Utku Uraz Aydın –

 

Gezi direnişiyle tanık olduğumuz toplumsal seferberliğin ve radikalleşmenin, bir sene zarfında geriye neredeyse somut hiçbir şey bırakmadan elimizden kaçıp gitmesi kapsamlı bir tartışmanın ihtiyacını ortaya koymuştu. Neoliberal saldırganlığın en ete kemiğe bürünmüş, en görünür hali olan işçi katliamlarının itkisiyle, öncelikli olarak madenlerin kamulaştırılması talebinin gündeme getirilmesinden yola çıkılarak, mütevazı ölçülerde olmakla birlikte bir strateji tartışması şekillenmeye başladı[1].

Şüphesiz, bir stratejik perspektifin yeniden inşası Türkiye sosyalist hareketini aşan bir ihtiyaç. Esas olarak seksenli yıllardan itibaren emekçilerin örgütlenme ve eyleme kapasitesindeki muazzam kırılma, sınıf bilincinin tarumar edilmesi, kapitalizm dışı bir toplumsal ve ekonomik örgütlenmenin geniş kesimler açısından (Sovyet deneyiminin yüküyle) arzulanır, tahayyül edilebilir olmaktan çıkması, uluslararası işçi hareketi ve sosyalist akımlar açısından bir devrimci stratejik ufkun yeniden oluşumunu gerekli kılmaktadır. Bu noktada özellikle Fransa, İtalya ve İngiltere’deki devrimci Marksistler ve bilhassa Dördüncü Enternasyonal’le bağlantılı kesimler arasında kesintili de olsa sürmekte olan bir tartışma söz konusu. Dolayısıyla burada başlanmış olan tefekkür çabasını[2] (her coğrafyanın özgüllüklerini hiç şüphesiz hesaba katarak) daha geniş bir tartışmanın parçası olarak görmekten de geri kalmamak durumundayız. Elbette ki bu, masa başında hayal gücümüze başvurarak gerçekleştirilebilecek bir zihinsel egzersiz değil, güncel deneyimlerin, mevcut güç ilişkilerine dair tahlillerin ve işçi hareketinin bu çerçevedeki kapsamlı mirasının dahil edileceği, mümkün mertebe pratikte sınanarak tekrar üzerine dönülmesi gereken uzun soluklu bir çaba olarak tasavvur edilmelidir. Devrimci stratejinin kimi temel araç-gerecinin bugünün koşullarında nasıl işlevselleştirilebileceğine dair bazı notlardan oluşan bu yazı, elbette ki tüketici olmadan, tartışmayı sürdürmeyi amaçlamaktadır.

 

Birleşik Cephe ve Geçiş Talepleri

Troçki’den bir alıntıyla başlayalım. Komünist Enternasyonal’in VI. Kongresi’ne sunulan program taslağına dair sunduğu eleştiride şöyle der: “Savaştan önce yalnızca proleter partisinin taktiklerinden söz ederdik; bu kavram o zamanlar hüküm sürmekte olan gündelik talep ve görevlerin sınırını aşmayan sendikal, parlamenter yöntemlerle yeterince uyuşmaktaydı. Taktik kavramından anlaşılan, tek bir gündelik göreve ya da sınıf mücadelesinin tek bir dalına hizmet eden önlemler sistemidir. Devrimci strateji ise aksine, bir araya gelişleri, uyumları ve ürünleriyle proletaryanın iktidarı almasına yol göstermek zorunda olan bileşik bir eylemler sistemini kucaklar.”

Proletaryayı iktidara taşıyacak, bu yönde yol gösterecek, işçi sınıfının ezilen konumundan egemen konuma gelmesini sağlayacak bir “bileşik eylemler sistemi”. Konumuz bu. Dolayısıyla stratejiyi salt devrimci kriz anı üzerinden değil tam da emekçilerin ve ezilenlerin bu krizin koşulları doğduğunda devrimci bir hamle edebilecek bilinç ve örgütlenme seviyesine sahip olması için uzun vadeli hazırlık süreciyle birlikte düşünmek gerekmekte.

Kuşkusuz hem Ekim Devrimi’yle birlikte açılan tarihsel kesitin geriye ancak öfke ve hayal kırıklığı bırakarak kapanması hem de neoliberal taarruzla birlikte emek güçlerinin ağır bir darbe yediği bu çifte yenilgi koşullarında iktidarın devrimci fethine dönük hazırlıkları bir hayli geriden sürdürmek durumundayız.

Fakat büyük oranda Komünist Enternasyonal’in, Sovyet bürokrasisinin uluslararası ilişkiler aygıtına dönüşmeden önceki sürece tekabül eden ilk dört kongresinde (1919-1922), bilhassa da üçüncü ve dördüncü kongrelerinde şekillenen iki temel anlayış/araç, bambaşka koşullar altında hareket ediyor olsak da hala işlevselliğini korumakta.

Bunlardan biri birleşik cephe. Genel anlamıyla birleşik cephe belirli talepler etrafında işçi sınıfının tümünü ve içindeki çeşitli siyasal eğilimleri temsil eden partileri (aslen reformistleri ve devrimcileri) seferber etmeyi hedefler. Buradaki amaçlardan biri daha güçlü vurabilmek için sınıfın birliğini sağlamak ise, diğeri de reformizmin ve reformist önderliklerin sınırlılıklarını mücadele içinde teşhir etmek ve böylece emekçilerin radikalleşmesini, sınıf bilinçlerinin keskinleşmesini sağlamaktır. Birleşik cepheye dair farklı türden örnekler de hiç şüphesiz mevcuttur. Yine Troçki’ye göre, ekonomik mücadele alanında sendikalar birleşik cephenin doğuş halindeki biçimi, sovyetler de birleşik cephenin işçi sınıfının iktidar mücadelesin koşullarındaki en yüksek biçimidir. Troçki aynı mantıktan yola çıkarak, sosyal demokrasiyi faşizmin ikiz kardeşi ilan eden (stalinistleşmiş) Komintern’in Almanya’daki uzantısı Komünist Parti’yi sosyal demokratlarla birlikte faşizmin önünü kesebilmek için bir birleşik işçi cephesi oluşturması yönünde etkilemeye çalışmıştır. Bununla birlikte her cephe politikasını da birleşik cephe sanmamak gerekir. Komintern’in sözünü ettiğimiz sekterlik evresinden sonra hızını alamayıp bu kez burjuvaziyi de ittifaka dahil ettiği halk cepheleri veya “dört sınıf bloğu” stratejileri birleşik cephe politikasının kapsamı dışında ve hatta bir sınıflar arası ittifakı öngördüğünden bunun tam zıttı olarak değerlendirilmelidir.

Geniş emekçi kitlelerinin devrimci ve antikapitalist bir mücadeleye kazanılması için önerilen taktiklerden biri birleşik cephe ise bir diğeri de, bununla iç içe geçebilecek olan geçiş talepleri anlayışıdır. Geçiş talepleri mantığı, Ernest Mandel’in ifadesiyle “çağdaş komünist hareketin tarihi kadar eski bir düşüncedir”. Bu geçişsel anlayışı Troçki “Geçiş Programı” adıyla da bilinen “Kapitalizmin Can Çekişmesi ve Dördüncü Enternasyonal” isimli belgede şöyle özetler: “Bugünkü taleplerle sosyalist devrimin programı arasındaki köprüyü kurmaları için kitlelere günlük mücadele süreci içinde yardımcı olmak gerekir. Bu köprüyü günün koşulları ve işçi sınıfının bugünkü bilincinden kaynaklanan ve kaçınılmaz bir biçimde tek ve aynı sonuca, proletaryanın iktidarı ele geçirmesine varan geçiş talepleri sistemi oluşturulmasıdır”. Dolayısıyla geçiş talebi anlayışı, sosyalist harekette uzun süre hakim olmuş olan asgari program (gündelik sorunları aşmaya dönük çözümler) ve azami program (iktidarın ele geçirilmesi ve devamında ezilenlerin kurtuluşunu ifade eden sınıfsız-sömürüsüz dünya tahayyülü) arasındaki kopukluğu gidermeyi hedeflemektedir. Bu talepler, hem kitleler açısından, kendi acil ihtiyaçlarından yola çıkarak, uğruna mücadele etmeye değer görülmeli, hem de bizzat kapitalist sistemin mantığını sorgulayan, kendi deneyimleriyle kitlelere bunu sorgulattıran talepler olmalı. O tarihte somut bir geçiş programı oluşturulamamış olsa da Komintern’in üçüncü kongresinde kabul edilen “Taktikler Üzerine Tezler”de işçi denetimi talebinin ve uygulamasının bu geçişsel niteliğine vurgu yapılır. Dış borçların iptali, ücret kaybına uğramadan çalışma saatlerinin kısaltıması, işçi denetiminde kamulaştırma, işten çıkarmaların yasaklanması gibi bir dizi talep tam da bu geçisel mantık çerçevesinde kullanılabilir.

 

BHH’nin Potansiyelleri

Bu tarihsel-teorik hatırlatmalardan sonra bugüne, mevcut konjonktüre dönelim. Neoliberalizmin yarattığı ağır toplumsal tahribatın ardından emekçilerin iktidara el koyması perspektifiyle antikapitalist sınıf bilincinin yeniden inşası göreviyle karşı karşıyayız. Bu, kuşkusuz bir dizi mücadele, deneyim, kaçınılmaz olarak yenilgi ve kısmî başarılardan geçmeyi gerektirmekte. Bu noktada emekçilerin ve ezilenlerin ortak mücadelesini örmek için bir birleşik cephe politikası vazgeçilmez bir araç olarak canlılığını korumakta. Şimdi bu strateji tartışmasını yine son zamanlarda yürümekte olan bir başka tartışmayla bağdaştıracak olursak, Birleşik Haziran Hareketi bu işlevi görecek bir birleşik cephe oluşturmakta mıdır? Destekçisi olan işçileri antikapitalist perspektife kazandıracağımız kitlesel reformist partilerle karşı karşıya olduğumuz bir konjonktürde (ve coğrafyada) değiliz hiç şüphesiz. Fakat Erdoğan rejiminin (hadi klasik üçlüyü sayalım: neoliberal-muhafazakâr-otoriter) saldırganlığı karşısında direniş cephesini büyütmek, diri tutmak, Gezi’yle birlikte yaşanan siyasallaşmadan geriye kalan kesimleri kucaklayabilecek bir çerçeve oluşturmak, bu imkan büyük ölçüde kaçırıldıysa da, hala acil bir ihtiyaç. BHH bu ihtiyacı karşılamaya dönük bir teşebbüs ve bir dizi özelliği itibariyle son derece değerli bir teşebbüs. Bunların en başında, Birleşik Muhalefet Hareketi’nin oluşumu sırasında yaşanan tökezlemelere rağmen BHH’nin kuruluş sürecinin, memleketteki siyasallaşma ölçeğine vurulduğunda mümkün mertebe aşağıdan örgütlenmiş olması yatıyor. Kapsayıcılığı, açıklığı ve en önemlisi bireysel katılıma müsait ve hatta bunu teşvik eder bir hale sahip olması da kıymetli özellikler olarak değerlendirilmeli. Büyük kentlerden bakıldığında belki kısmen sosyalist çevrelerin varlığı damgasını vursa da, taşrada kayda değer bir bağımsız birey mobilizasyonunun sağlandığı aşikar. Bir diğer olumluluk ise, tam da birleşik cephenin mantığına uygun olarak ve mesela bir Podemos’un aksine (şüphesiz Podemos’un dayandığı toplumsal güçle bir kıyaslama söz konusu olamaz) siyasal çevrelerin kendi varlıklarını muhafaza ederek katılabilme imkanıdır.

Bununla birlikte bugün BHH bir birleşik cephenin ancak nüvesini oluşturmaktadır veya bundan takribi 35 yıl önce yine bu derginin sayfalarında (o zamanki adıyla Ne Yapmalı’da) kurulması çağrısında bulunulan bir “Devrimci Birleşik Cephe”ye dönüşme imkanını taşımaktadır. Hiç şüphe yok ki, bu sınıfsal güç ilişkilerini değiştirmek bir yana, değiştirmeye yeltenmek için dahi yeterli bir zemin oluşturmamaktadır. Fakat yine eskilere kulak verelim. 1922’de Kızıl Sendikalar Enternasyonali’nin programını sunarken Alexandre Lozovzky şöyle diyordu: “Zaferi isteyen, her ülkenin devrimci unsurlarının birliğini sağlamalıdır ve hep şunu hatırlamalıdır: devrimci cephenin birliği tüm işçi cephesinin birliğinin önkoşuludur”. Elbette bir hayli yol var önümüzde, ama perspektif buysa, yani emekçilerin olabildiğince geniş kesimlerinin ortak mücadele sonucu, ortak özörgütlenme ve özyönetim deneyimleri sonucu iktidara talip olmasıysa, sosyalist hareket buna göre araçlarla donatmalıdır kendini. Burada tabii ki BHH’nin kendisinin bir çizgisel büyümeyle sınıfın bütününü -veya anlamlı kesimlerini diyelim- kapsayacağını ifade etmek istemiyorum. Ama burada birikecek deneyimlerin, mücadelelerin, demokratik örgütsel işleyişe dair tecrübenin, bir arada çalışma pratiğinin, yetişecek kadroların ve şekillene(bile)cek stratejik ufkun başka unsurlarla daha geniş bir cephenin inşasına katkıda bulunabileceğini söylemeye çalışıyorum.

Bu bağlamda BHH’nin etrafında örgütleneceği, faaliyetini öreceği talepler önem taşımaktadır. Daha önce Yeniyol’da ifade edildiği üzere BHH metinlerde AKP rejimini tarif etmek için sıklıkla kullanılan faşizm, İslamcı faşizm, mezhepçi faşizm gibi kavramlar mevcut güç ilişkilerini ve rejimin niteliğini bizce yansıtmamaktadır[3]. BHH açık toplantılarla, kitlesel katılımlarla, kent merkezlerinde açılan masalarla kurulabiliyorken, bu, faşizmin fazlasıyla küçümsendiği anlamına gelmektedir. Fakat muhafazakâr ve muhafazakârlaştırıcı, otoriter ve otoriterleşen bir rejimle karşıya karşıya olduğumuz şüphe götürmez. Dolayısıyla elbette ki kamusal alanın dini referanslar ekseninde yeniden şekillendirilmesine karşı somut talepler ekseninde direnç göstermek durumundayız. Fakat bunun yolunun BHH’nin daha ilk “ses verme” eylemleri için “laik ve bilimsel eğitim” konusunu seçmekten geçtiği kanısında değiliz. Kendisini bugün yaşamakta olduğumuz felaketin başlıca müsebbibi olan eski rejimin otoriter laikçiliğinden herhangi bir biçimde ayırma ihtiyacı duymadan bu türden bir söylemin BHH’nin çıkış parolası haline gelmesi, AKP eliyle derinleştirilen kültürel kutuplaşmayı sabit addetmek ve “laik-seküler” kutbun konsolidasyonuna yönelmek anlamına gelmektedir. AKP’nin saldırganlığı bir dizi cephede mücadele etmeyi gerektiriyor ama stratejik perspektifimizle bağlantılı olarak kimi alanları öncelikli saymak durumundayız. AKP’nin elinin güçlü olduğu yerden değil, tabanında da rahatsızlık yaratan başlıklar üzerinden yürümenin daha isabetli bir taktik olabileceği kanısındayım. Kriz, Türkiye emekçilerini çok daha derinden vurma emareleri gösterirken, işçi cinayetleri konusunda kayda değer bir kamuoyu oluşmuşken ve doğanın tahribatı hem yerel hem küresel düzeyde neredeyse geri döndürülemez ebatlara ulaşmışken, kültürel saflaşmaya hapsolmadan daha geniş kesimleri seferber etme potansiyeli taşıyan talepleri öne çıkartmak, bu alanlarda bir yığınak yapmak öncelikli olmalıdır. Bu noktada BHH’nın Türkiye Meclisi’nin ilk toplantısında aldığı kararlar dahilindeki kamulaştırma, işçi denetimi, asgari ücret, iş güvenliği ve grev hakkı gibi temalar bu türden bir eksenin oluşturulması için elverişli bir zemin sunuyor. Bu, giderek sertleşen ve İslamcı karakteri pekişen bir rejim karşısında bireysel, siyasal, kültürel haklar çerçevesinde verilecek mücadeleleri azımsamak anlamına gelmiyor kuşkusuz. Fakat Ernst Bloch’un isabeti ifadesiyle “proleter negativite”yi kışkırtabilmenin, tarihin sahnesine tüm haşmetiyle tekrar çıkışına katkıda bulunmanın yolunun ancak bu türden bir uzun soluklu hazırlıkla mümkün olduğu inancına dayanıyor.

 
 

[1]           http://baslangicdergi.org/kamulastirma-mi-kamusallastirma-mi-umitakcay-bert-azizoglu/

                http://baslangicdergi.org/strateji-sorunu-ve-hak-mucadeleleri-bir-perspektif-olarak-kamusallastirma….

                http://baslangicdergi.org/simdi-degilse-ne-zaman-madenler-kamulastirilmali-stefo-benlisoy/

                http://www.birgun.net/news/view/soz-bitti-madenler-kamulastirilsin/8143.

                http://www.birgun.net/news/view/halkci-kamucu-secenek-neden-nasil/8451

                http://www.antikapitalisteylem.org/makaledetay.php?&id=501#2

                http://baslangicdergi.org/kamusallastirma-ve-olanaklar-ali-riza-gungen/
 
[2]            Bu konuda Yeniyol’un Ocak-Şubat 2013 sayısından itibaren Mutlucan Şahan’ın Devrimci Strateji ve Siyasal Özne üst başlığı altında parti, sınıf, toplumsal hareket ve devrimin güncelliği gibi meseleleri ele aldığı yazılarına bakılabilir.
 
[3]            https://yeniyol1.org/haziranda-birlesmek/

 
(Bu yazı Yeniyol’un Ocak-Şubat 2015 tarihli 12. sayısında yayınlanmıştır)