Salih Öztürk
Bir halk deyişinin dönüp dolaşıp zamanın ruhuna bu kadar “cuk” oturduğuna kolay kolay şahit olunmaz: “Dünyada mekan, ahirette iman!” Dünyada imanın da ciddiye alınmayıp ahirete ötelendiği bu deyiş Türkiye’deki ortalama zihniyetin bir ürünü olduğu gibi aynı zamanda iktidar partisine de pek yakışıyor. Zaten ikisi de “aynı dağın yeli.” “İnsanlar gerçekten de öte dünyaya ve Tanrısal yargıya inansalardı bir an olsun yaşayamazlardı” denir. Ülkemizde müminlerin tabi ki böyle kaygıları yok. Onlar “dünyada mekan” peşindeler, hatta mekanlar stoğu peşindeler. Troçki, vatandan milletten çokça söz edilen yerde cüzdanları sıkı tutmak gerektiğini söylüyordu. Ama artık hem cüzdanlarımızı, hem mahallelerimizi, hem evlerimizi ve hem de yaşam alanlarımızı sıkı tutmak gereği ile karşı karşıyayız.
Gerçekte her insan eninde sonunda başını sokacağı bir eve muhtaç. Barınma hakkının temel insan haklarından biri oluşu boşuna değil. Yine de sosyalistlerin en nihayetinde bir mülk olan konutların mülkiyet hakkını savunmak durumunda kalacağı kimsenin aklına gelmezdi. Ama neoliberalizm tam da böyle bir şeydir. Burjuvazinin kutsalı ve putu olan mülkiyetin dokunulmazlığı hakkını bile geçersizleştirir. Tabii ki daha güçlülerin daha fazla mülk edinmesi için.
Ülkemizde kent yoksullarının kamu arazisi üzerine kurulan gecekonduları, 60’lardan beri sanayileşmenin de aynı gecekondu tarzında geliştiği Türkiye’de işverenleri işçi konutu inşa etme derdinden kurtardı. İşçi stoğu kentlerdeki fabrikalara yakın boş arazilerde rahatça konuşlandırıldı. Mahallelerin su, yol, elektrik, okul benzeri gereksinimlerinin nasıl karşılanacağı zaten işgücü maliyetini en aza indirmeye çalışan işverenleri ilgilendirmiyordu. Ama zaman aktı ve artık fabrikalar kentlerin içinden arsa maliyetinin düşük olduğu bölgelere taşındılar; eski gecekondu mahalleri harap apartmanlarla bezendi; ya da kimi yoksullar kentin eski bölgelerindeki harap konutlara yerleştiler. Yoksullar, emekli işçiler, esnaflar vb kent yoksulları hala şehrin merkezinde “alan kaplamaya” devam ederlerken, kent merkezlerinde arsa değerleri giderek yükselmeye başladı. Hatta mezarlıkların bile arsa değeri yükseldiğinden, kent merkezleri ölüler için de lüks olmaya başladı ve nihayetinde “kentsel dönüşüm” icat edildi.
“Kentsel dönüşüm” denilen yağma ile birlikte yakında devletin devasa karmaşık aygıtı karşısında şaşkın ve örgütsüz yoksullar, alt orta sınıftan insanlar kitleler halinde evlerinden sürülecekler. Yakında diyoruz ama süreç çeşitli yönleriyle çoktan başladı. Belediye, hükümet ve inşaat devleri işbirliği ile kent merkezleri garibanlara dar edilecek. Öte yandan iktidarın oy depolarında aynı işlerin hemen yapılması kolay değil. Öncelikle yerel belediyeler ayak sürümek durumunda olacaklar. O yüzden de “kentsel dönüşüm” öncelikle daha gözden çıkarılabilir bölgelerde başlıyor. Yani solun kitle tabanına oturduğu mahalleler, Alevi mahalleleri, göçmen ve yoksul Kürtlerin yerleştiği semtler, Roman mahalleleri, iktidarla sorunlu lümpen proleter semtler.
Afet yasasının gerçek amacı elbette ki depreme karşı önlem almak değil, taze ve ucuz arsa yaratmak. “Risk alanı” ilan edilen bölgelerde sorunlu binalarla yetinilmiyor, “proje bütünlüğü” gereği sağlam binalar da yıkılıyor. Böylece risk alanı ilan edilen bölgede hiçbir binanın sağlamlaştırılmasına izin verilmiyor, hatta müteahhitlerin projeleri çerçevesinde sağlam binalar da bütünüyle yıkılıyor. Mülk sahiplerine de bina fiyatı değil enkaz bedeli ödeniyor. Enkaz kaldırma maliyeti de yine mülk sahiplerinin sırtına kalıyor. Kiracıların akıbetine ise zaten aldıran yok.
Artık inşaatçıların müdahale edemeyecekleri, kamulaştırma yapamayacakları, arsalaştıramayacakları hiçbir alan kalmadı. Bu uğurda deprem risk haritasının bile değiştirildiği biliniyor. Daha önce tespit edilmiş birinci derece risk alanlarının üstü çizildi, yeni risk haritasında birinci derece deprem risk alanları olarak kentin rantı en yüksek yerleri tespit edildi. Zemin etüdü veya bilimsel araştırma zaten söz konusu değil.
Afet yasası kapsamında herhangi bir mahalle risk alanı ilan edildiğinde artık o alanda yaşayan hiç kimsenin tapusunun bir geçerliliği yoktur. Çünkü Afet yasası olağanüstü hal koşullarında geçerli bir yasa olarak düzenlenmiştir ve tapu sahipleri uygulanacak projelere uymaya mecburdurlar. Böylece neoliberalizmin insanı kendi parasıyla rezil edebilir olduğunu da göreceğiz. Hatta yasal olarak insanların elektriklerinin, suyunun, doğal gazlarının, yani yaşamla bağlarının kesilebilmekte, yıkım alelacele başlamaktadır. Elektrik ve su kesmek, savaş durumunda işgal altındaki yerlerde bile insanlık suçudur.
Direniş gösterilmediğinde sonuç ne olacak? Kentte yaşayanların büyük çoğunluğu kentlerin dışına, epey dışına sürülecek, gözden ırak olacak, onların yerinde de zengin azınlık için mutena bir kent merkezi oluşturulacak. Yoksullar ve güvencesizler evlerinden, mahallelerinden, komşularından edilecek ve kaderlerine aldırılmadan yığınlar halinde uzaklara yerleştirilecekler. Yeni binalardaki yenilenmiş konutlara dönebilenleri bambaşka bir dünya karşılayacak. Komşuların, akrabaların olmadığı, ıssızlaşmış tecrit edilmiş bir dünya. TOKİ dünyası.
Yukarıda öncelikle gözden çıkarılabilir bölgelerden, solun kitle tabanına oturduğu mahallelerden, Alevi mahallelerinden, göçmen ve yoksul Kürtlerin yerleştiği semtlerden söz ettik. Solun hala tutunabildiği mahalleler de böylece tehdit altındadır. Devrimci muhalefetin geçmişteki kitleselleşmesinde, “feodal bağlar”dan yakınılsa da hemşehriliğin ve mahalle ilişkilerinin önemi büyüktü. Hala ayakta kalan mahallelere yapılan “kentsel dönüşüm” saldırısı muhalefetin kitle tabanına bir darbe daha vuracak ve geleceğin muhalefeti kentlerin epey dışında gettolaşmış mahallerde şekillenecek. Ama şimdikinden çok daha farklı ve tecrit olmuş koşullarda.
Evlerimiz, mahallelerimiz ve yaşam alanlarımız için mücadele muhalefetin başlıca gündem maddelerinden birisi artık.
Mekan istifleyenlerin ahirette yatacak yerleri yok.