YÖK tasarısına ilişkin hükümet ve YÖK içerisindeki görüş ayrılıkları YÖK üzerinde baskı oluşturmamızı kolaylaştırdı. Eylemin en büyük kazanımı direnerek kazanabileceğimizi görmemiz. Diğer önemli bir kazanım ise sadece İTÜ’de değil, aynı durumdaki tüm araştırma görevlilerinin işe iadesini sağlayacak bir düzenlemenin yapılacağının açıklanmasıdır. Fakat 50D’li araştırma görevlilerinin kadroya geçişi önündeki hala ciddi engeller söz konusu. Dolayısıyla kısmi bir kazanım söz konusu. Bu asistan mücadelesi açısından henüz bir başlangıç, dolayısıyla mücadeleye devam etmekten başka bir yol yok!

Çetinsaya’nın yasa taslağı yeni Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı tarafından reddedilmiş görünüyor. Yeni YÖK yasasına ilişkin sürecin nasıl bir seyir izleyeceğini düşünüyorsunuz?

Tahmin ediyorduk böyle olacağını zira tasarı hem hükümet ve YÖK kanadında, hem de AKP’nin rektörleri arasında tam anlamıyla rağbet görmedi. Öncelikle taslak YÖK genel kurulundan oy birliğiyle çıkmadı, çok fazla çekince ve şerh konularak Milli Eğitim Bakanlığı’na gönderildi. Tam da bu noktada Tayyip Erdoğan Ömer Dinçer’i görevden aldı ve Nabi Avcı’yı göreve getirdi. Nabi Avcı’nın Milli Eğitim Bakanı olması eğitim alanı açısından çok kritik bir gelişme, bunu çok iyi görmek lazım. ODTÜ’yü herkes Tayyip Erdoğan’ın öfkesi ve hırsıyla açıklıyor ama ODTÜ’deki saldırıyı Tayyip Erdoğan’ın YÖK meselesinde “ben de varım” dediği bir hamle olarak görmek gerekiyor. Yani kendi tarzıyla bu müdahaleyi ODTÜ’de yaptı. Ardından da yeni Anayasa sürecine dönük daha kapsamlı bir dönüşümün parçası olan kabine değişikliği geldi. Nabi Avcı, Türkiye Günlüğü çevresinden AKP’ye gelmiş bir isim. Özal’ın danışmanıdır ve Türkiye sağının içindeki en piyasacı, en neoliberal fikirleri erken bir tarihte ifade eden bu çevrenin önemli simalarından biridir. Aynı zamanda 4+4+4’ün mimarı. 4+4+4 yasası, her ne kadar İmam Hatiplerin yeniden açılmasıyla 28 Şubat’ın intikamını alan bir boyut taşısa da, GSS’yle beraber bu memlekette hazırlanan en piyasacı yasal düzenlemelerden biri. 4+4+4’ü piyasacı bir mantığın hayli tahrip edici sonuçlara neden olacağı bir alana yapılmış kararlı bir müdahale olarak görmek gerekiyor. İlgili komisyonlardan ve meclisten nasıl bir hızla geçirildiğini unutmayalım.

Nabi Avcı’nın “Üniversiteler bu kadar ayrıntılı bir yasayla yönetilemez, bir çerçeve yasa lazım” sözlerini çok tehlikeli buluyorum. Ekonomik yasa, çerçeve yasa tabirleri anayasa tartışmalarında da geçen bir kavram. Özetle, çok uzun olmayan ve yasanın mantığını anlatan bir metin olacak ve geri kalan her şey tüzük ve yönetmeliklerle belirlenecek. Böyle bir yasa yapma pratiğinin üç önemli sonucu var: İlki, piyasacı uygulamalar fiili olarak çok daha kolay hayata geçirilecek. İkincisi, hukuksal süreçler daha da keyfileşecek ve hak gaspları daha da kolaylaşacak. Son olarak ise, yürütme yani Rektörler (ve eğer söz konusu olursa üniversite konseyleri/meclisleri gibi organlar) son derece güçlenecek ve geniş yetkilerle donatılacak. Özellikle son maddeye ilişkin birkaç önemli noktayı daha vurgulamak gerekiyor. 2010 referandumundan bu yana Türkiye’de başta siyasal iktidar olmak üzere her türlü yürütme erkinin güçlenmesine şahit oluyoruz, Çetinsaya’nın taslağındaki “üniversite konseyleri” önerisi bu yönelimin açık bir ifadesiydi. Fakat ilk taslak üniversitelerin özerkliği ve YÖK’ün üniversiteler üzerindeki konumu açısından sağ-muhafazakâr cenahı da tam olarak ikna edemedi. Yani YÖK’ün dönüştürülmesi hususunda AKP’nin sahte “anti-vesayetçi” söyleminin normalde olduğundan biraz daha fazla dozda kullanılması gerekiyor. Dolayısıyla, Nabi Avcı’nın stratejisini “bu çerçeve yasayla üniversitelere özerklik veriyoruz, YÖK bir vesayet kurumudur ve biz vesayetle hesaplaşıyoruz” söylemi üzerinden inşa edeceği kanısındayım. Sadece sağ-muhafazakâr cenah değil, kendisini liberal (ya da sol liberal), demokrat ve hatta muhalif olarak niteleyen kesimlerden de Nabi Avcı’nın “anti-vesayet” soslu bu özerklik zokasını yutanlar olacaktır kanımca. Örneğin Boğaziçi Üniversitesi piyasacı uygulamaları 30 yıldır gözünü kırpmadan uygulayan bir üniversite. Fakat YÖK’ün kılıcının tepesinde sallanmasını istemediği için eski taslağa en sert tepkiyi verdi; benzer bir tepki böylesi bir özerklik kisvesi söz konusu olduğunda gündeme gelmeyecektir diye düşünüyorum.

Bir yandan evet yasa tasarısı sağ-muhafazakâr cenahı da ikna etmedi ancak bir yandan İTÜ’de asistanların direnişi, bir yandan ODTÜ, bir yandan diğer yerel eylemler; özetle yeni yasa taslağına karşı geliştirilen muhalefet onun tekrardan değerlendirilmesine vesile oldu mu?

Kesinlikle. Tek yönlü bir değerlendirme yapmak doğru olmaz. Tabi ki hem İTÜ’deki direniş, hem İTÜ’nün diğer üniversitelere yaydığı hava bu yasaya karşı çıkılabilme ihtimalini güncel hale getirmiştir. ODTÜ, “Bu memlekette öğrencilerin YÖK’e de, yeni yasasına da, düzenine de ayaklanabilme ihtimali var” dedirtmiştir. Ama bütün bunları çok abartılı birer değerlendirme haline getirmemek lazım. Kanımca “gençlik durdurmuştur” demek abartılı olur ancak gençlik durdurabileceğine dair bir ihtimali açıkça ortaya koymuştur. Örneğin 25 Aralık eylemleri yapıldı. Akademisyenlerin ve öğrencilerin birlikte hareket etme ihtiyacını ortaya koymak açısından önemliydi ama bunun gereğini yapmak, daha kitlesel, birleşik ve militan eylemler için güç biriktirmek konusunda ciddi sıkıntılar var. Bu güç biriktirmenin nasıl olacağına dair belirli bir fikri strateji ve buna paralel bir pratik örgütlenme stratejisi yok. Fikri strateji, bu yasa geldiğinde üniversiteye bir bütün olarak ne olacak, hangi kesimler nasıl etkilenecek, bu yasadan üniversitede kimler nasıl nemalanacak gibi soruların cevaplarına dair etkili bir teşhir faaliyetini gerektiriyor öncelikle. Etkili ve sürekli bir faaliyet olabilmesi için yalın bir dilin yanı sıra; üniversitelerdeki öğrencilerin, akademisyenlerin ve diğer tüm emekçilerin ihtiyaçlarını kesen somut taleplere sahip olması gerekiyor. Makul, insanların üzerinde anlaşabileceği ve etrafında mücadele edebileceği taleplerin formüle edilmesine ihtiyaç var. Buna yönelik pratik stratejinin de tabi ki doğrudan demokrasinin farklı formlarını ortaya çıkaran bir tarzı olması gerekiyor. Bu noktada üniversitenin farklı bileşenlerini muhalefetin asli unsurları kılan geniş katılımlı meclislerin oluşturulması gerekiyor. Örneğin geçtiğimiz süreçte İTÜ’de başta öğrenciler olmak üzere farklı bileşenlerle bir üniversite meclisi kurulabilirdi. Fakat bu noktada meclislerin mevcut muhalefeti yaratacak değil, ileriye taşıyacak demokratik bir mecra olduğunu unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla üniversite bileşenlerinin kendi somut sorunları etrafında daha fazla biriktirmeleri, daha fazla mücadele etmeleri gerekiyor. Ancak bunu yapabilmek için her şeyden önce bir fikri berraklığa ihtiyaç var.

Bizim esas önerdiğimiz birleşik-bağımsız öğrenci örgütlülüğü salt muhalefeti değil örgütlüğü. Çünkü baktığımız zaman farklı yapılarında içerisinde bulunabildiği, birey hukuku üzerinden insanların kendilerini ifade edebildiği ve yerel örgütlenmelerin olduğu, birleşikliğini de o yerellerin birleşikliği üzerinden sağladığımız bir örgütlenme şekli. Bir parça koordinasyon süreci deneyimiyle benzeşen. İTÜ’de olanın politik olarak etkisinin yaygın olması ve örgütlenebilmiş olması da böyle bir tarzla hayata geçirilmiş olmasından kaynaklanıyor bizce. Öğrenci hareketi de dönem dönem doğru talepler ve doğru sloganlar etrafında hareket ediyor ama salt örgütler ittifakıyla sınırlı kaldığı sürece bu kapsayıcılığı sağlayıp bir süreklilik kazanamıyor…

Madem Koordinasyon sürecine referans verdik oradan devam edelim. Koordinasyon’u yaratan iki büyük siyasi özne bu konuda fikri bir netliğe sahipti. Gerçekten öğrencinin kendi öz-örgütlerini en demokratik formlarla inşa etme konusunda, üniversitelerde cepheler kurma konusunda netlik vardı. Öte yandan, üniversitelerde ortaya çıkan farklı eylem ve protestolar politik bir özgüven kaynağıydı. Bugün öğrenci hareketi içerisindeki siyasal çevreler hareketin stratejisine dair böyle bir berraklıktan yoksun. Ayrıca gelişkin kitlesel tepkiler de söz konusu değil. Dolayısıyla siyasal grupların “geniş öğrenci kitleleriyle” yan yana gelebildiği durumlar çok sınırlı. Ya böyle ODTÜ gibi ani çıkışlar ve patlamalar oluyor, ya da asistan mücadelesi gibi başka dolayımlarla bu bağı yaratmaya çalışıyorlar. Fakat muhalefet kısa, anlık veya dönemsel olmaya mahkûm oluyor; bir süreklilik kazanamıyor. Gelinen bu noktanın kapsamlı bir tarihsel değerlendirilmesini yapmak gerek. Örneğin 1988 sonrası gelişen ve Dernekler süreci olarak anılan öğrenci hareketi de büyük ölçüde birlikte hareket etmeye çalışan siyasal gruplardan oluşuyordu. Fakat çok farklı bir siyasal ve toplumsal bağlam söz konusuydu. Orada siyasetlerin yan yana gelişinin siyasal bağlamı neydi mesela? Türkiye 12 Eylül’den çıkıyordu ve darbenin Türkiye’de yarattığı tahribat son derece aşikârdı; ayrıca sosyalizmin ülkede daha geniş bir meşruiyeti alanı vardı. Dolayısıyla o hareket içerisindeki siyasal gruplar birtakım asosyal çevreler değillerdi. Bu son derece önemli bir şey; yani kendilerini geniş öğrenci kitlelerinin içerisinde inşa ediyorlardı.

ODTÜ deneyiminin ardından öğrenci hareketinin bugününe ve nasıl olması gerektiğine dair nasıl bir değerlendirme yapabiliriz?

ODTÜ’yü öğrenci hareketi açısından doğru bir şekilde değerlendirmek gerekiyor. ODTÜ’deki tepkiye baktığınız zaman gördüğünüz AKP ve hatta çoğu zaman Tayyip Erdoğan karşıtlığı. AKP’nin otoriterizmine, baskıcı zihniyetine duyulan ciddi bir öfke söz konusu. Böylesi bir öfke tabi ki muhalefet açısından değerlendirilmesi, somut talepler etrafında ilerletilmesi gereken bir olanak. Aksi takdirde, uzun erimli ve kalıcı bir siyasal faaliyet yaratabilmek pek mümkün olmaz. İki sene önce “Başkaldırıyoruz” eyleminde de benzer bir durum söz konusu oldu. ODTÜ’de gerçekten başka türlü bir sosyal ortam var. Bu gerçekten çok kıymetli bir gelenek fakat daha kalıcı, daha kapsamlı bir birleşik siyasal faaliyete dönüşmüyor. Fakat ODTÜ’nün ardından başta Galatasaray ve Mimar Sinan Üniversitesi olmak üzere birçok üniversitede ODTÜ’yü kınayan metne imza atan rektörlerin “Benim rektörüm değilsin” denerek ısrarlı bir şekilde istifa ve özür dilemeye çağırılması öğrenci hareketinin bu dönemde attığı en doğru adımlardan biriydi. Eğer “Benim rektörüm değil, YÖK’ün ve AKP’nin rektörüsün. Üniversiteyi temsil etmiyorsun, gideceksin” gibi bir ısrar ve kararlılık önümüzdeki dönemde yaygın bir demokratik talep olarak örgütlenebilirse yeni YÖK yasasına karşı ciddi bir direniş mevzisi inşa edilebilir. Çünkü “çerçeve” ya da değil, yeni YÖK yasası muhakkak ki AKP’nin giderek kurumsallaştırdığı devlet otoriterizminden payını alacaktır. Bir stratejik öncelik olarak demokratik taleplerin bu dönemde üniversite mücadelesi açısından kritik bir önemi olduğu kanısındayım. Fakat bu ve benzeri demokratik talepler neoliberal üniversite tahayyülüne, üniversitenin ticarileştirilmesine, geleceksizliğe, emeğin ve bilginin daha da metalaşmasına karşı çıkmadan ifade edildiği takdirde bugün toplumsal muhalefet içerisinde farklı biçimlerini gördüğümüz içeriksiz bir AKP karşıtlığından bir adım öteye gidilemez. Her siyasal çevrenin kendisini örgütlediği bir söylemden ziyade AKP otoriterizmine duyulan öfkeyi bir imkân olarak kullanarak kalıcı bir siyasal alternatife dönüştürebilmek gerekiyor. Aksi takdirde, öğrenci hareketi ODTÜ’de olduğu gibi saman alevi gibi yanıp sönen çıkışlarla yetinmek zorunda kalacaktır. Diğer bir sorun ise, bir önceki soruda tartıştığımız üzere, bu talepleri daha geniş öğrenci kesimlerine taşıyacak doğrudan demokrasi formlarını yaratacak bir siyasi hatta duyulan ihtiyaç. Bu noktada üniversite alanında belirli bir güce ve meşruiyete sahip siyasal öznelerin temel meselelerde anlaşıyor olması lazım, birleşik bir güce ihtiyaç var şu anki durumda.

(Bu röportaj Öğrenci Dayanışması dergisinin Mart 2013 sayısında yayımlanmıştır.)