“Yunanistan’la en iyi dayanışma kendi ülkenizde siyasi güç kazanarak güçler dengesini değiştirmekten geçiyor.”

Syriza’nın iktidara yaklaşmasıyla birlikte, internet âlemi analizler, görüş yazıları, destek ve ithamlarla dolup taştı. Stathis Kouvelakis ile ayın başında yapılan bu röportajda [İngilizcede yayımlandığı tarih 22 0cak 2015, Jacobin] bu siyasal oluşumun kökenlerini, gidişatı ve karşılaşacağı olası zorlukları anlamak adına, eleştirel bir mesafe alıyoruz.

Bunu yapmak için de, şaşırtıcı bir çeşitlilik arz eden Yunan Radikal Solu’nun kendi içindeki güçlükleri kurcalamaktan çekinmedik. Zaten partinin iktidara geldiğinde karşılaşacağı somut ve acil zorlukların bazılarından Kouvealakis de bahsetti.

Kouvelakis, Syriza’nın merkez komite üyesi ve partinin Sol Platformu’nun önderlerinden.

Kendisi King’s College’da Siyaset Teorisi hocası, Philosophy and Revolution from Kant to Marx’ın yazarı, aynı zamanda da Lenin Reloaded [Yeniden Lenin, çev. Cumhur Atay, 2011, Otonom ve Critical Companion Contemporary Marxism’in [Çağdaş Marksizm İçin Eleştirel Kılavuz, çev. Şükrü Alpagut, Yordam, 2014] editörlerinden.

[Stathis Kouvélakis 1965’de Atina’da doğdu. Albaylar cuntasına karşı direnişe katılan ailesiyle 1969’da ülkeyi terk etti. Lise yıllarında Yunanistan İç Komünist Partisi (Avrokomünist) gençlik örgütünde çalıştı. 1983’den sonra Fransa’ya yerleşti. Komünist Gençlik Örgütü ve Fransız Komünist Partisi’nde çalıştı. Daha sonra Ulusal Konseyinin üyesi olduğu Rénovateurs Communistes’e geçti. 2005’de LCR’e (Devrimci Komünist Birlik – IV. Enternasyonal Fransız Seksiyonu) katıldı. Daniel Bensaid’in kurucusu olduğu Contretemps dergisinin yazarlarından – Yeniyol]

Bu mülakat, Sebastian Budgen tarafından Jacobin dergisi için yapıldı. Budgen, Verso Books editörlerinden ve Historical Materialism dergisinin yayın kurulunda yer alıyor.

[Bu çeviri metin, Çeviri Komünü ve Dünyadan Çeviri bloğunun ortak çalışmasıdır.]

 

Bize biraz Syriza’dan bahseder misin; radikal sol partilerin bu koalisyonu ne zaman ve nasıl ortaya çıktı?
Syriza, birçok farklı örgüt tarafından 2004’te bir seçim ittifakı olarak kuruldu. En büyük bileşeni Alexis Tsipras’ın partisi Synaspismos’du (ismi başlangıçta Sol ve İlerleme Koalisyonu’ydu, sonradan Sol ve Hareketler Koalisyonu oldu). Synaspismos, komünist hareket içerisindeki bir dizi ayrışmadan sonra kurulmuştu ve 1991’den beridir varlığını ayrı bir parti olarak sürdürüyordu.
Diğer yandan Syriza çok daha küçük oluşumlar da içeriyor. Bunların bazıları eski Yunan aşırı solundan, özellikle ülkenin ana Maoist gruplarından olan Yunanistan Komünist Örgütü’nden (KOE) gelenler. Bu örgütün Mayıs 2012 seçimlerinde meclise giren üç milletvekili vardı. Aynı şey Troçkist bir gelenekten gelen İşçilerin Enternasyonalist Solu (DEA) ve çoğunlukla komünist geçmişi olan diğer birçok grup için de geçerli. Örneğin, eski Komünist Parti (İç) çıkışlı Komünist Ekolojik Sol Yenilenme (AKOA).
Syriza koalisyonu 2004’te kuruldu ve başlarda mütevazi diyebileceğimiz bir başarısı vardı. Buna karşın %3’lük barajı aşıp meclise girmeyi de başardı. Uzun lafın kısası, Syriza Yunan radikal solunun görece karmaşık bir şekilde yeniden harmanlanmasından meydana geldi.
1968’den itibaren radikal sol iki kutba ayrılıyor. İlk kutup, Yunan Komünist Partisi (KKE), ki kendisi de kendi içinde iki bölünme yaşamıştı: İlki 1968’de Albaylar Cuntası zamanında Avrokomünizm eğilimli KKE’nin (İç) ortaya çıkmasına yol açan bölünme, ikincisi de 1991’de Sovyetler’in dağılmasından sonraki.
Avrokomünist parti 1987’de bir bölünme yaşadı. Bu bölünmede, ta en başından Synaspismos’a katılan Yunan Solu (EAR) sağcı, AKOA olarak yenilenen kesim ise solcu kanadı oluşturuyordu. Bu bölünmelerden sonra geriye kalan KKE oldukça gelenekçi, 1991’deki bölünmelerden sonra daha da bir katılaşan Stalinist bir çerçeveye yapışıp kalmış bir parti haline geldi. Partinin yeniden kuruluşu sekter ve kavgacı bir zemin üzerine oldu. Yine de işçi sınıfı, halk katmanları ve bunun yanı sıra, özellikle öğrenciler olmak üzere gençlik arasında hatırı sayılır bir destekçi tabanına ulaşmayı başardı.
Diğer kutup, Synaspismos, 2004’te Syriza’nın kuruluşuyla genişlemeye başladı; ki zaten kendisi de zamanında KKE’den ayrılan iki farklı grubun birleşmesiyle ortaya çıkmıştı. Synaspismos zaman içerisinde belirgin şekilde değişti. 90’ların başında Maastricht Anlaşması’nı imzalayabilecek bir partiydi ve temel olarak sol yelpazenin ortasındaydı.
Ama işte heterojen bir partiydi ve içinde bir sürü değişik akımı barındırıyordu. Çok çetin geçen iç mücadeleler, partinin sağ ve sol kanatlarını karşı karşıya getirdi ve sağ kanat yavaş yavaş kontrolü kaybetti. Syriza’nın kuruluşu da Synaspismos’un sola dönüşünü bir anlamda resmileştirdi.
 
Komünist geleneğin Synaspismos’a ne gibi bir etkisi oldu?
Parti kültürünün genelinde, komünist matris açık bir şekilde hissediliyor. Partiyi oluşturan iki parçadan biri, 70’lerden itibaren beliren Yeni Toplumsal Hareketlere açılım yapan Avrokomünist-etkisinde bir eğilimden geliyor. Bu açılım sayesinde parti örgütsel ve teorik referans noktalarını yenilemede, radikalizmin yeni biçimlerini kendi mevcut Komünist yapısına aşılayabilmede yetkin olduğunu kanıtladı.
Syriza, bir yandan sendikal harekete kayda değer müdahaleler yapmaya devam ederken, diğer yandan feminist hareketler, gençlik hareketleri, alternatif küreselleşme ve ırkçılık karşıtı hareketler ile LGBT akımları ile ilişkiye geçme konusunda da rahat bir parti. Diğer parça, 1991’de KKE’den ayrılan kadro ve üyeler katmanından geliyor. Bunların büyük kısmı şimdi Sol Akım içerisinde yer alıyor. Aynı zamanda önderlikteki çoğunluk grubunun üyelerinin ve kadroların da birçoğu bu çizgiden geliyor.
Parti kadrolarının ve aktivist tabanının ana olarak eğitimli ücretliler, diplomalılar olduğunu da belirtmemiz gerekiyor. Çok kentli bir seçmen, aydınlar arasında çok güçlü bağları olan bir parti. 1989-1991 ayrışmalarından bu yana aydın çevrelerle bu türden ayrıcalıklı bir ilişkiyi kaybetmiş olan KKE’nin aksine Synaspismos, çok yakın bir zamana kadar yükseköğretim sendikasında mutlak çoğunluğa sahipti.
Parti önderliği ayrıca komünist damgası taşıyor. Tsipras’ın yaşı seni şaşırtmasın: kendisi 1990’ların başında KKE gençlik örgütünde bir aktivist olarak başladı. Eski kadroların ve önderlerin birçoğu yeraltı döneminde yan yana mücadele verdiler ve hapishaneden ve sınır dışı kamplarından geçmiş insanlar.
Tam da bu nedenden dolayı Yunan radikal solunda bir kardeş kavgası atmosferi var, gerçi şu an sadece KKE bunu sürdürüyor (Synaspismos ve sonra da Syriza’yı “hain” diye yaftalıyor ve bu nedenle Syriza onlar için “baş düşmanı” temsil ediyor). Bundandır ki, Syriza Mayıs 2012 seçimlerinden sonra neredeyse tüm partilerle iki ilişkiler kurduğunda –hükümet kurmayı denemeye hakkı olduğu zaman yani- KKE görüşmeyi dahi reddetti.
 
Peki, Syriza’nın çizgisini nasıl tanımlarsın? Bu koalisyonun da antikapitalist bir hat izlediğini mi söylersin yoksa faaliyeti daha aşamalı, reformist bir yaklaşımın mı parçası?
Programatik ve ideolojik kimliğine bakılırsa, Syriza’nın oldukça antikapitalist bir çizgisi var; ve kendisini sosyal demokrasiden çok keskin bir şekilde ayrıştırdı. Bu nokta, Synaspismos’taki sosyal demokratlarla ittifak eğilimlerinin, gerek yerel düzeyde gerekse sendikal harekette, sosyal demokratlarla hiçbir anlaşmaya ya da koalisyona yanaşmayan eğilimlerce alaşağı edildiği Synaspismos’un kendi içindeki mücadele tarihini düşündüğümüzde daha önemli bir hal alıyor.
2006’da Alekos Alavanos’un başkan seçilmesiyle, Synaspismos’un Sosyal Demokrat kanadı, kontrolü tamamen yitirdi. Neredeyse tamamını Avrokomünist sağ grup çıkışlı EAR’lilerin oluşturduğu ve Fotis Kouvelis önderliğindeki bu sağ grup da nihai olarak Synaspismos’tan ayrılıp Demokratik Sol (Dimar) adında, PASOK ve radikal sol arasında orta yol olduğunu iddia eden bir parti kurdu.
Dolayısıyla Syriza, iktidar meselesini, seçim ittifakları ve sandıktaki başarıyla tabandan gelen mücadele ve seferberliğin diyalektiğine vurgu yaparak ele alan antikapitalist bir oluşum. Bu da şu anlama geliyor: Syriza ve Synaspismos kendilerini sınıf mücadelesi partileri olarak görüyor; yani belirli sınıf çıkarlarının temsilcisi olan bir oluşum olarak.
Yapmak istedikleri şey mevcut sisteme karşı kökten bir karşıtlığı (antagonizmayı) geliştirmek. Adlarının “Syriza” yani “radikal solun koalisyonu” olması da işte bu yüzden. Radikalizm ısrarı da, partinin kimliğinin çok hayati bir parçasını oluşturuyor.
 
Syriza Aktivistleri arasındaki güç ilişkileri ne durumda? Bir de, bu koalisyonu meydana getiren oluşumların her birinde ne kadar insan var?
2012’de, Synaspismos’un yaklaşık 16.000 üyesi vardı. Maoist KOE ise 1.000-1500 civarında aktiviste sahipti. Aynı şeyi üç aşağı beş yukarı AKOA için de söyleyebiliriz.
Synaspismos’un pratiği ve örgütsel formu, ideolojik pozisyon alışıyla bağlantılı olarak gelişti. Geleneğine baktığımızda, bir “aktivistler partisi” olmakla pek alakası yoktu, daha ziyade içinde büyük isimler barındıran ve esas itibarıyla seçim odaklı bir partiydi. Fakat partinin örgütsel varlığı ve eylemliliği, iki farklı düzeyde ciddi bir değişim geçirdi.
İlk olarak, Alternatif Küreselleşme ve Irkçılık Karşıtı Hareketlerde gelişen oldukça dinamik bir gençlik. Bu dinamik, partinin gençlik içindeki varlığını güçlendirdi, özellikle de geleneksel olarak pek varlık gösteremediği bir alan olan öğrenciler arasında. Partinin gençlik örgütünün şu anda binlerce üyesi var. Üstelik Tsipras’ın en yakın çevresinin hatırı sayılır bir kısmını bu genç kanattan gelen kadrolar oluşturuyor. Gerçek ideolojik radikalizmle karakterize oluyorlar ve de kendilerini Marksizm ile özdeşleştiriyorlar; çoğunlukla da Althusserci bir tonda.
İkincisi, sendikacılar 2000’lerde Synaspismos’ta daha fazla rol üstlenmeye ve partinin sol kanadının sözcülüğünü yapmaya başladılar. Büyük oranda KKE’den gelen bu sol kanat, ağırlıklı olarak, görece geleneksel sınıf mücadelesi pozisyonlarını savunan ve Avrupa Birliği’ne eleştirel yaklaşan işçi sınıfı unsurlarından oluşuyor.
Bu, partide bugün hiç ılımlı kalmadığı anlamına gelmiyor. Özellikle önde gelen ekonomi sözcüsü Yannis Dragasakis’i ve Fotis Kouvelis’e yakın olan ama onu Dimar yolunda takip etmeyi reddeden bazı kadroları düşünebiliriz.
 
Şu ana kadarki bölümde Syriza’nın esas olarak şehirli aktivist bir seçmen kitlesi olduğunu söyledin. Peki bu kitle, Syriza’nın % 16,7 oy alıp Yunanistan’da ikinci parti gelerek PASOK’u alt ettiği Mayıs 2012 seçim başarısıyla değişti diyebilir miyiz?
Aynen öyle. 2012’deki Syriza oylarının sosyolojisini anlamak çok çok önemli. Oy veren kitledeki niteliksel dönüşüm, en az oylardaki sayısal sıçrama kadar sarsıcı. Aslında Mayıs ve Haziran 2012’de ne olduğunu anlamak görece kolay. Esas itibarıyla sınıf oylarıydı bunlar. Daha önce büyük oranda PASOK’a oy veren ana kent merkezlerindeki ücretli işçi sınıfı birdenbire PASOK’u bırakıp Syriza’yı seçmişti.
Syriza ilk önce, Yunan nüfusunun üçte birinin yaşadığı Atina’da ve aynı zamanda diğer belli başlı şehir merkezlerinde kendini gösterdi. Şimdi de, Mayıs’taki yerel seçimlerden beri, Atina’nın seçilmiş “bölgesel konsey”ini kontrol ediyor. En fazla oyu da bir zamanlar PASOK ve KKE’nin kalesi sayılan işçi sınıfı ve halk kesimlerinin yaşadığı bölgelerden aldı.
KKE’nin düşüşü işte bu seçim bölgelerinde başladı ve daha da kötüleşecek. Gördük ki KKE seçmeni Syriza’ya geçiyor. Bu hem bir işçi sınıfı oyu, ama aynı zamanda da eğitimli çalışanların –iş piyasasında aktif olan insanların- oyu. Syriza’nın 18-24 ve 24-30 yaş arasından aldığı oy, ortalama oyuna yakındı. Ancak, çalışan nüfusun kalbini oluşturan katmandan (30 yaş ve üstü) ortalamasının üzerinde bir oy aldı.
Seçimde en zayıf olduğu katman da ekonomik olarak durgun taşra nüfusu (köylüler de dahil olmak üzere), emekliler, ev kadınları, kendi hesabına çalışanlar ve serbest meslek erbaplarıydı. Yani Syriza’nın ardındaki desteğin dinamiği daha çok ücretli sınıfın oyları (üst tabaka da dahil), halk katmanları ve Yunanistan’ın ana kent merkezlerindeki işsizlere dayanıyor.
 
Syriza’nın kamu sektörü çalışanları arasındaki desteği ne boyutta?
Seçim sosyolojisi, Syriza’nın Haziran 2012’de kamu çalışanlarında %33, özel sektör çalışanlarında ise %34 oy aldığını gösteriyor: Haziran 2012 ile geçtiğimiz Mayıs’taki Avrupa seçimleri arasında oyların evrimini düşündüğümüzde, kamu sektöründe bir miktar daha yüksek destekle, az çok aynı oranlar. Fakat en iyi sonuçlar, büyük bir sanayi ve işçi sınıfı bölgesi olan ikinci Pire seçim bölgesinde ve kuzey Yunanistan’da, çoğunluğu Müslüman ve Türkçe konuşanlardan oluşan İskeçe’de alındı. Öyle ki Syriza bu bölgeden parlamentoya Türkçe konuşan Müslüman azınlık arasından iki vekil gönderdi.
 
Syriza’nın 2012’deki ani seçim başarısını nasıl açıklıyorsun?
Değerlendirilmeye alınması gereken üç faktör söz konusu. İlki Yunanistan’daki sosyal ve ekonomik krizin şiddetinde ve meşum memorandumlar (Yunan hükümetinin ülkenin borçlarını geri ödeyebilmesini sağlama almak için Troyka ile imzaladığı anlaşmalar) kapsamında uygulanan kemer sıkma dalgası ile 2010’dan sonraki gelişme güzergâhında yatıyor.
İkinci faktör, Yunanistan’ın (ve şimdi de İspanya’nın) bu sosyal ve ekonomik krizin politik bir krize dönüştüğü yegane ülke olması. Çok istikrarlı bir iki partili yapıya dayanan eski politik sistem çöktü.
Üçüncü faktör ise, halk hareketleri. Radikal Solun yükselişe geçtiği iki Avrupa ülkesinin, geçtiğimiz yıllardaki en büyük toplumsal hareketliliğin yaşandığı Yunanistan ve İspanya olması, bir tesadüf değil. Örneğin, İspanya’da, Indignados (Öfkeliler) hareketi, Yunanistan’daysa daha derin, toplumsal olarak da daha çeşitli bir hareket vardı.
Bu güçlerin çoğu, kendilerini siyasal temsiliyet bağlarının geleneksel biçiminden kurtarıp radikal sola döndü. Toplumun bu dinamiğinin dışında kalan bir kısmıysa krizin başlangıcından bu yana belirgin bir şekilde kendi kabuğuna çekildi ya da aşırı sağa –yani Altın Şafağa- yöneldi.
Ama Syriza’nın seçim başarısı, partinin ta en başından beri memorandumlara ve kemer sıkmaya yönelik şok terapisine koyduğu tepkiyle daha net açıklanır. Bu da özellikle Synaspismos içindeki uzun tartışmalardan; Syriza’nın bir koalisyon olarak kuruluşundan bu yana PASOK’la ittifak fikirlerini reddetmesinden ileri gelir.
Ve Syriza “hareketçi” duyarlılığından kaynaklı olarak, somut şekilde ve pratik olarak kendini geçtiğimiz yıllarda Yunanistan’da gerçekleşen toplumsal hareketlere ve kolektif eylemlere adayabileceğini ispatladı. Ve bunu en tuhaf ve kendiliğinden olanları da dahil olmak üzere, bu hareketlerin özerkliklerine de saygı duyarak yaptı. Örneğin 2011’de şahit olduğumuz kent meydanlarının işgali hareketlerini destekledi, KKE ise bu hareketleri “anti-politik” olarak yaftaladı ve onları küçük burjuva ve de anti-komünist unsurların hakimiyetinde olmakla suçladı.
Syriza, travmatik toplumsal krizle ve bunun insanların gündelik yaşamı üzerindeki somut etkileriyle baş etmek amacıyla yerel düzeydeki dayanışma ağları için de epeyce iş yapmış bir parti. Güçler dengesini ulusal politik yaşam düzeyinde dönüştürme kabiliyetine sahip görünen kurumlarda da yeterince görünürlüğe sahip bir oluşum.
Bununla birlikte, Syriza kamuoyu yoklamalarında 2012 seçim kampanyasının ancak son birkaç haftasında yükselişe geçti. Gerçek sıçrama Tsipras söylemini, KKE, aşırı sol, parlamenter sol ve PASOK’un küçük muhalif unsurlarına uzanan bir ittifak teklifi şeklindeki “kemer sıkma karşıtı bir sol hükümet” kurma önerisine yoğunlaştırdığında gerçekleşti.
Bu, seçim kampanyasının gidişatını değiştiren ve yepyeni bir gündem yaratan bir şey oldu. Sarsıntıyı hissetmeye başlamamız (adeta fiziksel bir şeydi) ve Syriza’nın anket rakamlarının yükselişe geçmesi, bundan sonra oldu. Artık o noktadan sonra, diğer partiler, Yunanistan’ın Troyka memorandumlarının boyunduruğundan silkinmesini sağlayacak somut (hatta ulaşılabilir) bir politik perspektifle ortaya çıkan Syriza’nın teklifine yanıt vermek zorundaydılar.
 
Bu sol için epey ekümenik bir yaklaşım….
Evet, aynen öyle. Syriza, toplumsal hareketlerdeki pratiğinden ama özellikle de iç yapısından kaynaklı olarak bu tarz bir öneri için güvenilir bir kaynak. İç yapısı derken, Syriza bir siyasal cephe ve kendi içinde bile farklı siyasal kültürlerin bir arada yaşamasına izin veren pratik bir yaklaşım mevcut. Hatta bana sorarsanız Syriza melez bir parti derim: bir ayağı Yunan komünist hareketinin geleneği içinde, bir ayağı da radikalizmin şu yeni dönemde ortaya çıkan biçimlerinde olan sentez bir parti.
 
Sence Yunanistan’da kent meydanlarının işgalleriyle gördüğümüz toplumsal hareket ile Syriza’nın sandıktaki başarısı bağlantılı mı?
Kesinlikle. Bazıları bu hareketlerin sadece kendiliğinden olmakla kalmayıp aynı zamanda anti-politik de olduğuna ve siyasetin dışında ve karşısında yer aldıklarına inandı. Ancak onlar, kendilerine sunulan politikayı reddederken bir yandan da farklı bir şey de arıyorlardı. İspanya’daki Podemos deneyimi ve Yunanistan’da Syriza gösterdi ki, radikal solun uygun öneriler ortaya koyması halinde bu hareketlerle bir anlaşmaya varılabilir ve taleplerinin güvenilir bir politik “yoğunlaşması” sunulabilir.
 
Syriza’nın 2012’den bu yana yerel ve bölgesel hükümetlerde ne gibi somut deneyimleri oldu?
1990-2000’lerden bu yana, radikal sol PASOK’la herhangi bir ittifaka karşı duruyor, bu nedenle de ne Syriza ne de KKE herhangi bir bölgesel hükümete dahil oldu ve yakın zamana kadar da çok az yerel yönetime katıldılar. Şu anda, Syriza’nın ulusal bazda ve Avrupa düzeyindeki başarısıyla yerele etkisi arasında keskin bir fark var.
Parti, yerel ve bölgesel yönetimler için yapılan ankette -25 Mayıs 2014’te yapılmıştı- ülke ve Avrupa düzeyinde aldığından daha az oy aldı: %27 yerine %18. Ama yine de, nüfusun neredeyse %40’ının yaşadığı Attica da dahil olmak üzere, iki bölgenin Syriza’ya geçmesiyle parti büyük kazanımlar elde etti.
 
Alexis Tsipras’a Yunanistan’da nasıl bakılıyor?
Tsipras’ın imajının en öne çıkan tarafı, yaşı: Yani en basitinden, genç bir adam. Ancak Yunan radikal solunun kadrolarının ve önderlik gruplarının büyük bir kısmında hala 60’larına merdiven dayamış; hatta Albaylar Cuntası’na karşı mücadeleye dahil olmuş olmanın prestijinin keyfini çıkaran, daha da yaşlı bir kuşak baskın.
Bir ara Synaspismos genel başkanı olan Alekos Alavanos bu tür bir dinozorlaşmadan kopmaya işaret etmek adına Tsipras’ın kontrolü eline almasını örgütledi. Bu gerçekten büyük bir siyasal irade edimiydi. Tsipras popüler, çünkü daha Synaspismos önderliğinden çok önce, partinin Atina belediye seçimleri listesinde başı çekiyordu.
Tsipras’ın tam olarak halkın karizmatik savunucusu olduğu falan söylenemez. Kötü bir konuşmacı değil; ancak kesin olan bir şey var ki bir George Galloway, ya da Jean-Luc-Melenchon’un hitabet yeteneğini de haiz değil. Bazı hatalar da yaptı; özellikle de, birçok Yunan radikal solcusu gibi, ilk başta krizin derinliğinin ve kamusal borç meselesinin kemer sıkma önlemlerinin uygulanmasını meşrulaştırmak için ne ölçüde kullanılabileceğini küçümseyerek.
2010 ve 2011 başlarında, olan biteni pek takip edemiyormuş gibiydi. Sonrasında ama, parlamentodaki müdahalelerinde PASOK hükümetine ve özellikle de başbakan George Papandreou’ya muhalefetinde hırçın bir üslup geliştirdi. Bu yolla da “halkın savunucusu” profilini geliştirmiş oldu. 2012 Mayıs’ından önce radikal solu ve kemer sıkmaya karşı olan tüm güçleri birleştiren bir hükümet önerisiyle de başarısını pekiştirdi.
Yunan radikal solunun, şimdiye kadar toplumsal hareketlerin dikkate değer, önemli ve faydalı bir parçası sayılan ancak krizden çıkış yolu önerebilecek tarihsel sorumluluğu üstlenmesi de beklenemeyecek bir güç olarak görülen imajını değiştirdi. Bu, hala 20. yüzyıl komünizminin yenilgisinin travmasını yaşayan radikal sol için gerçek bir dönüm noktası. Ve bugün, radikal sol artık ezeli azınlık olmayı, sadece “direnmekle” lanetlenmiş bir kuvvet olma rolünü geride bırakmak istiyor.
 
2012’den bu yana Syriza’nın üyelik ve toplumsal ağırlığı açısından, görece gücüne ilişkin rakam verebilir misin bize? Sonra da Syriza’nın iç dinamiklerinden biraz daha bahseder misin – sol platform ve onu oluşturan farklı unsurlar ve bir de muhalif taraf tabii, mesela merkez… Sağ?
2012 seçimlerinden hemen sonra, o zamana kadar bir partiler koalisyonu olan Syriza’nın birleşme süreci başladı. Önce ilk defa yönetici bir organ seçen ulusal bir konferansla, hemen ardından da Temmuz 2013’teki kuruluş kongresiyle. O aşamada, partinin yapısıyla ilgili ve parti formu olarak niteleyebileceğimiz konuda kararlar alındı ancak öncelik sürecin hızla tamamlanmasıydı ki bu da etraflıca bir siyasal tartışmaya zaman bırakmadı.
Bu aynı zamanda da bir açılım süreciydi de; ama öyle bir açılım süreci ki, ne belirli toplumsal destek gruplarına ne de toplumsal hareketlere dahil olmuş katmanlara hitap ediyordu. Yani denebilir ki, aktivistlerin partisi ya da aktif üyelerin partisi olmaktan çok, üyelerin partisi olmaya iten bir süreç oldu bu. Yani parti de militants’dan (Militanların Partisi) ziyade parti d’adhérents (Üyelerin Partisi). Bu da tabii bir örgüt olarak Syriza’nın -Kliyentalizme kadar olmasa bile- belli bir noktaya kadar, Yunanistan’da hala çok güçlü olan yerel ve geleneksel iktidar ağlarının pratiklerine karşı açık vermesine yol açtı.
Sistem partileri ulusal düzeyde çözüldüler. Artık merkezi partiler olarak yok gibiler. PASOK tamamen dağıldı ve tartışmasız Yunanistan’ın en büyük parti mekanizmasıydı. Bir zamanların sağ kanat kitle örgütü olan Yeni Demokrasi de ciddi manada zayıfladı. Ancak bu partilerin yerel düzeyde hala güçlü bağlantıları var. Bunu geçen seçimde Syriza’nın yerel seçimlere olan etkisiyle yerel konsey kazanabilme kapasitesi arasındaki uçurumda gördük örneğin.
Yeni yapılanmanın bir diğer kötü tarafı da Syriza’nın gitgide önder merkezli bir parti haline gelmesi. Parti içi yapıların sayıca çok ve işlevsiz; gerçekten siyaset yapmaktan ve karar alma merkezleri olarak işlemekten epey uzak oluşu bu durumu iyice açığa çıkardı. Önderin oynadığı hayati role bir de bir sürü gayri resmi önderlik çevrelerininki eklenince, tüm karar alma süreci kolektif bir önderlikten -hatta onu da geçtim, sınırlı bir grubun önderliğinden çok- merkezi ve şeffaflıktan çok uzak bir hale gelmeye başladı.
Parti önderliğinin hedeflerinden biri, Syriza’daki sol eğilimi marjinalize etmekti diye düşünüyorum. Ciddi ciddi bizim eski Syriza’da (yani 2012’den önceki) görece güçlü olduğumuzu düşünüyorlardı. Tamam, o zaman Syriza bir koalisyondu; yani bir sürü farklı partinin bir dizilimi, ama partileşme ile birlikte gelen yeni üye akınıyla bizim zaten göreceli olan gücümüz büyük oranda düşerdi.
Sana bir örnek vereyim; bu daha çok Synaspismos’un tartışmasız en büyük bileşeni ile ilgili: Partinin son kongresinde -Dimar’ın partiden ayrıldığı kongre- şimdi Alavanos’un öncülüğündeki sol akım %25 kadar bir oy aldı. Bu yüzden de Syriza’nın Kasım 2012’deki ilk ulusal kongresinde Sol Platform %25 oy alınca, önderliğe bayağı bir sürpriz olmuştu. Hatta Sol Platform’un Syriza’nın kuruluş kongresinde %30 oy alarak ağırlığını daha da artırması daha büyük bir sürpriz olmuştu.
O zamandan bu zamana, Syriza’nın üye sayısı neredeyse iki katına çıktı ve o civarda istikrarlı bir şekilde seyrediyor, 17.000- 18.000 üyeden 35.000-36.000’e. Üye sayısı coğrafi olarak epey bir gelişim gösterdi ama bunun seçime olan etkisiyle örgütsel güç arasında hala koca bir fark var. Parti ve onun ana seçmeni – yani esas olarak şehirli işçi sınıfı- arasındaki bağ ise hala zayıf.
Syriza’da hala entelektüel katman, yani vasıflı ve iyi eğitimli kamu sektörü baskın. Yaşa ilişkin durum da sorunlu: Genç katmanların ağırlığı hala görece sınırlı.
 
Bir gençlik kanadı var mı?
Evet, Syriza’nın tüm gençlik kanadı bileşenlerinin birleşmesinin sonucu olarak belirli bir gençlik kanadı var. Ancak partinin genç katmanlardan aldığı oy düşünülünce, parti içi aktif gençlik kanadı güdük kalmış diyebiliriz. En cesaretlendirici sonuç muhtemelen Syriza’nın sendikalardaki ağırlığının artması – neredeyse iki katına çıktı. Ancak Syriza’nın sendikalardaki varlığı çok düşük bir seviyede başlamıştı zaten. Bu da şu anlama geliyor ki, toplamda ve özellikle de özel sektörde Syriza’nın sendikalardaki varlığı KKE’ye göre hala cılız kalıyor.
Niteliksel olarak elbette bir şeyler değişti. Çünkü -ki bu oldukça ilginç- Komünist Parti’nin kaleleri, hala en tutarlı ve örgütlü güç olmasına karşın, daha az dinamik sektörlere ve hatta farklı nedenlerle de olsa (bir dereceye kadar özel sektörde yaprak bile kıpırdamamasından) seferberlik namına pek bir hareketlilik göstermemiş yerlere doğru kayıyor.
Seferberliğin önemli bir rol oynadığı birçok dinamik sendikada, Syriza sadece daha güçlü olmakla kalmıyor (bu zaten önceden de böyleydi), buralar, partinin en çok geliştiği yerler aynı zamanda. Mesela, Syriza şu anda Yunanistan sendikal hareketinde kilit rol oynayan bir sendika olan Ortaöğretim Öğretmenleri Ulusal Sendikası’nın öncü gücü. Syriza’dan ve Antarsya’dan gelen insanları bir arada görebileceğiniz bu sektörlerde aşırı solun ve sendikal cephelerin ağırlığının bir parça arttığı epey belirgin.
Son dönemde sendikal harekette gelişen işte böyle bir radikal çevre var. Bu, radikal solun konumunu geliştirdiği, aşırı sol ondan da fazla geliştirdiği, üniversitelerde de böyle (KKE bile bir parça konumunu iyileştirdi). Syriza üniversitelerde gerilemişken — Yunanistan’da öğrenci seçimlerine katılım büyük olduğundan bu uygun bir gösterge — ilginçtir, öğrenci seçimlerinde belkemiğini Antarsya aktivistlerinin oluşturduğu listelere oy veren radikalleşmiş sol kanat öğrenci çevresi, üniversite dışında; ulusal seçimlerde falan, Syriza’ya gitgide daha fazla oy vermeye başladı.
Bu iki yönlü siyasal ifadenin onaylanmasını diğer seçimlerde, özellikle yerel seçimlerde, ya da bölgesel seçimlerle Avrupa seçimleri arasındaki farkta da gördük. Bölgesel seçimlerde aşırı sol koalisyon Antarsya tarafından sunulan listeler %2 kadar bir oy aldı, oysa bir hafta sonraki Avrupa seçimlerinde sadece %0,72 oy aldı.
Yani açık ki, toplumsal hareketlere ve seferberliklere ciddi şekilde katılım sağlamış kesimler yerel ya da sendikal düzeyde aşırı solun öncülüğündeki yapılar etrafında toplanıp onlara destek veriyorlar. Ama iş politik temsile gelince, Syriza tüm bu toplam güçler diziliminin politik temsilcisi olarak hareket ediyor.
Sonuçta ortaya çıkan tablo şu: Son dönemin en kayda değer evrimlerinden biri, Yunan radikal solundaki ayrımın, artık oldukça katılaşmış, son derece sekter ve epey de izole olmuş KKE ile diğerleri (Syriza, Antarsya vb.) arasında kalması oldu.
 
Bize Sol Platform’un 2012’den beri yaşadığı gelişimden biraz daha bahsedebilir misin? Bileşenleri nedir, nasıl büyüdü, kendi içinde ne derece kaynaşmıştır gibi?
Sol Platform’un iki bileşeni var. İlki, bir çeşit geleneksel komünist akım olan Sol Akım, ki esas olarak sendikacılardan oluşur ve Syriza içindeki sendikal kesimin çoğunluğunun kontrolüne sahiptir. Bu insanların büyük çoğunluğu KKE içinde 1991’de yaşanan bölünmeden ayrılarak gelmiştir. İkinci olarak, Troçkist bileşen var: DEA (Uluslararası İşçiler Koalisyonu) ve Kokkino, ki yakın dönemde birleştiler.
Sol Platform, gerek parti önderliğinin, gerekse partinin işleyişinin ve yapısının birleşme sürecindeki ve sürecin sonrasındaki şekillenme tarzının, yoğun baskısı altındaydı. Partideki çoğunluğun platform üzerindeki baskısı, parti formunun geçirdiği evrim ve son dönemde Yunanistan’daki hareketlerin ve seferberliklerin düşüşe geçmesinden kaynaklanan daha yapısal sebeplerle birleşti.
Tüm bu etkenler, Sol Platform’un göreli ağırlığı üzerinde olumsuz bir etkiye sahip oldu ya da olmuş olabilir. Ancak Sol Platform genel olarak bu baskılara oldukça sağlam bir şekilde direndi. Platform içindeki nispi çeşitlilik kendisine güç kattı. Bu anlamda diyebiliriz ki, Sol Platform iki farklı siyasi kültürden meydana gelmiş olsa da içteki kaynaşmışlığı, çok daha heterojen olan siyasi kültürlerin yeniden gruplaşmalarından hasıl olmuş partinin çoğunluk bloğununkinden daha kuvvetliydi.
Çoğunluk içerisinde ana akım sosyal demokrasiden gelenleri, aşırı sola yakın hisseden aktivistleri, yeni toplumsal hareketler denen gruba yönelen hareketçileri, ya Avrokomünist ya da KKE bir arka plandan gelen oldukça geleneksel reformist figürlerin yanında ekseriyetle PASOK’tan gelen sol milliyetçileri de, milliyetçiliğin en uç karşıtlarını, yani neredeyse anti-Alman fenomeninin Yunan versiyonunu da bulabilirsiniz.
 
Ve tabii ki Maoistler (KOE) de var!
Maoistler kuşkusuz o ilk sol milliyetçi kutba daha yakın, böyle denebilir. Dolayısıyla genel heterojenlik düzeyi çoğunluktakinden çok daha yüksektir.
Kanımca, 2012 seçimleriyle kurucu kongre arasındaki dönemde Sol Platform’un kotardığı şey, kendini ne Sol Akım ne de Troçkist olarak tanımlayan ve bu ayrımları pek de takmayan daha geniş aktivist tabakasını etkileyebilmiş olmasıdır.
Bu aktivistlerin hakikaten ilgilendikleri şey, ülke içindeki sol bir muhalefeti ya da Syriza içindeki daha bariz şekilde radikal olan bir sol perspektifi desteklemektir. Parti çoğunluğunun kurucu kongre sırasındaki oldukça manipülatif taktiklerinin geri tepmesinin ve bu taktiklerin kongrenin daha ilk günlerinde bile Sol Platform’un ağırlığının artmasıyla sonuçlanmasının sebebi işte budur.
Böylelikle parti içinde aldığımız oylarla karşılaştırıldığında delegelik açısından yetersiz temsil ediliyor olsak da delege oylarının yüzde 30’dan fazlasını kazanmış olduk. Bu oranın yanına (Allan Woods taraftarları ve Uluslararası Marxist Eğilim tarafından kurulan) “Komünist Platform”dan aldığımız %1,5 da eklenebilir.
Kurucu kongreden beri yaşanan evrim sadece Sol Platform için değil, daha genel anlamda Syriza içindeki güçlerin iç dengesi için de olumlu oldu, zira parti çoğunluğu son yerel ve Avrupa seçimleri sırasında çatladı. Daha açık olmak gerekirse, çoğunluk içinde solda yer alanlar (ki büyük oranda hareketçilerden ve Tsipras’ın Synaspismos’daki akımından ayrılan bir sol gruptan mürekkeptiler) kendileriyle diğerleri arasına bir sınır çekti. Bu süreç alışılageldik Yunan tarzda nihayetlendi: şimdilerde Tsipras çevresinde Solun Sol Birliği ile Sağın Sol Birliği var.
Çoğunluğun solundakiler, Avrupa seçimlerinden hemen sonra, merkez komitenin 53 üyesi ve birkaç milletvekili tarafından Haziran 2014’te imzalanan “53 Platformu” etrafında bir araya geldi. Bu platform, Tsipras’ı düzen siyasetçilerini kendisine çekmeye girişmekle, toplumsal seferberlikler ve hareketlere yeterince önemli bir rol vermeyen bir kampanya düzenlemekle, PR teknikleri ve hileleri etrafına örülmüş ve onu tek bir kişi olarak merkeze alan bir kampanya tarzı geliştirmekle ve ayrıca programın bazı can alıcı keskinliklerini (borç, bankaların ulusallaştırılması, vb meseleleri) yumuşatmakla sert şekilde eleştirdi.
 
Öyleyse, Sol Platform kurucu kongredeki oyların yüzde 30’dan fazlasını (artı Wood’culardan yüzde 1,5) topladıysa, o zamandan beri Sol Platform’un parti içindeki nüfuzunu ölçme şansı oldu mu? Solun Sol Birliği grubunun büyüklüğü konusundaki tahminlerin nedir?
Bana göre — ki bu en azından merkezi komite düzeyinde kendisini gösteriyor — Sol Platform, çoğunluk bloğundaki sol kanattakilerle birlikte esasında parti içindeki çoğunluktur ve son dönemde mesela ittifaklar gibi yakıcı bir meselede bunu gördük. Parti önderliği Dimar’la bir ittifak için çok diretti, ancak başarılı olamadı. Başarısızlığın sebebi parti içindeki tepkinin çok kuvvetli ve o tepkinin itici gücünün bu iki sol bileşen olmasıydı.
Bu yüzden, Avro sorununun parti içinde genel sol diyebileceğimiz kesim içerisinde daha ahenkli bir tavrı engellediği olgusuna rağmen önderliğin alavere dalavere yapacağı alan yine de çok daha daralmış oldu.
Ne yazık ki, önderliktekilerin çoğunluğu partiden daha da uzaklaşarak kendi içlerinde özerkleşti ve parti kararlarını görmezden gelir oldu. Burada parti ve taban arasındaki basit bir ayrımdan da bahsetmiyorum — bir bütün olarak partiden özerk hale geldiler. Ve tabii ki bu da gelecek için çok ciddi bir risk.
Merkezi komite çok seyrek olarak bir araya geldi ve durum gitgide can alıcı kararların hiç de şeffaf olmayan bir yoldan, kendi görüşlerini dayatmaya çabalayan muhtelif grupların ve lobilerin biteviye pazarlık etmelerinin bir sonucu olarak alınır hale geliyor.
 
Senin tahminince Sol Platform ne kadar sağlam? Yani, neye karşı olduklarını bildikleri aşikar — çoğunluğa — ama ne derece birlik halindeler ve özellikle ufuktaki hükümet olma bağlamında ve dolayısıyla bununla beraber gelecek devlet kadroları, resmi görevler konusunda nerede duruyorlar?
Bence, daha önce de söylediğim gibi, Sol Platform’un tutarlılık düzeyi, sadece olumsuz olarak değil olumlu olarak da parti çoğunluğununkinden çok daha üstün. Programa yönelik müdahale açısından bile çok daha birbirine bağlı ve tutarlılar. Burada Costas Lapavitsas’ın ve onun iktisadi cephedeki müdahalelerinin oynadığı rol, çok sayıda iktisadi mesele hakkında spesifik uzman görüşü vermesiyle oldukça hayati oldu.
Çoğunluğu ayırt eden bir özellik de görüşlerinin hiç de daha tutarlı olmaması. Mesela, bazı insanlar borç konusunda çok katı bir tavır benimsiyor. Borcu ödememenin kesin olarak bir seçenek olmasını ve borcun büyük bir kısmının silinmesini talep etme konusunda çok sağlam durmamız gerektiği fikrindeler.
Ne var ki, “Tamam, peki temerrütten sonra ne yapacağız?” sorusuyla birlikte bu seçeneği Avro’dan çıkmadan gerçekleştirmenin ne kadar uygulanabilir olduğu sorulduğunda — ki Avro’dan çıkmak bir seçim meselesi değil, neredeyse doğrudan bir sonuç — bir cevap vermekten kaçınır halleri var ve meselenin Avrupa’daki güçlerin genel dengesine bağlı olacağını söyleyerek geçiştiriyorlar. Buna kıyasla Sol Platform’un daha net cevapları var.
Sol Platform’daki iç ayrımları oluşturan esas sorun, jeopolitik meselelerle dış politikayı ilgilendiren konular üzerindeki anlaşmazlıklardır — ki bu anlaşmazlıklar bir arada var olan iki siyasi kültürün neredeyse otomatik veya doğal veya kaçınılmaz sonucudur. Sol Akım’ın dünya siyaseti ya da dış politika hakkında daha geleneksel manada komünist ve antiemperyalist bir görüşü var; bunun yanında ulusal referanslara karşı değil, hatta daha doğrusu bu referanslardan, ya da ulusal ve sınıfsal referansları harmanlamaktan yana.
Buna karşılık, DEA daha enternasyonal — ya da kendisinin daha enternasyonal olduğunu düşündüğü — bir kültüre sahip. Bu da şu anlama geliyor: Kıbrıs veya Türkiye’yle ilişkiler gibi meselelerde, Ukrayna veya bu türden konularda, konudan konuya değişen farklılıklar ve düşülen şerhler var.
 
Peki Sol Platform Syriza’nın olası zaferi meselesine nasıl yaklaşıyor? Hükümetin bir parçası olmamak, bakanlıklardan uzak durmak konusunda ya da ne türden seferberlik — parlamento dışı mı, toplumsal seferberlik mi — meşgul olacakları hususunda ortak bir çizgi var mı?
Bana kalırsa, yalnızca Sol Platform’u değil, Syriza içindeki çoğunluk bloğunun hatırı sayılır bir kısmını da kapsayan geniş solu tanımlayan şey, devlet iktidarına erişmeyi toplumsal hareketlere zemin hazırlama aracı olarak görmeleri. Ve hakikaten de bunu amaçlıyor, çünkü seferberliğe yönelik olan bir tip pratik içindeler tümüyle.
Kısacası, partinin ve siyasi sürecin ne olduğu hususundaki kavrayışları aktivizm çerçevesinde şekillenmiştir. Çok açık ki Tsipras’ın veya önderlikteki çoğunluğun son dönemde ortaya koyduğu siyasi yaklaşım, toplumsal hareketlere ve seferberliklere çok daha kısıtlı bir rol verdi.
Sadece bir örnek vereyim: 2012’de Tsipras bakış açısının sadece bir Syriza hükümeti değil, bütünüyle kemer sıkma karşıtı solun oluşturacağı bir hükümet olduğunu oldukça sağlam bir şekilde vurguladı — ki bu halen geçerlidir; ne var ki artık bunun pek bir anlamı kalmadı, çünkü ne aşırı solun ne de KKE’nin bu türden bir işbirliğini kabul etmeyeceği besbellidir.
Ama bunun yanında — ve en az bunlar kadar önemli biçimde — kemer sıkma karşıtı solun ve toplumsal hareketlerin hükümeti olacaktı. O sıralarda Tsipras özel olarak Bolivya deneyimini baz alıyordu; Mayıs ve Haziran 2012 seçimleri arasında Syriza’nın ön ayak olduğu en önemli inisiyatiflerden biri, hareketlerin Syriza önderliğiyle bir diyalog içinde olacağı bir tür genel kurul çağrısı yapmak oldu. Hakikaten de tümüyle olağanüstü bir olaydı.
Kampanya, sendika önderlerinin ve o tip şeylerin Tsipras ve önderliğin diğer üyeleriyle diyaloga iştirak etmesi, Syriza’nın o dönemde savunduğu türden siyasal ve toplumsal perspektifin çok güçlü bir imgesini vermişti. Son dönemde bununla kıyaslanabilecek hiçbir şey olmadı.
Diğer taraftan, o zamandan beri Yunanistan’daki genel atmosferin çarpıcı biçimde değiştiğini belirtmeliyiz: toplumsal hareketlerde düşüşün yanı sıra siyasi atmosfere görece bir moral bozukluğu ve hareketsizlik hakim oldu — tabii ki, mühim sektörel mücadeleler olmasına rağmen.
Kuşkusuz şerhlerle birlikte, ülkedeki genel atmosfer, bilhassa toplumsal hareketlerin düşüşüyle ayırt edilebilecek şekilde, 2012’dekinden oldukça farklı. Dolayısıyla o bakış açısından Syriza çizgisi daha ziyade başat trende adapte olmak şeklinde seyrediyor.
 
Öyleyse Sol Platform için model, Fransa’daki Halk Cephesi gibi bir şey olacak: Sol hükümet dışarıdaki sınıf mücadelelerini ve toplumsal hareketleri hareketlendiren kaldıraç olacak ve ardından bunlar da hükümet üzerinde baskı oluşturacak? Yani bir ayağı içeride, bir ayağı dışarıda olacak?
Aslında bu konuda öngörüde bulunmak güç. Halk Cephesi hükümetinden bahsediyoruz ama Halk Cephesi durumunda toplumsal hareketlerin talepleri Halk Cephesi’nin kendisinin oldukça sınırlı programından tümüyle farklıydı. Dolayısıyla Halk Cephesi’nin zaferleri, elde ettikleri, başarıları dosdoğrudan kitle hareketinin baskısından geliyordu.
Bence, şu an Syriza örneğinde, onun zaferini bir tetikleyici işlevi yerine getirmesi olarak görmek daha uygun olacak, zira Syriza güven tazeliyor ve son dönemde hakim olan teslimiyet atmosferini dağıtıyor. Üstelik toplumsal hareket için bir alan açacak tedbirler de alacak. Bu sonuncu söylediğime ilişkin olarak, asgari ücreti memorandumdan önceki seviyesine geri çekme ve muhtemelen daha da önemlisi toplu sözleşmeleri ve emek mevzuatını içeren, son dört yılda bütünüyle darmadağın edilen tüm sistemi yeniden kurma tekliflerinin en can alıcı sorunlar olduğunu düşünüyorum.
Bunlar sadece mücadeleler için değil, Yunanistan’da şimdilerde korkunç durumda olan sendikal hareketin yeniden inşası için de bir alan açacaktır.
 
Ama bakanlık sorusu ve hükümet içinde bir görev alma konusunda ortak bir çizgi yok, değil mi? İnsanlar zamanı geldiğinde mi karar verecek?
Hayır, kesinlikle yok. Bana kalırsa Sol Platform şu konuda çok net: safi hükümet düzeyine ne kadar dahil olacağı tam da o hükümetin içinde baskın gelecek stratejik seçimlerin hangi çizgide seyredeceğine bağlı olacak. Bu meseleye tümüyle böyle yaklaşıyor, tam tersi açıdan değil.
Ve bana öyle geliyor ki, bu da muhtemelen diğerlerinin siyasi pratikleriyle aramızdaki farkların bir göstergesidir: bakanlık meselesini değil, hükümetin izleyeceği çizgi ve alacağı aciliyetli temel stratejik kararlar meselesini ilk başa koyuyoruz. Yani her şey hangi çizginin hakim olacağına bağlı. Ve şu an konuşurken bile her şey net değil, değil mi? Nazikçe söyleyecek olursam: Syriza’nın programında açıklığa kavuşturulacak pek çok şey var.
Ancak, genel anlamda çizgimiz şu şekilde: Syriza’nın mevcut halinde kesin olan temel taahhütlere bağlı kalmalıyız.
 
Şu anki programa mı, yoksa 2012 programına mı?
Şu anki mevcut programı kast ediyorum. Hatta Selanik Kongresi’nde sunulan ve sonradan daha geçenlerde Tsipras’ın nispeten güncellediği asgari parti programından bahsediyorum. Bu programa bağlı kalmak bile büyük bir çarpışma anlamına geliyor, ki bu da tabii ki bir yandan halk seferberliklerinden destek almayı ve onları teşvik etmeyi, öbür yandan da bütün bu süreçte partiyi ve diğer toplumsal ve siyasi özneleri harekete geçirmeyi beraberinde getiriyor.
Bana öyle geliyor ki, Sol Platform’un görevi tam da bu: hükümet düzeyinde olacaklarla toplum düzeyinde olacaklar arasında bu türden bir diyalektikte katalizör olmak. Sol Platform’un tarihsel misyonu da her şey yolunda giderse muhtemelen bu olacak. Sarf edilen gayretler arasında katalizör olarak hareket edecek ve tabandaki hareketleriyle hükümet düzeyinde olup bitenler arasında bir uçurumun açılmasını önleyecek daha ahenkli bir kuvvete sahibiz parti içinde.
 
Çok iyi bildiğin gibi, bilindik dalavere sola çalışma bakanlığıyla spor ve kültür bakanlığını teklif ederken önemli bakanlıkları partinin sağ kanadı için ayırmak olacak…
Evet, doğru. Fakat aslına bakılırsa şu anda tehlike bu değil. Bana kalırsa şu anki tehlike tam da bunu yapmayacak olmaları. Stratejik konumdaki bakanlıkları sunacaklar, ama bunu muhtemelen siyasi çizgi konusunda net olmaksızın yapacaklar. Bu da elimizi kolumuzu peşin olarak bağlayacakları anlamına geliyor.
Bu yüzden bence asıl can alıcı mesele, gerek ülke içinde ve tabii ki gerekse AB ve Avrupalı güçlerle çarpışmalara hazır bir yaklaşımın baskın çıkmasıdır. Şayet o doğrultuda ilerlersek, o savaş hem Syriza içinde, hem de geniş anlamda Yunan solu içerisindeki çok ciddi şeyler açığa kavuşturulmaksızın kazanılamayacak.
Benim ümidim (ki bence gerçekçidir de) böyle bir bakış açısının Syriza ötesindeki yeni hizalanmalara neden olacağı ve daha genel anlamda Syriza konusunda hâlen şüpheci ve kararsız olan kesimlerin o tür bir konjonktürde daha kararlı bir tavır alma ihtimalinin doğacak olmasıdır. Bana kalırsa işte o durumda birleşik cephe gibi bir şey elde etmiş olacağız.
 
Sol Platform’un sözcüsü Panagiotis Lafazanis’ten bahsedebilir misin biraz?
Tabii, Lafazanis hakikaten de önemli bir figür ve bu da Platform için hem güçlü bir yön hem de bir zayıflık. Syriza da bu türden önder merkezli bir parti, daha doğrusu öyle bir parti olmaya meylediyor. Ve korkarım ki, Sol Platform, özellikle de en büyük bileşeni olan Sol Akım, oldukça kişi merkezli bir örgüt. Şüphesiz ki, Antonis Davanellos (DEA önderi) da epey öne çıkan bir kişi, ancak ulusal siyaset düzeyinde Lafazanis daha mühim bir rol oynuyor.
Lafazanis cuntaya karşı verilen mücadele sırasında ön saflara çıkan aktivistler neslinin temsilcisidir. Komünist gençliğin, bütün cunta dönemi sırasında tutukluluktan kaçabilmiş nadir — Yunanistan genelinde on kişiden azdır — çekirdek kadro elemanlarından biridir. Dolayısıyla Lafazanis o jenerasyondan gelir.
Lafazanis, 1970’ler ve 80’lerde KKE hiyerarşisinin basamaklarını tırmandı ve partinin yönetim kurulu üyesi oldu, ancak KKE’nin 1973-89 arasındaki tarihe mal olmuş genel sekreteri Harilaos Florakis’a özellikle daha yakındı. Önde gelen bir figürü olduğu bu partiden birçok üst düzey üyeyle birlikte 1991’deki bölünmede ayrıldı.
Ama onu asıl özgün kılan şey, diğerlerinin kabaca sağa kaydığı ve pek çoğunun da Synaspismos veya Syriza’dan fiilen ayrıldığı, veyahut bazılarının (mesela Dragasakis) daha da sağ pozisyonlara kaydığı sıralarda, Lafazanis sadakatle Marksist ve kendi içinde çok tutarlı olarak kaldı, ama bunu Stalinizm’den kararlı bir şekilde koparak yaptı. (Bununla birlikte, onun daha 1970’lerin sonları ve 1980’lerde KKE önderliğinin kapalı kapıları ardında halihazırda Sovyetler Birliği’ne oldukça eleştirel yaklaşanlardan biri olduğunu da belirtmeliyiz.)
O dönemde KKE içindeki pek çok insan onun kripto bir Avrokomünist olacağından şüphelendi; Gramsci’yi derinlemesine okuduğu ve bunun gibi şeyler epey biliniyordu, ancak tabii ki bunların hepsi çok gizli tutuldu — bunlar yalnızca parti içerisindeki çevrelerce biliniyordu, o da herkesin önündeyken kendinden beklenene göre davranıyordu.
Lafazanis artık Yunan medyası tarafından teşhis edildi ve hedef alınıyor, çünkü sabit fikirli olarak görülüyor. Medyanın ve tabii ki sağ ve düzen yanlısı güçlerin nefret etmekten çok hoşlandıkları ve sürekli olarak yaftaladıkları bir Syriza figürüdür Lafazanis. Syriza içindeki “Bay Avro Karşıtı” ve “Bay AB’den Kopmacı” olarak lanse ediliyor. Güncel bir örnek vermek gerekirse, Syriza ile Dimar arasındaki müzakerelerin çökmesinden hemen sonra Yunanistan’ın önemli bir gazetesi (Ta Nea) ilk sayfasında oldukça çığırtkan bir baş makale yayınladı: “Yunanlar, açın gözünüzü: Tsipras’a oy verirsiniz, ama aslında Lafazanis’tir partiyi yöneten.”
Şu anlaşılmalıdır: Medyanın, siyasi seçkinlerin ve egemen sınıfın Syriza’ya düşmanlığının temel sebeplerinden biri, Syriza içinde çok güçlü sol akımların olmasıdır. Tsipras bunu hesaba katmalıdır. Ve “Tsipras! Yap bir Papandreou!” gibi, iç muhalefetin kökünü kazıyıp gerçek bir lider ol diyen manşetlerin sebebi de budur. “Bu bunak solculardan ve sabit fikirlilerden falan kurtul” diyorlar.
 
KKE’den bahsettiğimize göre onu da çabucak aradan çıkarabiliriz. Onun ne olduğu epey merak ediliyor. Sence çizgisi bir tür rasyonaliteye ne ölçüde sahip, yoksa sadece kendi kendini yok etmeye mi eğilimli?
İkisi de. Bence KKE’nin tek meşgalesi partinin fiilen işlemesini ve batmamasını sağlamak. KKE’nin rüyasının halen radikal sol içinde baskın güç olduğu 2009’daki duruma dönmek olduğu açık. KKE’nin gerçekten istediği şey bu. Seçmenlerden yüzde 7-8 oy alan, belli kesimleri idare eden bir parti olmak istiyor.
KKE, çok muhafazakâr tipten bir aygıt, ki bu KKE’nin iç doğası ile onun görünürde hararetli bir şekilde konuştuğu Üçüncü Dönem retoriği arasında büyük bir uçurum oluşturuyor. Söylem düzeyinde devrimci retoriğe, sosyalizme, işçi sınıfına, işçilerin iktidarına ve benzer şeylere başvuruyorlar, ama esasında parti tüm bu yıllar boyunca fazlasıyla pasif kaldı.
Parti daimi olarak taban hareketliliklerine düşmanca yaklaştı. Meydanlardaki hareketi (2011 ilkbaharında) tümüyle balatayı sıyırmış bir şekilde komünist karşıtı bir komplonun parçası olarak suçladı. Bu yüzden KKE kökten değişimlerden hoşlanmayan, son derece muhafazakâr bir partidir.
 
Ama bu organik bir dünya görüşü mü? Önderlikteki otoriter güçler tarafından dayatılmıyor mu?
Dayatılıyor, ama çok güçlü bir aygıtları var ve ziyadesiyle tutarlı bir parti inşa ettiler. Yıllar geçtikte bütün muhalefeti amansızca bertaraf ettiler ve partinin idaresini ellerinde tutmakta başarılı oldular. Kuşkum o ki, önümüzdeki seçimlerde alacakları kötü sonuçlar muhtemelen bir tesir yaratacak.
Nisan 2013’te yapılan son KKE kongresinde, içeride ciddi anlaşmazlıkların olduğunu, ama önderliğin karşıt görüşlülerin çoğundan kurtulmayı becerdiğini gördük ve kanımca her şey durumun nasıl gelişeceğine bağlı olacak. KKE’nin ve aşırı solun bir kısmının tüm dünya görüşü, Syriza’nın yenilgisi ve ihaneti üzerine bahis oynamaktan ibaret. Kehanet kendi kendini gerçekleştirse diye hesap yapıyorlar.
Bu bakış açısının hakikaten bir etkisi oldu, bunu hesaba katmamız lazım — ve bunu da Syriza önderliğini sorumluluklarından muaf tutmak için söylemiyorum. Bu güçlerin Syriza’yı radikal sol içindeki diğer kuvvetlerden izole etmek için ellerinden geleni yapmaları, kesinlikle partinin çizgisini ve yaklaşımını yumuşatma girişimlerine olanak tanıdı.
Bahis de şuydu: Syriza’nın eli kulağındaki fiyaskosu kitlelerin radikalleşmesine ve reformcu yanılsamalarından özgürleşmelerine yol açacaktı. Ne var ki, Yunan toplumunun, bunu olduğu gibi, yani tamamıyla sorumsuz ve bayağı kafayı sıyırmış bir çizgi olarak gören ve sayıları gitgide artan kesimlerince bu fikir kategorik olarak reddedilmiş bir şeydir. Sonuç ise güç kaybıydı, ki bu ancak önümüzdeki dönemde durum biraz daha ısınırsa değişebilir.
 
İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Avrupa’da ilk defa radikal sol bir parti anketlerde sosyal demokratları geçti. Syriza, PASOK’u hem kendi atılımı sayesinde, hem de sosyal demokrat oyların düşmesi sebebiyle geride bıraktı. Sence hakimiyeti devam edebilir mi?
Yunanistan’da uygulanan şok tedavisi, daha önce uygulandıkları Güney ülkelerindekine benzer siyasi sonuçlar doğurdu. Eski siyasi düzen çöktü ve bu çöküşün savaş sonrası dönemde batılı bir Avrupa ülkesinde gerçekleşmesine ilk kez rastlanıyor.
İki ana parti bundan darbe aldı: evet, biri Pasok, ama bir de daha az derecede de olsa Yeni Demokrasi var. 2012’de desteğinin yüzde 20’sini kaybetti, Yunanistan bağımsız bir devlet olmasından beridir sağın aldığı en düşük oyu aldı.
Pasok’un niteliksel çöküşü ulusal düzeyde sayıların ortaya koyduğundan çok daha ciddi. Pasok büyük şehir merkezlerinde altıncı veya yedinci sırada geldi. Eskiden kalesi olan işçi sınıfı mahallelerinin çoğunda Altın Şafak’ın Neonazilerine yenildi. 18-24 yaş aralığındakilerden yalnızca %2,6 oy toplayabildi ve seçmenlerinin çoğunu emeklilerle kırsal alandaki ve küçük taşra kasabalarında yaşayanlar oluşturdu (seçimlerde toplamda %13,4 aldı).
 
Öyleyse Yunanların gözünde Pasok’un bütünüyle gözden düştüğünü söyleyebiliriz.
Parti düpedüz helak oldu. Hatta Pasok’tan geriye sadece eski devlet-parti hamilik ağlarının kalıntıları kaldı. Albaylar Cuntası’nın düşmesinden sonra arka arkaya iktidara gelen iki parti de kitle partileriydi, ama aynı zamanda devlet partileriydi; yani, devletle içli dışlı olan ve iş dağıtımına, devlet aygıtını kontrol altında tutması sayesinde kontrol edebildiği kaynaklara göbekten bağlı olan partilerdi.
Pasok ve Yeni Demokrasi hamilik ağları aracılığıyla iş gördüler; ve bu da sadece var olan seçkinler arasındaki eski usulde yürüyen iltimaslar değil, sendikal hareket içindekiler dahil büyük bürokratik aygıtlara dayalı bir kayırmacılık da demek oluyor. Yeni Demokrasi hakikaten de bir tür “Sağın halk partisi” idi, Alman Hıristiyan Demokratlarla kıyaslanabilecek bir Volkspartei’ydi (halk partisi). Nispeten kayda değer orandaki sendikal kanadına bel bağlayabilecek bir partiydi.
 
Syriza ile Pasok arasında hiçbir ilişki yok…
Yunanistan’ın dışındakiler için, PASOK’u yalnızca radikal soldan değil, Yunan toplumunun kendisinden ayıran uçurumu tahayyül edebilmek zor. KKE için 1990’lardan beri, Syriza içinse 2000’lerin ortalarından beri, hiçbir düzeyde Pasok ile radikal sol arasında olanaklı veya arzu edilen bir ittifak olmadı.
 
Öyleyse Pasok etrafında emniyet kordonu olmasının sebebi Yunan solunun geri kalanının artık onu solun bir parçası olarak görmemesi.
Yunan solunun dili hakkında bir şey anlamanız lazım. 1974’e kadar Yunanistan’da hiçbir sosyalist parti yoktu ve bizim siyasi sözlüğümüzde “soldayım” demek, “Pasok’un solundayım” anlamına gelir. Hakikaten de Pasok hiçbir zaman Yunanların kast ettiği anlamda solun bir parçası olmadı. Yunanistan’da sol, kelimenin geniş anlamıyla komünist gelenekle akrabadır. Ve bu da Pasok gibi sosyal demokratları içine almaz.
 
Geçen yıl Syriza’nın çizgisinin yeniden merkeze gelmesinden bahsedelim biraz. Neler olup bitiyor?
Aslına bakacak olursak, partinin “yeniden merkeze gelmesinden” bahsederken partinin söyleminin iki hatta üç katmanlı bir söyleme dönüşmesinden bahsediyoruz. Tsipras ya da parti önderliği birçok söylem katmanı geliştirdi.
Partinin iki ana iktisatçısı –Syriza’daki en sağcı eğilimlerin gerçek temsilcileri olan Giannis Dragasakis ve George Stathakis’ten söz ediyorum– ekonomiyle ilgili konularda kendilerine özgü yaklaşımlar geliştirdiler – Stathakis bunu çok daha açık şekilde, Dragasakis ise taktiksel açıdan çok daha dolambaçlı şekilde yaptı. Onların bu yaklaşımları, parti kongrelerinde alınan kararlardan ya da partinin resmi konumundan sistematik şekilde farklıydı.
Tsipras bir tür denge kurmak için sık sık devreye girmek durumunda kaldı, ama bu süreç ilk konumun –2013 kongresinde benimsenen konumun– yumuşatılmasına tekabül etti. Dragasakis ve Stathakis, sözgelimi, Syriza iktidarının borç konusunda asla tek taraflı hamle yapmayacağı yolunda açıklamalar yaptı, fakat parti kongresinde alınan kararda, alacaklılar Syriza hükümetine şantaj yaptığı takdirde tüm silahların masada olacağı, yani tek tek hepsinin göz önünde bulundurulacağı belirtiliyor.
Memorandumların iptal edilmesi meselesinde veya Syriza’nın borcunu tümünün ya da sadece bir kısmının mı reddedileceği hususunda ikisi de zaman zaman kararsız kaldı, karşılarındaki muhataba ya da seyirci kitlesine göre konuştu.
İkincisi, Tsipras son sene boyunca epey seyahat etti. Buna mecburdu çünkü yakın zamana kadar oyların yüzde beşini almış bir partinin önderiydi sonuçta ve bir devlet başkanı olarak inandırıcılıktan yoksundu. Uluslararası sahneye dair bilgisini artırması bir yana, inandırıcılığını artırması gerektiriyordu.
Dolayısıyla, ana akım oligarşinin ve hatta ekonomik oligarşinin hamiliğini yaptığı yerlere ve kurumlara gitti, mesela Ambrosetti Forumu’na. İşletme ve finans dünyasından çok önemli kişilerin toplanıp tartıştığı, dışarıya son derece kapalı kulüplerdir bunlar. Partinin yaklaşımının çok daha yumuşak bir versiyonunu sunduğu yönünde bir intiba bıraktı buralarda.
Mesela New York’a gidip Brookings Enstitüsü’nde konuştuğunda, Yeni Anlaşma’ya ve Franklin Roosevelt’e tekrar tekrar atıfta bulundu. Texas eyaletindeki Austin’e gittiğinde Syriza’nın Avro’yu asla terk etmeyeceğini belirtti; halbuki partinin konumu –ve daha sonra bunu bizzat kendisi de söylemişti– Avro’da kayıtsız şartsız kalmak istemediğimiz yönündeydi.
İşte tüm bunlar, gayet can alıcı, stratejik meselelerde Syriza’nın tam olarak net olmadığı, farklı söylem katmanları olduğu izlenimini yarattı ve bu izlenim Syriza’nın gerçek niyetlerine dair, aklı başında herkesin Syriza hükümetinin ister istemez karşı karşıya geleceğinin farkında olduğu baskıya direnmek için ne kadar kararlı olduğuna dair şüphelerin uyanmasına sebep oldu.
Bu durum parti içinde mütemadiyen tartışma ve ihtilaflara yol açtı – bazen can sıkıcıydı bunlar, ama yine de bazı sonuçları ortaya çıkardı. Bu bence zorunluydu, ama dediğim gibi, bazen basbayağı can sıkıcıydı. Nihayetinde bunun bir bedeli oldu, fakat en azından Syriza temel bağlılıklarından alenen caymadı.
Bunu şimdi fiilen de görüyoruz. Bu bağlılıklara ulaşmanın araçlarının ne olduğu hususunda bir belirsizlik olsa da, Syriza’nın önerdiklerinin mevcut herhangi bir Avrupalı sosyal demokrat partinin gündemiyle pek alâkası olmadığını herkes açıkça gördü. Syriza’nınki neoliberalizmden ve kemer sıkma politikasından gerçek kopmaya yönelik bir gündem. Syriza öyle bir siyasi kültürü meydana getiriyor ki bu kültür partinin genetik kodlarında halen kazınmış halde duran toplumsal, siyasal ve hatta ideolojik bir radikalizme bağlanıyor.
Sürprizler olamaz demek değil bu; işlerin kötü sonuçlanmayacağına dair bir tür garantimiz var demek hiç değil. Ama sınıf güçleri dengesinde tayin edici bir değişim ihtimali olduğu anlamına geldiği kesin. Yunanistan’da insanlar mevcut güç yelpazesinin hayli geniş bir kısmı açısından, bunun gerçek bir ihtimal olduğunun ve şayet yenilirsek, bunun sonraki tüm tarihsel dönem için bir yenilgi olacağının farkında.
 
Son dönemde bu sürecin yan sonuçları mı oldu yani? John Milios İngilizcenin konuşulduğu ülkelerde, yazdığı kitaplarla ve şimdilerde, Guardian’a verdiği mülakatla tanınıyor ve önderliğe mesafe almış gibi görünüyor?
Yakın zamanlara kadar iktisat ekibinde Milios’un çok özgül bir stratejik konumu yoktu (ön plandakiler Dragasakis ve Stathakis’ti). Onun rolü, AB’den ve daha özgül olarak, Avro meselesinde bir kopuşu, açık bir kopuşu savunanlara karşı bir tür Marksist muhakeme sağlamaktı.
Milios çok sayıda Marksist ve radikal argüman sağladı ve Avro’dan kopmanın emeğin değersizleşmesi, milliyetçi konumlara geri dönülmesi anlamına geldiğini belirtti. Euro’dan kopma, 1970’lerin o eski “kalkınmacı” merkez ve çevre yaklaşımını, gerçek siyasi projeleri olarak ulus merkezli bir Yunan kapitalizmini temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp yeniden öne sürenleri, on yıllar boyunca oluşturmaya gayret ettiği kendi teorik çerçeveden hareketle az ya da çok suçladı.
Bu bakışa göre, ne pahasına olursa olsun Avro’dan kopmak enternasyonalist ve sosyalist perspektif için neredeyse mitsel bir garanti işlevi görüyordu. Somut tercihler açısından bakarsak, Milios’un Dragasakis ve Stathakis’in bir parça reformist konumlarını savunduğu anlamına geliyordu.
Milios buna iki düzeyde mesafe almaya başladı. Birincisi, siyasi müttefikler meselesinde şerh düşerek, Pasok’tan ya da eski düzen unsurlarından kesimlere açılmayı istemediği aşikârdı. Programın neoliberalizm karşıtı yanlarının yumuşatılmasını da reddediyor ve (üzerinde durduğu ana temalardan biri olan) mali reform, yani gözü pek yeniden bölüşüm politikaları, zenginlerin vergilendirilmesi, vs. konusunda Syriza’nın en nihayetinde ayrıntılı bir haritasının olmamasının onu bir hayli hayal kırıklığına uğrattığını düşünüyorum.
Bankalar ve özelleştirmeler konusunda Syriza’nın ne yapacağı pek açık değil. Kamu mallarının tamamen gülünç fiyatlarda satılması gibi rezil vakalardan en azından bazılarını iptal edeceği kesin. Ama Dragasakis ve Stathakis’in bankalar ve özelleştirme konusunda yaptığı son açıklamalar hiç ümit verici değil, zira bu açıklamalarda kongrenin kararları ve bağlılıklarından açıkça geri çekiliniyor.
İşte bunlar Syriza hükümetinin uzun hatta ortada vadede bile değil, hemen yüzleşmek zorunda kalacağı çok mühim meseleler.
 
Önümüzdeki seçimlerden önce çoğunluk tarafından atanmış adaylar hakkında bir şeyler söyleyebilirsin belki?
Bunun yine parti içindeki çok önemli bir mesele olduğunu düşünüyorum. Parti şubeleri düzeyine ve bölgeler düzeyinde, bu eski siyasi elitten kişilerin –gerek yerel gerekse ulusal ölçekte– sızmaya, mevki ya da makam edinmeye yönelik neredeyse tüm çabaları başarısız oldu. Ezici çoğunluklar tarafından reddedildiler ve bu durum Sol Platform’un ve partideki “geniş sol”un birbirinden yalıtık kesimler olmadığının, bilakis çok hayati meseleler söz konusu olduğunda kendi görüşlerini dayatmaya gerçekten muktedir olduğunun bir göstergesi aynı zamanda.
Tsipras ve önderliğin buna tepkisi, merkez komitenin toplantılarını sistematik şekilde geciktirmek ve böylece bu karar verme düzeyini felce uğratmak oldu. Bu suretle, önderlik 450 aday arasından 50’si için bir tür kayıtsız ve şartsız yetki gibi bir şey edinmiş oldu (toplamda 300 milletvekilliği var, ama 450 aday var) – bu da tüm listelerin son halini ancak şimdi bildiğimiz anlamına geliyor.
Dimar’la işbirliği yapma fikri karşılaştığı tepkiden dolayı boşa çıktı. Yerel düzeydeki birçok aday yerel federasyonlar ve şubeler tarafından da reddedildi. Ve şimdi gayet tepeden, deyim yerindeyse paraşütle indirilecek kişiler hakkında bir tartışma yürüyor.
Öte yandan, Costas Lapavitsas’ın aday olarak kabul edilmiş olması büyük bir gelişme. Daha Avrupa seçimleri sırasında bile bunun hakkında bir tartışma vardı ve en sonunda adaylığı parti önderliğinin çoğunluğunca reddedilmişti.
Bu çok önemli çünkü Lapavitsas sadece bir birey değil – krizle, Avrupa’yla, borçla, tüm ekonomi meseleleriyle nasıl başa çıkılacağı konusunda gayet özgül ve gayet kararlı bir yaklaşımın bir sembolü o gerçekten. Bir milletvekili olarak listede olması, “tüm seçenekler masada duruyor” derken partiyi çok daha inandırıcı kılıyor, partinin blöf yapmadığını ortaya koyuyor.
 
Syriza meclis seçimlerinde birinci gelirse, parlamenter çoğunluk kurmak zorunda olacak. Bu mümkün mü, mümkünse de nasıl?
Syriza’nın ezici bir seçim galibiyeti alma ihtimalini yok saymıyorum doğrusu. Anketlere göre yüzde 35 oyu var, yani bu mutlak bir çoğunluktan uzakta değil, zira Yunan seçim sistemi birinci partiye fazladan elli koltuk veriyor. Demem o ki Syriza’nın mutlak bir çoğunluğa ulaşması mümkün ve hatta olası.
Partinin net müttefiklerinin olmadığı doğru: KKE hiçbir şekilde ittifak yapmayacağını belirtti; bir yıl önce iktidar koalisyonunun parçası olan Dimar ise silinip yok oldu. Yani partinin karşısındaki zorluklardan biri bu ama bunun kendi başına hayati bir siyasi meseleyi ifade ettiğini unutmamalıyız: Ne de olsa bazıları Syriza’nın konumlarını ılımlılaştırmaya çalışıyor ve bunu yaparken partinin ittifaklar inşa ederken vermek zorunda kalacağı tavizlere bel bağlıyor.
Yunan seçmenleri bunun farkında ve bu durum Syriza’ya pekâlâ açık bir çoğunluk sağlayabilir ve parti bu sayede mecliste çoğunluğa ulaşmak için taviz vermek zorunda kalmadan kendi programını uygulamaya koyabilir.
 
Sırtını “kızıl dehşet”e ve Syriza kazandığı takdirde ortaya çıkacak kaos korkusuna yaslayan Yeni Demokrasi’nin tavrı hakkında ne düşünüyorsun?
Şunu anlamak gerekir ki dört yıl süren memorandumlardan sonra hem Sağ hem de merkez-sol –veya ondan geriye ne kaldıysa artık– son derece otoriter oluşumlardır, demir yumruk politikasının partizanlarıdır.
Şimdiki [eski] başbakan olan Yeni Demokrasi lideri Antonis Samaras bu partinin milliyetçi kanadından geliyor ve etrafında çoğu aşırı sağdan gelen zevat bulunuyor. Yunan nüfusunun derin anti-komünist reflekslerine oynayan, ölümüne bir sağ kanattan bahsediyoruz.
Hasılı, hükümet bir korku retoriği kullanıyor: Başka argümanları yok. Ve bu durum otoriter, “güce dayalı” siyaset vizyonlarının bir parçası. Syriza kaybederse ülke çok gerici ve otoriter bir ortama savrulacak.
 
Syriza’nın Yunanistan için öncelikleri neler?
Üzerinde çalışılacak dört temel iş var – ve bunları belirli bir sırayla anlatmayacağım. Birincisi, son yıllardaki felaketin en sarsıcı veçheleriyle başa çıkmayı sağlayacak acil tedbirler: tüm okullara yeniden elektrik sağlanması, okullarda tüm çocuklara yemek tedarik edilmesi ve adına yakışır bir sağlık-bakım hizmetinin yeniden oluşturulması – halihazırda, nüfusun üçte biri sağlık-bakım sisteminden dışlanmış durumda.
İkincisi, memorandumların çekirdeğini ezip parçalamak. Bu ise asgari ücreti 2010’daki düzeyine getirmeyi, büsbütün yok edilmiş kolektif pazarlık anlaşmalarını ve toplumsal mevzuatı yeniden yürürlüğe sokmayı gerektirecek. Bu sayede emek için bir eylem alanı açılmış olacak ve böylece hemen bazı iyileşmeler sağlanacak. Devletin birkaç yıldır halktan zorla aldığı saçma mülkiyet vergisinden de kurtulmak istiyoruz. Tüm bunlar müzakere bile edilemez mevzular.
Üçüncüsü ise borç konusu ve bu noktada bir müzakere olacak. Ülkeyi feleğin çemberinden geçirmeye devam eden memorandum rejiminin altında borç ödendiği müddetçe Yunanistan’ın çözüme kavuşmasının mümkünatı yok.
Borcu ödemek ve borcu finansa etme ihtiyacını sağlamak için bütçe fazlası sağlamak amacıyla, kamusal ve sosyal harcamalar âdeta tırpanlandı. Bu yapılamaz. Bütçe fazlaları, GSYH düştükçe artmış olan (şu an GSYH’nin %177’sine ulaşmış) borcu ödemenin getirdiği maliyetleri gidermek için asla yeterli olamaz.
Buna bir çözüm bulmamız gerekiyor. Syriza Almanya’da 1953’te talep edilene benzer bir çözümde ısrar edecek; yani, borcun büyük kısmını iptal etmek ve geri kalanı bir büyüme şartı çerçevesinde ödemekte ayak direyecek.
Peki ama Avrupalılar bunu reddederse ne yapacağız? Yine tüm seçenekler masada olacak, fakat Syriza geri çekilmeyecek ve 2013 baharında AB’nin önerdiği kurtarma paketini ülkesinin meclisi oybirliğiyle reddederken sağcı Kıbrıs başkanı Anastassiades gibi kendisine şantaj yapılmasına izin vermeyecek.
Dördüncüsüyse, Yunanistan’ın şu an yaşadığı devasa işsizliği (genelde %26, gençler arasında %50) çözmek için, mahvedilmiş ekonomiyi canlandırmak. Bunu yapmada ancak kamusal yatırım işlev görebilir. Bu çok alengirli bir mesele ama ekonomiyi toplumsal ve çevresel ihtiyaçlara uyacak şekilde, yani şimdi yapılanın tersine, yeniden işlerliğe sokmamız gerekiyor.
 
Seçimlerin yapıldığını ve Syriza’nın güvenilmez bir müttefike bağlı kalmak zorunda olmadan çoğunluğa ulaştığını, ezici bir galibiyet aldığını varsayalım. Bildiğin gibi, Paul Mason yazdığı bir yazıda böyle bir olaydan sonraki ilk birkaç haftada Syriza’nın karşısına çıkabilecek tehlikeleri ve gerek piyasalardan gerekse AB’den gelebilecek devasa baskılardan bahsetmişti. Halihazırda, Tsipras çizgisi AB’nin blöfüne karşılık vermek ve bunun yeterli olacağını ummak yönünde; yani Yunanistan’ın Avro Bölgesi’nde yol açacağı krizin durumun sakinleşmesine yeteceği yönünde. Bu stratejiyi nasıl görüyorsun ve Syriza böyle bir baskı karşısında ne kadar hazırlıklı durumda?
Evvela, Yunanistan’da genel siyasi iklimin ve seçim kampanyalarının ne kadar şiddetli olduğu pek anlaşılmıyor galiba. 2012’de de böyle olmuştu. Açıkçası, bir Avrupa ülkesinden ziyade bir Latin Amerika ülkesindeki seçim kampanyasına çok daha fazla benziyor yaşananlar.
Gerek mevcut hükümetin gerekse medyanın geliştirdiği tüm yaklaşım, retorik türleri ve söylem, Syriza’yı esasen gayrimeşru bir güç olarak resmetmeye yönelik. Bunun altında yatan anlam şu: Syriza iktidara geldiğinde tam bir kıyamet yaşanacak; Yunanistan Avro Bölgesi’nden atılacak, süpermarketlerin rafları bomboş olacak. Venezüella ve Arjantin’deki boş veya sözüm ona boş rafları gösteren fotomontajlar bile yapıp “İşte Yunanistan’da da böyle olacak” mesajını veriyorlar.
Özellikle de son dönemde AB’li yetkililerin yaptığı birçok açıklama sayesinde bu gözdağı bir bakıma hayli etkili oldu. Hepsi Syriza’ya son derece düşmandı, hepsi bir tür gözdağında bulunuyordu. Syriza’nın buna karşı koyması, bu duruma cesaretle karşılık vermesi gerekiyor. Taleplerimizi gözden geçirmeyeceğiz, onları sulandırmayacağız.
Öte yandan, Syriza seçmenlere Avrupa’da müzakereye ve bazı türden tavizlere daha açık insanlar ve güçler olduğunu temin etmeyi istiyor. Örneğin Tsipras çok talihsiz bir makale yazarak, İtalya ve Fransa hükümetlerinin kemer sıkma politikaları karşısında bir mesafe aldığını iddia etmişti.
Şimdilerdeyse Alman Sosyal Demokratların yaptığı açıklamalara veya Bloomberg’de Yunanistan’ın Avro Bölgesi’nden çıkma (“Grexit”) ihtimali olmadığını iddia eden bir makaleye dikkat çekiyorlar – bu mümkün bir senaryo değil, kimse bunu düşünmüyor. Fakat aslında Syriza’nın hâkim Avrupa medyasınca sunulma şekli son haftalarda ve günlerde kesinlikle değişti.
Peki bu değişim ne anlama geliyor? Eskiden, “bunlar katı solcular ve bir tehdit oluşturuyorlar, o yüzden onlara karşı durmalı, onları ezmeli” filan deniyordu. Dosdoğru hasmane tutum alınıyordu yani. Şimdiyse “aslında göründüklerinden daha makûller ve her halükarda değişen pek bir şey olmayacak” gibi bir ton tutturuluyor.
Demek istiyorlar ki, ne yaparsanız yapın, mevcut çerçevenin içinde kalmak zorunda olacaksınız ve bazıları iyi polisi oynarken, bazılarıysa kötü polisi oynayacak sadece. Fakat aslında demir kafes hâlâ ortada duruyor ve içinde hareket edebileceğiniz bir alan yok.
Partideki ılımlı konumun bir dereceye kadar anlaşılabilir olduğunu düşünüyorum –zira bazı durumlarda bir tür savunma söylemi gerekli olabilir– ama sorun şu ki bu konum, Syriza zafer kazandığı takdirde kaçınılmaz şekilde ortaya çıkacak duruma hazırlanmıyor; yani partinin kendi programını tamamen uygulamak için alacağı kararların gerek ülke içinde gerekse AB içinde büyük çarpışmalara sebep olacağından ve bu konumun böyle bir çarpışmaya halkı hazırlamadığından bahsediyorum.
Kampanya sırasında bile Syriza’nın solunun, programa son derece sadık kalmak, ama işlerin kolay olmayacağını, ciddi bir muharebeye hazırlanmamız gerektiğini vurgulamak suretiyle oynayacağı bir rolü olduğunu düşünüyorum yine ve bunu çoğunluktaki konumların momentlerine ve zayıflık türlerine bağlı olarak vurgulamalıyız.
Fakat Tsipras bazen bu kartı da oynuyor, yani bu muhtelif çelişkileri dengelemek için devamlı oynanan bir oyun var. Meseleleri belli bir mesafeden hareketle göz önünde bulundurursanız, çelişkilerin durumun bizatihi içinde yattığını görürsünüz, yani, mevcut durumda bu tür çelişkilerin olmaması zor olurdu.
Toplumsal hareketliliğin kayda değer bir süredir hayli düşük bir düzeyde olduğu bir durumdan söz ediyoruz ve bir isyan değil, seçim bağlamından bahsediyoruz. Uluslararası güç dengeleri ise, son zamanlarda İspanya’daki gelişmelere rağmen, Syriza’nın aleyhine. Genel olarak bakıldığında, Avrupa’da, bir Syriza hükümetinin epey izole kalacağı gayet açık.
Dolayısıyla, önümüzde duranın ya çarpışmak üzere ileri gitmek ya da yılıp teslim olmak gibi bir tercih olduğu hususunda kafamızın net olması şartıyla, bu tereddütler, müphemlikler ve gidip gelmeler kısmen kaçınılmaz. Teslimiyet ve çarpışma arasında bir orta yol olduğunu düşünmüyorum.
 
Radikal solda bölünmelere sebep olan asli bir meseleye, borç ve Avro sorunuyla nasıl başa çıkılacağı meselesine gelelim. Syriza’daki Sol Platform ve ayrıca Antarsya bu meseleleri kısmen ele aldı. Çoğunluk tarafından yeterince ele alınmadığını veya hakkında kesin bir tavır almaktan kaçınıldığını iddia ettikleri kilit meseleler bunlar. Syriza’nın zafer kazandığını varsayarsak, bunun sembolik önemi ve daha somut olarak, stratejik önemi konusunda bir şeyler söyleyebilir misin?
Bu noktada birçok soru var. Sembolik düzeyle başlayalım: İdeolojik hegemonya açısından Yunanistan’daki hâkim sınıfın ideolojik hegemonyasının Avrupa projesine, yani, Avrupa’yla bütünleşme sürecine girmek suretiyle, Yunanistan’ın “modern” bir ülke, “gelişmiş bir Batı Avrupa ülkesi” olacağı ve en gelişmiş ve ileri Batı Avrupa cemiyeti kulübüne kesinkes ve geri çevrilemez şekilde gireceği fikrine dayandığına hiç şüphe yok.
Ben bunun bağımsızlıktan bu yana Yunan ulusunun bir tür longue durée fantezisi olduğunu düşünüyorum; tabiri caizse, Batı Avrupa dünyasının her açıdan kabul edilmiş bir parçası olma fantezisidir bu. Euro’ya girdikten sonraki ilk on yıl içinde bu fantezi gerçek olmuş gibiydi.
Euro’nun sembolik gücünü asla hafifsememeliyiz elbette: Bu bağlamda Marx’ın paranın ve para biriminin oynadığı role ve buna atfedilen sembolik değere ilişkin analizini düşünebiliriz. Ve bu işe yaramıştı. Krizden önce, memorandumlardan önce, Yunanistan’ın –ayrıca Avrupa’nın çevresini oluşturan diğer ülkelerin– gerek Avrupa projesi gerekse ortak para birimi açısından en üst derecede onay gördüğü herkesin malumu.
Bunun bir madun ülkeye özgü bir zihniyet olduğunu kanaatindeyim. Bu destek düzeyleri kriz sırasında elbette çarpıcı bir şekilde düştü, ne var ki gerçeklik bundan çok daha ikircikli aslında: Bir yanda, AB’ye itimat edilmiyor, çünkü memorandumu ve troyka yönetimini dayatan onlardı.
Diğer yandaysa, bir çaresizlik anında, insanlar eski sembolik statülerinin son kalıntılarına tutunuyor gibi. Yani en ileri Avrupa ülkeleri “kulübü”nün tam üyeleri şeklindeki statülerini veya sözüm ona statülerini kaybetme konusunda bazen daha da çaresiz oluyorlar. Bu aklıselim düzeyinde işler bir hayli karmaşık.
Siyasi stratejilere gelelim: Syriza içindeki akımlar ve daha somut olarak, Avrokomünist geçmişi olan akımlar (ve daha küçük bir derecede, daha hareketçi bir geçmişi olan akımlar) Avrupa projesinin kendisine güçlü bir destek sunuyor.
KKE’nin solundan gelen akımlarsa (yani esasen Sol Akım) Avrupa’yla bütünleşmeye geleneksel olarak çok daha hasmane yaklaşıyor ve krizin başından beri Avro, genel strateji ve bir kurum ya da kurumlar dizisi olarak AB konusunda çok daha olumsuz bir tavır takınıyor.
 
Bunu sol milliyetçi bir perspektiften mi yaptılar peki?
KKE’den gelen akımların sol milliyetçi akımlar olduğunu söylemek hata bence. Mesela, antifaşist zaman dilimiyle yoğun bir şekilde bağlantılı olan bir sol yurtseverlik geleneği vardır. Ama örneğin Makedonya’yla yaşanan çatışmayı ve hatta Türkiye’yle ilişkileri ele alırsanız, KKE ve KKE matrisinden gelen insanların Türkiye konusunda son derece ılımlı görüşleri vardır; veya Makedonya örneğinde, KKE doksanların başlarında Makedonya’nın bir ulus olarak tanınmasını karşısına alan “ulusal mutabakat”ın parçası olmayan yegâne partiydi.
Syriza içinde, Sol Platform güçleri AB’nin kendisine dair ilkeli bir eleştiri geliştirdi ve Yunanistan’ın Avro Bölgesi’nin bir parçası olmasını, sorunun kilit boyutlarından biri olarak görüyorlar. Avro Bölgesi’nden kopmaya hazır değilseniz, Kıbrıs’ta olana benzer bir şantajın karşısında tek sol seçeneğin bu olduğu ortaya çıkarsa, elleriniz önceden bağlanmış olacaktır.
Syriza’nın çoğunluğu bu yaklaşıma kuvvetle itiraz etmiş ve ilk bakışta çok solcu gibi görünen argümanlar öne sürmüş, böyle bir yaklaşımın ulusal çözümlere doğru geri çekilmeye yol açtığını belirtmiştir. Eleştirilerine göre, burada ne enternasyonalizm vardır ne de bir anti-kapitalizm, zira onların nazarında, bu projenin temelinde milliyetçi kapitalizme geri dönüş yatmaktadır. Ve bu görüş Avrupa radikal solunun geri kalan kısmının söyledikleriyle oldukça uyumluydu.
 
Antonio Negri’nin veya buna benzer konumların etkisi altında mı?
Syriza’nın çoğunluğu açısından bunun Negri olduğu kanaatinde değilim. Negri daha hareketçi unsurlar açısından etkide bulunmuş olabilir, ama Syriza’nın çoğunluğu açısından esas rolü oynayanın Die Linke ve Rosa Luxemburg Vakfı olduğunu düşünüyorum. AB’nin içeriden yeniden oluşturulması, krizin anlaşılması ve krizden çıkmanın aslında bir yeniden bölüşüm meselesi olması gibi bir sürü temanın yayılmasında rol oynuyorlar.
Bunun arkasında yatan fikirse şu: Güç dengesini doğrudan AB düzeyinde değiştirmeliyiz, ulusal düzeyde tek taraflı bir hamlede bulunmaktan kaçınmalıyız. Bundan başka herhangi bir stratejinin bir gerilemeye tekabül edeceği, zira eski ulus-devlete yönelik bir nostaljiyi temsil ettiği filan söylenir. Tartışmanın çerçevesi böyleydi yani. Euro meselesi ayrılık yaratan bir husus oldu.
En az bir o kadar önemli olan diğer meseleyse borç meselesi. Burada tartışmanın geometrisi veya çerçevesi aynı değil. Euro’dan kopmayı savunmayan insanlardan bazıları borç konusunda radikal bir tavır benimsemeyi savunuyor. Borcu ödememeyi cidden kaçınılmaz bir şey olarak düşünüyor veya hiç değilse Yunanistan’ın borcunun yeniden yapılandırılması etrafında yapılacak müzakerede bir silah olarak hesaba katılması gerektiğini ileri sürüyorlar.
Syriza’daki çoğunluk, bu iki meselenin birbirinden ayrı tutulabileceğini ve sürecin borç tartışması çevresinde başlatılabileceğini düşünüyor. Bu mantığa göre, kemer sıkma politikalarından ve memorandumlardan kopmak müzakere edilemez olduğu için, tersten şantaj konumundasınızdır; güçlülere karşı zayıflar. Kemer sıkma politikasından tek taraflı koparsınız ve bu durumda, Merkel’in ve diğerlerinin borcun borçlu ülke lehine olumlu şekilde yeniden yapılandırılmasını kabul etmekten başka seçeneği olmaz.
Tartışmadaki bu terimlerin aslında bir bakıma döngüsel olduğunu düşünüyorum. Esas mesele aslında şu: Kemer sıkma politikasından kopmanın ve memorandum konusunda tek taraflı hareket etmenin mevcut durumdan tek çıkış yolu olduğu konusunda herkes mutabık. Ve bu konuda Yunan toplumunun ekseriyetinin desteğini alabiliriz, yani meselenin tayin edici bir veçhesi budur.
Bu durumda aklıma şöyle bir soru geliyor: Peki bu Avro Bölgesi çerçevesinde yapılabilir mi, yapılamaz mı? Bunun hâlâ ucu açık bir soru olduğunu ve etkili bir cevabın ancak pratikle verilebileceğini düşünüyorum.
Bana ve Sol Platform’a göre, bu meseleler bu soru yanıtlanmadan çözülemez. Borç ve memorandum meseleleri Syriza’nın çoğunluğunun yaklaşımı açısından turnusol kâğıtlarıdır.
Öte yandan KKE’nin tavrı çok hızla ve hatta neredeyse hemen, şöyle bir şey oldu: “Bu sahte bir tartışma, biz para birimini umursamıyoruz.” Resmi slogan şu: “Ne Avro ne drahmi; kapitalizmin içindeysek, AB yandaşı olup olmamamız önemli değil.” Euro’dan kopuş çağrısında bulunanların aslında çok daha tehlikeli olan düşmanlar olduğunu, zira bunun dikkatlerin sınıf mücadelesinin gerçek hedeflerinden uzaklaşmasına sebep olduğunu söylüyorlar.
 
Ne drahmi ne Avro, ama ruble ve enternasyonal sosyalizm!
Rubleyi denklemden şimdilik çıkarabiliriz, ama evet, bir tür mitsel işçi iktidarı. Bu hemen reformcular ve devrimciler arasındaki bir ayrım çizgisine dönüştürülür ve öncelikle, Yunan toplumundaki güçler dengesi ve aslında radikal solun konumu tamamen hafife alınmış ve ayrıca daha stratejik bir hedef geçiş hedefleri ve talepleriyle karıştırılmış olur.
Her tür radikal veya müşterek bir siyasi yaklaşımın önkoşulu olarak bu soruyu öne çıkaran bu nihaicilik mevcut konjonktürde kesin bir şekilde reddedildi. Gerçekliğin imtihanının eli kulağında. Kemer sıkma politikasından kopmanın ve Avro Bölgesi’nde kalmanın mümkün olup olmadığını göreceğiz. Şimdiye kadar her şey bunun mümkün olmadığını gösteriyor.
Gerek yakın geçmişte İrlanda ve Kıbrıs’ın maruz kaldığı şantajdan gerekse “Tamam, mevcut çerçeve içinde kalmanız şartıyla Grexit’ten kaçınılabilir. Göründüğünüz ya da iddia ettiğiniz kadar tehlikeli değilsiniz belki de, dolayısıyla Fransa başta olmak üzere, çeşitli Avrupa ülkelerinde diğer sol hükümetlerin geçmişte izlediği yolu siz de çabucak izleyeceksiniz” diyen Avrupa hükümetlerinin şimdiki yaklaşımından çıkan mesaj budur.
Yaşayıp göreceklerimizle Sol Platform’un haklı çıkacağını düşünüyorum, ama meseleyi ele almanın doğru yolu sırf Avro’ya bir önkoşul olarak bakmaktan değil, aynı zamanda Avro Bölgesi’nde kalmak için fedakârlıkta veya tavizde bulunmayı kabul etmemiz gerektiğini fikrini hepten reddetmekten geçiyor.
 
Peki ama söz konusu meselede çoğunluk ve Sol Platform arasındaki fark sahte bir tercihe indirgenmiş olmuyor mu böylece? Bu ayrım çok önemli değil gibi görünüyor ve epeyce kamusal açıklamalara dayanıyor gibi: blöf, yüzleşme, Merkel’in ve şürekasının blöfüne meydan okumak. Pek temelli gibi görünmüyor bu.
Bunun senin göründüğünü iddia ettiğinden çok daha temelli olduğu kanaatindeydim. Kâğıt üzerinde, böyle bir tavizi yansıtan bir metniniz olabilir: “Euro için fedakârlıkta bulunmayacağız”, “tüm seçenekler masada, ama bizim tercihimiz Avro’nun kendisinden çıkmak değil” ve partinin kilit önemi haiz tüm belgelerinde tam da buna benzer ifadeler görürsünüz. Fakat bu taviz hiç istikrarlı değildir ve yaşanmış olanlar bunu nihayet ortaya koymuştur.
Bir yanda “Avro’ya bağlı kalmalıyız” diyen bir görüş var, diğer yandaysa “kendimizi tüm inisiyatiflere ve hedeflere hazır tutmalıyız” diyen bir görüş. Bunun somut neticesi şu ki Syriza hazırlıklı değil. Bir B planı yok. Partinin, Yunan toplumunun, halkın siyasi hazırlığı olmadı. Ve bu olgu hâlâ Yunan halkına şantaj yapmanın bir yolu olarak kullanılıyor ve gelecekte Syriza’nın başında olduğu bir hükümete şantaj yapmak için de hiç kuşkusuz kullanılacaktır.
 
Netleştirmek için soruyorum: Avrupa Birliği’nden değil Avro Bölgesi’nden çıkıştan, buradan olası bir çıkıştan bahsediyoruz değil mi? Syriza’da AB’den çıkmayı önerenler var mı?
Tam olarak doğru değil. En azından Sol Akım AB’nin kendisine karşı hasmane yaklaşıyor.
 
Ama yine de Yunanistan AB’nin Avro Bölgesi’nden yer almayan bir üyesi olarak tahayyül edilebilir değil mi?
Evet, ama bu durum Avrupa antlaşmalarının kendisine ve bunların alternatif bir yolu izlemeyle ne derece uyuşup uyuşmadığı sorusunu da gündeme getirir. Bu açıdan bakıldığında, Fransa’daki Sol Cephe’nin, en azından kâğıt üzerinde, Avrupa antlaşmalarına uymamam konusunda aldığı konumun bu bağlamda bizi ilgilendirdiğini söyleyebilirsiniz. Gerçi, yakın zaman önceki seçimlerde gördüğümüz üzere, bu her ne kadar programda yer alsa ve kâğıt üzerinde bir konum olarak benimsense de, kamusal olarak hiç desteklenmedi, geliştirilmedi ve savunulmadı.
Tartışmanın durumu Yunanistan’da daha ileri seviyede çünkü bunlar toplumun daha geniş bir kısmında yapılan bir tartışmanın gerçek bahislerine dönüştü, gayet dar düşünsel veya aktivist çevrelerle sınırlı kalmadı. Şahsen Avrupa solunun genelinin bundan çıkaracağı kıymetli dersler olduğunu düşünüyorum.
 
Peki tüm bunlarla NATO nasıl ilişkili?
Bence NATO karşıtlığı hâlâ Yunan radikal solunun genetik kodunun bir parçası. Ne var ki, krizin başlangıcından beri troyka yönetimine karşı muhalefet diğer tüm itirazların yerini aldı. Öyle ki, birçokları, hatta soldakiler bile Obama’nın ABD’sini Merkel’in Almanya’sından daha insaniyetli buluyor.
Syriza’nın içinde ABD’yi Merkel’in hâkimiyetindeki Avrupa Birliği’ne karşı muhtemelen dengeleyici bir unsur olarak gören bir kesim olduğunu düşünüyorum. Ben buna katılmıyorum, bence bu tür seçimlerin bedeli ağır olur. Yunanistan’da bu tür şeyleri söyleyen kişiler Yunanistan devletinin ve siyasi elitlerin çizgisinde bir dış politikayı, yani İsrail ile müttefikliği ve İsrail’i Türkiye ile ilişkilerde bir koz olarak kullanmaya çalışmayı, böylelikle de Yunanistan ile Arap dünyası veya onun bir kısmı arasındaki ittifakı ya da geleneksel ekseni tersyüz etmeyi desteklemeye meyilliler.
Ben bunlara hepten karşıyım, ancak kabul etmek gerekir ki, asıl çelişkinin Avrupa içinde ve Almanya’yla ilgili olduğu algısı bu Amerikan emperyalizmi sorununu bir şekilde yerinden etti.
 
Yani NATO’dan çıkış programın bir parçası değil?
Bu da gene Syriza içindeki tartışmalardan biri. Sol Platform NATO’dan tek taraflı çıkma yanlısı, ancak radikal sol içinde hakim olan formülasyonlar “NATO’nun lağvedilmesi” çağrısında bulunuyor. Borç konusunda da aynı tutum geçerli. Biz borçları müzakere edeceğiz, ama ya diğer parti bizim önerimizi kabul etmezse ne olacak? “NATO’nun lağvedilmesi” ne anlama geliyor? Gerçekten bilmiyorum.
Gene de bunun Yunanistan hükümetinin bir numaralı önceliği olmadığına katılıyorum. Tüm cephelerde aynı anda savaşamazsınız. Ve şu an masaya yatırılması gereken konu kesinlikle troyka ve Avrupa Birliği’ne hükmeden güçlerdir.
 
Borç konusunda, hatalıysam düzelt ama Sol Platform’un –en azından Heiner Flassbeck ve Lapavitsas en son yazılarının, borcun bir kısmının silinmesinden bahsettiği– ve vatandaşların borçları bizzat denetlemesi hususuna pek önem vermedikleri izlenimini alıyorum. Halbuki vatandaşların devlet kayıtlarını açıp tüm yolsuzlukları ve yanlış dağıtımı inceleyip devletin mali kontrolünü yeniden üzerlerine almaları vaktiyle Attac (Mali İşlemlerin Vergilendirilmesi ve Yurttaş Eylemi Derneği ) çevresinde ve Ekvador sürecinde çok popüler olan katılımcı bir süreçti. Bu özellikle ön planda değilmiş gibi gözüküyor, yani kitlesel politik bir süreç olarak görülmüyor. Yanılıyor muyum?
Burada bir sürü konu var. Borçların denetlenmesi Syriza kongresinde onaylanan taleplerden biriydi ve nihai metinde de aynı şekilde belirtildi. Ama o zamandan beri çoğunluk tarafından susturulan kararlardan oldu.
Daha endişe verici olansa, krizin ilk iki yılında bu konu etrafında bir kampanya başlamış olmasına rağmen bu talebin ciddi bir şekilde gerilere düşmesi ve artık kamusal tartışmalarda göze çarpan bir konu olarak gözükmemesi.
Lapavitsas’ın metinlerinde bu konuya çok vurgu yapılıyor. Ne zaman Flassbeck ile birlikte bir yazı kaleme alsalar, uzlaşmalı bir çizgi takip etmek zorunda kalıyor ve bunun gibi belli başlı bazı temaları kenara koyuyor. Halbuki düzgün bir uluslararası kampanya yürütülebilecek ve yürütülmesi gereken bir konu bu, çünkü çevresinde farklı kesimlerden güçleri potansiyel olarak harekete geçirebilecek ana bir tema.
Ama tabii “Diğer taraf hayır derse ne yapacaksınız?” sorusuna cevap vermeden borç konusunda ciddi bir tartışma yapılamaz. 2012’den beri süren tartışmaların büyük bir kısmı, karşı tarafın taviz vermesini kaçınılmaz farz ederek bu soruyu muğlaklaştırıyor. Ama durum hiç de böyle değil.
 
Temmuz 2015’te olduğumuzu farz edelim. Syriza genel seçimleri kazandı, Sol Platform’un durumu kesinleşti; Avro Bölgesi’nden çıkıldı, Memorandum iptal oldu, bankacılık sistemi en azından kısmen ulusallaştırıldı, özelleştirmelere son verildi, vs.. Temmuz 2015’te karşımızda nasıl Yunanistan toplumu olacak? Biliyoruz ki tek ülkede sosyalizm yürümüyor. Uluslararası kredilere erişimi olmayan, Avro Bölgesi’nden dışlanmış, geri kalmış ve yoksul bir Avrupa ülkesinde sol sosyal demokrasi bir şeyleri ne derece değiştirebilecek? Bu toplum neye benzeyecek?
Öncelikle, çizdiğin tabloda, yani 2015 yazında tarif ettiğin durumu göz önüne alırsak, Yunanistan borçlarını ödememeye başlayacak. Çünkü o yaz büyük ödemelerin yapılması gerekiyor ve Yunanistan borçlarını ödemediğinde ve bunu Avro Bölgesi’nden çıkış takip ettiğinde, bir sürü zorlukla yüzleşilecek.
Ama şimdiye kadar toplumsal dönüşümün tarihindeki tüm deneyler düşmanca bir uluslararası ortamda gerçekleşti. Ve burada, zaman mefhumu ve zamansallık kesinlikle çok önemli. Siyaset esasında belli bir âna müdahale etmeye ve egemen zamansallığı yerinden ederek yerine yenisini icat etmeye dair bir iştir. Stratejik olarak tek ülkede sosyalizm uygulanabilir değil elbette. Ve Avrupa’da toplumsal dönüşüm ancak bunun etrafında genişleyen bir dinamik varsa mümkün olabilir.
Yani soruna cevabım şu olacak: muhakkak ki Yunanistan için zor olacaksa da hükümetin siyasi düzeyde koyduğu hedefler güçlü seviyede toplumsal destek görürse bu halledilebilir.
Yunanistan, bu yönde ilerleyen sol görüşlü hükümeti ile Avrupa kamuoyunda geniş kesimlerden inanılmaz bir destek dalgasını tetikleyecek ve güçlü bir müdahale potansiyeli taşıyan ülkelerdeki radikal solu hayal edemeyeceğimiz derecede canlandıracak.
İspanya, Yunanistan tarzı bir senaryonun büyümesi için en bariz aday. Kaldı ki, bence şu an için olası gözükmese de, rüzgâr güneyden yeterince güçlü eserse Fransa da AB içindeki olası bir zayıf halka durumunda.
 
Ama önümüzde aynı Yunanistan gibi kapitalist toplumsal düzen içinde müstakil burjuva sınıfı olan ve radikal derecede reformist hatta devrimci bir hükümet tarafından yönetilen bir toplum deneyimi var; öyle ki petrol rezervlerinden yararlanmada inanılmaz avantajlı ve hatta kıtanın geri kalanında –daha iyi niyetli veya hatta Chavez yanlısı hükümetlerden- belli derecede destek görüyor. Yunanistan’daki durum Bolivar Devrimi’nden çok daha kötü –daha az avantaja ve daha az uluslararası desteğe sahip. Bugün Venezüella’da da durum pek iyi değil. Yani, Yunanistan tecrübesinin daha iyi sonuçlanacağına dair dayanaklarımız neler?
Bir kere Venezüella’da 15 yıl süren bir toplumsal dönüşüm deneyimi var. Orada güçlü bir radikal sol geleneği yoktu, hatta Yunanistan’la ve Latin Amerika’nın geri kalanı ile karşılaştırıldığında toplumsal mücadele geleneği de yoktu. Venezüella, Dubai veya Latin Amerika’da bir emirlik gibi görülüyordu. Yakın zamanda Alejo Carpentier’in The Lost Steps (“Kayıp Adımlar”) romanını okudum; orada anlıyorsunuz, geri kalmış bir ülke olağanüstü kısa sürede toplumsal dönüşüm geçirdiğinde nasıl çabucak Suudi Arabistan veya Arap Emirlikleri gibi bir şeye benzediğini
Hem siyasi, hem toplumsal, hem de kültürel olarak Yunanistan Venezüella’dan çok daha gelişmiş kapitalist bir ülke; toplumsal yapısı, siyasi geleneği, anayasası, toplumsal sınıfların biçimlenişi ve toplumsal güçleri ortalama bir batı Avrupa ülkesine daha yakın.
 
Ve ama geniş bir küçük burjuvazisi var…
Evet, geniş bir küçük burjuva kesimi var ama kesinlikle Venezüella ile karşılaştırılamaz, orada özellikle neoliberal reformlardan sonra nüfusun neredeyse yüzde 50’si kayıt dışı ekonomideydi. Üstelik petrol rezervleri güçlü bir silah ama aynı zamanda Venezüella’nın ekonomik yapısının dönüşümünü engelledi. Yani bir nevi iki ucu keskin bıçak gibi.
Benim Yunanistan’la ilgili görüşüm şöyle, bir kere eğer biz hiç niteliksel başarının olmadığı ama toplumsal bir dönüşüm yaşadığımız 15 senelik bir dönem geçirsek, bu harika olurdu; Yunanistan elbette çevre ülkedir ama merkezin iç-çevresinde yer alır, bu demek oluyor ki Yunan deneyinin istikrar sağlama potansiyeli Venezüella’dan daha fazla; ayrıca Yunanistan’da toplumsal ve siyasal güçlerin birikmiş siyasi deneyimi –tabii burada Venezüella’da olanların muazzam önemini yadsımaya çalışmıyorum– kesinlikle karşılaştırılamaz.
Yunanistan’da çok zengin bir toplumsal mücadele geleneği var. Şu an Yunanistan’la dayanışmanın daha önceki dayanışma biçimlerinden farkı, bunun sadece coğrafi olarak çok uzakta olan, toplumsal yapısı ve gelişmişlik düzeyi bakımından farklılık gösteren ülkelerle dayanışma göstermekle alâkalı olmaması.
Yunanistan çevre bir ülke ama Avrupa’nın çevre ülkesi. Yunanistan’da gelişen politik sürecin yayılma kapasitesi var, ki bu dünyanın bu kısmında Latin Amerika ülkelerinde olduğundan daha üstün ve daha dolayımsız çünkü Yunan krizi Avrupa kapitalizminin daha genel krizinin bir parçası. Ve Avrupa, güncel durumuna rağmen –ki bu geçmişteki durumundan oldukça farklı– hâlâ dünya kapitalist sisteminin ana merkezlerinden biri.
 
Peki ya ülke içindeki muhalefet? Eğer AB’den gelen baskı yetersiz olursa, Şili tarzı bir senaryo ne kadar inandırıcı olur?
Şili hakkında çok okuyorum, yakın zamanda diğer birçok şeyin dışında Frank Gaudichaud’un Unidad Popular (Halk Birliği) döneminde işçi mücadeleleri ve toplumsal hareketler hakkındaki müthiş kitabına denk geldim.
Şili ile Yunanistan arasındaki büyük fark, Şili’de tabandan yükselen bir işçi sınıfı hareketinin ve sosyalist/ komünist solun halk kitleleri ile derin bir bağının olması. Yunanistan’da bizim bu tür toplumsal ve politik öznelerimiz yok ve Syriza kesinlikle o zamanki Unidad Popular’ı oluşturan partiler veya Şili’deki aşırı sol ile karşılaştırılabilecek şekilde işçi sınıfı ve köylü yığını ile bağı olan bir kitle partisi değil.
Diğer yandan, muhalifler her zamanki gibi acımasızlar. Açıkça görülüyor ki, ekonomik sabotaj, yani Yunanistan’da sol görüşlü hükümeti boğazlamak bir opsiyon. Diğer ihtimal ise gerginlik stratejisi. Bunu ciddiye almak lazım.
Esas tehlike ordudan gelmiyor. Güncel olaylar gösterdi ki şimdiye kadar ordu içinde bir tür darbeye dönüşebilecek şekilde kısa süre içinde hareket geçirilebilecek şebekeler mevcut değil. Aksine bu tür şebekeler çok belirgin bir şekilde polis, yargının bir kısmı ve derin devlet diyebileceğimiz mekanizma içinde var.
Ve bunu Altın Şafak’ın ortaya çıkardığı malumunuz. Unutmamalıyız ki, Altın Şafak’ın lider kadroları tutuklandığında çekirdek kadrolardan iki Yunan polisi ve Yunan istihbaratından bir kişi örgütle bağlantıları sebebiyle tutuklanmıştı.
Sanıyorum bu Syriza açısından en önemli tehdit olacak. Bu ve medya. Yunan medyasının Venezüella medyasından bir farkı olmadığı ortada. Kullandıkları retorik –Syriza’ya karşı olağanüstü saldırgan– uyguladıkları sözel ve sembolik şiddet daha sert ve somut bir şeylerin temelini hazırlıyor.
 
Bir yanda devletin bu güçleri diğer yanda anarşistler, otonomcular veya aşırı sol unsurlar arasında doğabilecek muhtemel negatif diyalektikten bahsedebilir misin? Yani provokatör ajanlar ve benzerlerine karşı savunmasız olan parlamento ötesi güçlerin direnişinin devlet tarafından polisin baskı ve gücünün arttırılması ve sonra olayları kendi menfaatine çevirecek şekilde provoke etmesi ihtimalinden söz edebilir miyiz?
Tabii ki, bu ihtimali göz ardı edemezsiniz çünkü hiç şeffaf olmayan tarzda bir senaryo bu. Ne var ki, anarşist çevrenin Yunanistan’da çok sahici bir akım olduğunu söyleyebilirim. Belirli bir grubu, özellikle de etkin bir şekilde gençleri temsil ediyor. Elbette birçok farklı şeyin kümelenmesinden oluşuyor ve çoğu da henüz tam olgunlaşmamış durumda; akımlardan, trendlerden filan bahsetmek biraz güç.
Gelgelelim bu çevrenin kayda değer bir kısmı Syriza konusunda oldukça olumlu. Syriza devlet otoriterliğine karşı çok iyi bir duruş aldı, tutuklanan insanları ve anarşistleri çok defa savundu. Polisle olan çatışmalarda mahkemeye çıkarılan insanların haklarını savundu.
Belli bir yapı var partiye yakın, Toplumsal ve Siyasal Haklar Ağı. Bu oluşum aktif bir şekilde 17 Kasım silahlı mücadelesindeki kişiler ve kent gerillası tarzında hareket eden anarşistler de dahil olmak üzere polis tarafından zulme uğramış insanların haklarını savunuyor. Parti içinden birçok insan suçlanan kişilerin lehinde ifade verdi, vermeye de devam ediyor.
Yani bu demek oluyor ki, en azından anarşistlerin politik olarak bilinçli (ki sayıları da hatırı sayılırdır) bir kesimin Syriza’ya karşı olumlu bir tavrı var. Nikos Romanos meselesinde olanlar da bayağı açıklayıcı. Syriza’nın bu olayda çok net ve olumlu bir pozisyonu vardı, hatta Tsipras açlık grevinden olumlu sonuç çıkması için bizzat müdahale etti. Bu tür çatışmaların tam da siyasi düzeyin kendisinde kazanılması ve bu çevrenin bir kısmıyla siyaseten ilişki kurabileceğimiz bir alan bulmamız gerekiyor.
 
Şimdiye kadar andığımız tüm isimler erkekti sanıyorum. Syriza içindeki toplumsal cinsiyet politikaları nedir?
Siyasi kültür olarak Syriza, Yunan standartlarında en az maço akım. Feminizm ve LGBT hareketi ile tarihsel bağları olan ve eşcinsellerin partisi olduğu ve azınlıkların savunusunu yaptığı için düzenli olarak yaftalanan bir siyasi mekândan bahsediyoruz.
Çok güçlü birkaç kadın figür var. Herhalde en göze çarpanı başarılı bir avukat olan ve sağdan inanılmaz cinsiyetçi saldırılara maruz kalan Zoe Konstantopoulou. Sanıyorum ki gelecekteki hükümetlerde yargıda rol oynayacak, çok karizmatik biri.
Bir de Nadia Valavani var, cuntaya karşı mücadelede diğer bir tarihi figür, zamanının Komünist gençlik üyesi, şimdiyse dış politikada çok aktif. Attica bölgesinin valisi olarak seçilen Rena Dourou da var. Syriza grubu toplumsal cinsiyet açısından Yunan parlamentosundaki açık ara en dengeli grup ve bu durum yeni parlamentoda da devam edecek.
Fakat toplumsal cinsiyet uçurumu hâlâ mevcut ve çok şey yapılması gerekiyor. Syriza’da kota uygulaması söz konusu. Merkezi komite için yüzde 35-40 kota var, sanıyorum seçimdeki adaylar seviyesinde de cinsiyet eşitliğine yönelik çok güçlü bir kararlılık var. Yani tüm seviyelerde bu konuda sürekli kafa yoruluyor.
Şimdi burada bu söylediklerimle fiilen seçimle gelen kişiler arasında tutarsızlık var ama sahiden vurgulamak istiyorum ki siyasi kültür bakımından Syriza -toplumsal cinsiyet, azınlık sorunları ve LGBT hakları konularında– kültürel olarak özgün bir şeyi, Yunan siyasetinin geri kalanının zıddı bir pozisyonu temsil ediyor.
 
Uluslararası dayanışma ile alâkalı olarak, Syriza’nın ne derece ana akım kanallarının dışına erişebileceği çokça konuşulacak. Radikal sol güçlerin şu anda Avrupa’da hiçbir yerde devlet gücüne sahip olmadıkları düşünülürse, bu dayanışma net olarak nasıl şekillenir? Ve, sınıf mücadelesi dışında – ve Avrupa ötesinde, Jacobin’in bulunduğu Amerika’da– dayanışma açısından ne tür imkânlar var?
Burada üç konuya değinmek gerekiyor. Birincisi toplumsal hareketlerin dayanışmasına ihtiyacımız var. 25 Ocak sonrasında Syriza hükümetinin kurulduğunu varsayarsak, Syriza’nın izolasyonunu kırmak ve diğer Avrupa hükümetlerinin şantajlarını engellemek için hareketlerin dayanışması gerekli. Borç meselelerinde, kemer sıkma politikalarına karşı alınacak önlemlerde ve diğer konularda somut desteğe ihtiyacımız var. Bir boyutu budur.
 
Yani Bourdieu’nun Avrupa toplumsal hareketler meclisi kavramı gibi bir şey mi?
Oraya geleceğim. İkinci boyutu, bu şekilde bir siyasi izolasyonu kırmanın hayati önem taşıması, yani Yunanistan’la en iyi dayanışma kendi ülkenizde siyasi güç kazanarak güçler dengesini değiştirmekten geçiyor. Bu cephede elbette Yunanistan’la ilgili çok fazla beklenti var ama aşırıya kaçma olmadan da insanları harekete geçiremezsiniz ve hayal güçlerine erişemezsiniz.
Gerçek siyasi başarıları tetiklemek için bu gerekli olan bir boyut. Podemos’un (“Yapabiliriz”) yükselişi Syriza için olası en güzel haber. İspanya’da politik sahnenin düpedüz çok hızlı bir şekilde değişmesi ve belki de görece kısa zamanda Yunanistan ile kıyaslanabilir bir hal alması bizim için bir soluk temiz hava almak gibi.
Üçüncü şey ise, uluslararası düzeyde yeni politik araçlara ihtiyacımız olduğu konusunda sana katılıyorum. Avrupa Solu partimiz var, kampanyalarımız ve Alter Summit (Alternatif Zirve) gibi şemsiye yapılarımız var; sosyal forumlardan kalanlar var. Hiç yoktan iyidir tabii ama gene de çok yetersiz, hatta güncel durumun gerektirdiğinin çok altında.
İhtiyacımız olan uluslararası ilişki ağları bakımından daha sağlam yeni bir uluslararası form. Megaloman veya Helen-merkezci olmadan söylüyorum ki, Syriza hükümeti sayesinde Atina, Avrupa düzeyinde ve uluslararası düzeyde siyasi süreçlerinin merkezi olabilir. Syriza hükümeti açısından gerekli olan Atina’da, sadece Syriza’yı desteklemek için değil, mevcut siyasi araçların –ki pek fazla değiller– ötesine nasıl geçeceğimizi ciddi bir şekilde tartışmak üzere büyük bir toplantı yapmak olabilir.
 
Ve Syriza’yı uluslararası bir parti olarak inşa etmek mi? Çünkü şu anda partinin uluslararası kolları diaspora Yunanlar tarafından yürütülüyormuş gibi gözüküyor.
Aslında Syriza’yı her yere uyan bir model olarak görmüyorum. Yurtdışında kolları var çünkü Yunan halkı yurt dışındaki ülkelere dağılmış durumda. Yani bu yapıların farklı yerlerde rolü olabilir ama özünde gerekli olan şey, radikal solun parçalanmış güçlerini her bir ülkede birleştirmek, stratejik ve programatik konularda ilerleme sağlamak.
 
Son soru biraz daha teorik. Yıllardır okuyup tartıştığımız radikal düşünürlerin fikir ve teorilerinin –ki bunların çoğu kitap ve dergilerdeki soyut tartışmalar– güncel politik gündem haline geldiği tuhaf bir dönemde yaşıyoruz. Negri ve Halloway’in fikirlerinin canlı güçler haline geldiği bir dönem oldu (alternatif küreselleşme momenti), şimdilerde bunların başarısı veya başarısızlığı hakkında fikir yürütebiliyoruz. Şu an ise Güney Avrupa’da iki ana akım politik gücün; İspanya’da Laclau modelinin, Yunanistan’da Poulantzas modelinin kabaca ama isabetli bir şekilde belli modellere denk düştüğünü söyleyebiliriz.Öncelikle bu düşünceye katılıyor musun ve böyle bir durum hakkında ne söyleyebiliriz? İkinci olarak, Poulantzas ve Laclau temelli politik oluşumlar hakkında ne düşünüyorsun? Ve üçüncü bir çerçeve var mı?
Her şeyden önce, katılıyorum, durum hakikaten de böyle. Kişisel olarak son dört yılda siyasi kültürümün ta başından beri temelinde olan Gramsci ve Poulantzas’ı yeniden okuyorum.
Yunanistan krizinin özgüllüklerini, ekonomik krizin tümüyle politik veya –Gramsci terminolojisini kullanmak gerekirse– “organik” krize nasıl dönüştüğü ve başta çok açık görünen ama aynı zamanda oldukça kaotik olan bu duruma siyasi düzeyde müdahalenin rolünü anlamak için epey bir Gramsci okudum. Gramsci’nin tipik “mevzi savaşı” yaklaşımı ile Yunanistan’ın durumu arasındaki farkları düşünmek açısından da faydalı oldu.
Bir yanda, Gramsci-Poulantzas seçeneğine dair tavrın onaylandığını görüyoruz. İktidarı seçimler aracılığıyla ele geçirmeye çalışıyor ama bunu toplumsal seferberlik ile birleştirmeye ve ikili iktidar olgusunu yıkarak devlete karşı dışarıdan isyanı örgütlemeye çalışıyoruz;devletin hem içeriden hem dışarıdan, hem yukarıdan hem aşağıdan ele geçirilmesi gerekir.
Ama diğer yandan, Gramsci’nin geleneksel yaklaşımındaki “mevzi savaşı”ndaki eksiğimiz, uzatmalı karşılaşma durumlarında birlikte savaşabileceğimiz güçlü ve istikrarlı madun sınıf örgütlenmelerinin, yani güçlü pozisyonlarımızın olmayışı. Yunanistan’daki sendikal hareket halihazırda çok güçsüz ve krizle birlikte iyice dağıldı; soldaki partiler –Syriza da dahil olmak üzere– geçen yüzyılın işçi hareketlerinin kitlesel örgütlenmeleri ile kıyaslanamayacak durumda. Yani, bir şekilde ilerlememizi ve karşı hegemonya kurmamızı sağlayacak güçlü ve örgütlü bloklar mevcut değil.
Ama toplumsal karşılaşmalar cephesinde durum biraz daha hareketli. Özellikle 2011 Haziran ve Ekim ayları arasında büyük patlamalar oldu, isyanın eşiğine gelindi. Fakat Yunan Tahriri’nin yaşanacağını düşünenler çabucak olayların öyle gelişmeyeceğini anladı. Siyasi düzeyde ve seçim odaklı stratejik tavır sürdü. Tabii bu da Syriza’nın kemer sıkma politikaları karşıtı hükümetinin ruh halini nasıl yakaladığını açıklıyor.
Bayağı bir Poulantzas da –bilhassa Poulantzas’ın son dönemki metinlerini- okudum, sadece “sosyalizme giden demokratik yol” meselesi stratejisi üzerine değil, ama özellikle Syriza’nın bir parti biçimine evrilmesi riskini ve bilhassa Syriza’nın “devletleşme”sini engelleme ihtiyacını anlamak için. Bu tür bir stratejinin riski şudur: İktidara erişmeden veya eriştikten hemen sonra, devlet tarafından çoktan emilmiş olursunuz. Ve, tabii biliyoruz ki devlet nötr değil, kapitalist üretim ilişkilerini yeniden üretir, vesaire…
Yani bu durumları stratejik olarak anlayabilmek için de bayağı bir okuma yapıyorum. Bu okumaları ayrıca Solun stratejik düşünme şekline yeniden yön verme ihtiyacı üzerine yazan Daniel Bensaïd’in metinleri ile birleştiriyorum.
Şimdi sorduğun soru hakikaten yerinde, çünkü gerçekten İspanya’nın durumu Yunanistan’a benziyor. Bensaïd’in sözleriyle anlatmak gerekirse, İspanyollar Indignados’un (Öfkeliler) tek başına yeterli bir teklif sunmadığını anladılar ve durumu sadece Indignados hareketi ile değiştirebileceklerini düşünmeleri bir “toplumsal yanılsama”ydı. Diğer yandan, Podemos gerçekten nevi şahsına münhasır: kendinin çok farkında olarak Laclau çizgisinde popülist bir yaklaşımı izliyor
Bu konuda benim anlayışım şöyle, Laclau’nun düşüncesindeki gelişmeler kronolojik olarak Poulantzas’dan sonra gelmiş bile olsa –söz konusu gelişmeler, gündeme gelen meseleler, Poulantsaz’ın gündeme getirdiği sosyalizme geçiş ve devlet iktidarının ele geçirilmesi meselesinden epey uzaklaştığı bir zamanda yaşanmıştı– esasen Poulantzas’ı Laclau’nun ilerisinde görüyorum.
Bununla demek istediğim şey çok basitçe şu: Podemos’un parti olarak yüzleşmesi gerekenler henüz yeni başlıyor. Bir örgüt olarak, bir müdahale türü ve strateji olarak, siyasi düzeyde, program düzeyinde parti, devletle ilişki, uluslararası gerçeklikler düzeyinde, hepsinin daha henüz başındalar. Yani bir bakıma onları çok ciddi şeyler–ve çok can sıkıcı şeyler– bekliyor.
Bana kalırsa tüm bu meselelere göğüs germek için Laclau’nun ötesine geçmeleri gerekiyor. Ve biraz kötümser olacak ama eğer Syriza başarısız olursa ve baskıya direnemezse, Podemos gibi daha az yapılanmış bir oluşumun benzer baskılara karşı koyma ihtimali konusunda pek iyimser değilim.
 
İngilizceden çevirenler: Arda Çiltepe, Ceren Deniz, Erkal Ünal, Onur Zanan Akın, Serap Güneş
 
(Bu yazı hayalgucuiktidara.org sitesinden alınmıştır)