Avrupa Anti Kapitalist Solu’nun koordinatörlüğünü yapan François Vercammen POS-SAP üyesi ve IV.Enternasyonal yöneticisidir. Avrupa Birliği, Ekim Devrimi, Sosyal Demokrasi ve Sendikal hareket üzerine çalışmaları vardır.

 

>> Sizce Avrupa Anayasası’nın reddinin ardından AB’nin durumunu nasıl değerlendirebiliriz?
 
Herkes Avrupa Birliği’nin gelişiminin bir çıkmaza girdiğini görebilir. Bir yandan Avrupa Anayasası’nın krizi var, Büyük Britanya ile Fransa ve Almanya arasındaki ilişkiler oldukça kötü, Avro’yla ilgili sorunlar, AB’ye yeni giren on ülkeye ilişkin çeşitli sorunlar ve bunların arasında özellikle onlara ayrılacak bütçe sorunu var. Bütün bu krizlerden, yarı-krizlerden, büyük ülkeler arası çatışmalardan sonra, “tamam artık AB meselesi dağılma sürecine girmiştir” diyen bir eğilim olabilir. Ya da en iyi haliyle, sadece ekonomik boyutu olan ve tabii ki birkaç kurumsal yapıya da sahip büyük bir pazara dönüşebileceğini fakat ekonomik ve mali meselelerle ilgilenen kurumların kat be kat ötesinde bir Avrupa devletinin hiçbir zaman inşa edilemeyeceğini düşünenler var. Geniş anlamda solda ve özellikle de radikal solda, bu konuda yeterli düzeyde gelişmiş bir analiz yok. Ve bunun sonucu olarak, radikal sol, AB içinde bir gerilim yaratmak ve bunu sürdürmek için yeterli çabayı göstermiyor. Bu çok ciddi bir hata bence. Çünkü tüm bu saydığımız zorluklar ve bir çeşit kriz mevcut olsa da, büyük emperyalist devletlerden hiçbiri olayı çözmek için inisiyatif alamıyor. Bu çok açık. Dolayısıyla bu onlara karşı mücadele etmek için bir fırsatımızın olduğunun göstergesidir. Toplumsal sınıflar arasındaki güç ilişkilerini değiştirmeye yönelik bir mücadele yürütülmelidir.
 
Özellikle Anglosakson ülkelerde, ki bizim yoldaşlarımız da buna dahil, AB’nin nasıl geliştiğine ve bu krize nasıl vardığına dair bir analiz yapılamıyor. Medyanın desteğine sahip hükümetlerin yalanlarını, AB’nin yeniden işlemesi için tasarlanan manevraları kavramak için derinlikli bir analize ihtiyaç var. Ben bundan 15 yıl önce ileri sürdüklerimi hâlâ savunuyorum, çeşitli nedenlerden dolayı, AB’nin bir devlete ihtiyacı var. Fakat bu ulus-ötesi devlet, ulusal düzeydeki devletlerle aynı biçime sahip olmayacaktır. Şunu kavramak gerekir ki, buradaki kilit nokta, ulus-ötesi kurumlarla ulusal kurumlar arasında bulunan Avrupa Konseyi’dir.
 
Ulusal hükümetler konseyde buluşup belli bir konu üzerinde tartışıyorlar ve buradan belirli bir politika veya yasa çıkarıyorlar. Sonra kendi toplumlarına giderek bu kararları iletiyorlar. Örneğin “AB emeklilik fonlarını kısmaya karar verdi” diyorlar. Böylece hükümetler kendi projelerini gerçekleştirememiş gibi görünüyorlar. İstedikleri halde istihdamı geliştiremiyor, emeklilik fonlarını muhafaza edemiyormuş izlenimini yaratıyorlar. Bu mekanizma çok etkin biçimde birkaç ay öncesine kadar işledi. Hükümetler halkların tüm bunları kabul ettiğini düşündü, çünkü neredeyse hiçbir tepki yoktu. Fakat bunu sınıf mücadelesinden biliriz ki, emekçiler harekete geçince, sanki beyinleri yeniden işlemeye başlar, sokağa çıkarlar, konuşurlar. Kısa zaman önce meydana gelen ve durumu tersine çeviren olaylar, çok sert, çok dolaysız biçimde, çok açıkça ve çok akıllıca, dokunulmaz gibi görünen bu üstyapıya saldırdı.
 
Yöneticiler, bugün yaşanan bu gerçek krizi gizlemek zorundalar.
 
Çok somut bir konu üzerinden, Bolkestein direktifi meselesi üzerinden gelişen toplumsal seferberlik tüm projelerini suya düşürdü. Kamusal hizmetlerle, özelleştirmeyle alakalı olan bu konu toplumun geniş kesimlerini ilgilendiriyordu. Ve hatta, benim de okuyunca şaşırdığım, yapmaya cüret edebileceklerini düşünmediğim bir madde içeriyordu. Bu maddeye göre yeni katılan ülkelerden gelenler, kendi ülkelerinde geçerli olan çalışma koşullarında (ücret, çalışma saatleri, sosyal güvenlik) çalışacaklar. Bu korkunç bir şey. Zaten toplumsal kazanımlarda bir gerileme varken kalkıp 1000 kişilik bir işyerine, çok daha ucuza aynı işi yapan 100 tane göçmen işçi alırsan bu çok daha ciddi bir gerilemeye sebep olur.
 
Dolayısıyla gayet teknik bir mesele toplumsal bir tepkiye neden oldu. Kamuoyu yoklaması yapan en tanınmış sağcı kurumlar dahi %55’lik Hayır oyunun %20’sinin ırkçı oylardan oluştuğunu, geri kalan kısmının tümüyle toplumsal güçleri ifade ettiğini kabul etmek zorunda kaldı.
 
Bugün AB’nin çeşitli sorunları olmasına karşın, esas çarptıkları ve çarpmaya devam edecekleri engel, henüz siyasi bir görünüm kazanamasa da, AB’yi felç edebilecek noktaya gelen işçi sınıfının yeniden yükselişe geçtiği bir dönemde anayasayı yeniden gündeme getirme ve kabul ettirme zorunluluğudur. Fransa’dan sonra Hollanda geldi. Burada durumun daha farklı olduğunu kabul etmek gerekir. Dışarıdan gelecek insanlara karşı duyulan korku çok daha belirleyiciydi ve Fransa’da görülenlere benzer toplumsal seferberlikler olmadı. Fakat yine de birkaç önemli hareket oldu, en azından büyük ve hayli sarsıcı bir genel grev yaşandı. Ki böyle bir şey şimdiye dek meydana gelmemişti, Hollanda’da beş yüzyıldan beri yaprak kımıldamaz. Ve genel açıdan baktığımızda da genel çerçeve AB’ye yeniden bir atılım sağlamak için hiç de elverişli görünmüyor. Bugüne dek AB’nin politikalarında belirleyici olan Fransa ve Almanya’da hem toplumsal mücadeleler açısından hem de bunların siyasal alana tercümesi bakımından, farklı biçimlere bürünse de önemli gelişmeler beliriyor. Ayrıca gördüğümüz gibi Hollanda’da, son dönemde de Belçika’da ve İtalya’da grevler, hatta genel grevler yaşanıyor. Kısacası yöneticiler bakımından durum pek de parlak görünmüyor. Ancak şunu da görmek gerekir ki, eşitsiz ve bileşik gelişme yasası uyarınca, Fransa’daki referandum, Avrupa Birliği’nin bütününü krize sokmuştur. Fakat orta vadede, yine Fransa’da veya başka bir ülkede, toplumsal, siyasal, ideolojik, entelektüel düzeyde benzer çapta bir hareket gelişmezse bu referandumun etkileri zayıflayacaktır.

 
>> Avrupa’daki sol akımlardan söz edecek olursak, sizce Avrupa’nın inşasında sosyal demokrasinin rolü nedir?
 
Bunu kavrayabilmek için öncelikle Avrupa Birliği nasıl ekonomik ve mali açıdan gerçekten çok gelişkin bir piyasa yaratabilmiştir sorusu sorulabilir. Bu noktaya nasıl varılabilmiştir? Bunun tek bir sebebi var: işçi sınıfının neredeyse tarihsel denebilecek yenilgisi. Bu Batı Avrupa için olduğu kadar, Stalinist bürokratik diktatörlükler, yani SSCB ve uyduları açısından da ve hatta Çin için de geçerlidir. Fakat genel bir ekonomik gerileme döneminde, yani 1974-75’den beri içinde bulunduğumuz gerileyen uzun dalga içinde, ki bu Avrupa’nın güneyindeki yarı-devrimlerin de sönümlenmesine tekabül etmiştir, ulusötesi bir yapıyı dayatacak güç ilişkilerine sahip olamadılar. Ve bu noktadan itibaren, Amerika’nın, İngiltere’nin ve daha başka ülkelerin burjuvazilerinin en üst çevrelerinde, mevcut sınıf mücadelesine bir son verilmesi gerektiği kararı alındı. O dönemin mücadelesinin çapını kavrayabilmek için bazı rakamlar verilebilir. İşçi sınıfını satın alabilmek için Fransa’daki Genel Emek Konfederasyonu’na (CGT) ücretlerde %30’luk bir artış sağladılar! Bunun Türkiye’nin ücretleri açısından düşünmemek lazım, bu Fransa’daki büyük fabrikalarda çalışan işçilere verildi. Ve başka birçok ülkede de benzer durumlar yaşandı. Belki İspanya açısından bu geçerli olmayabilir, ama Belçika’da, Almanya’da ve başka birçok ülkede yine bu çapta tavizler verildi. Dolaysıyla yeni bir kapitalizm sistemine, neoliberal kapitalizme geçildi. Biz de ilk başlarda bu manevrayı kavrayamadık. ABD’de bu çok sert bir biçimde gerçekleşti. İngiltere’de de biraz daha az sert olmakla birlikte bu neoliberal geçiş çarpıcı biçimde hissedildi. Fakat diğer ülkelerde, böylesi bir karşı-saldırıyla karşı karşıya kaldığımızın farkına varamamıştık. 80-81 resesyonu da bu sürece katkıda bulundu. Patronlar artan işsizlikten güç alarak, sosyal kazanımlara daha da saldırdı. Fakat Avrupa’da hâlâ sosyalizmin mümkün olduğunu düşündüğümüz bir atmosferde yaşıyorduk. Elbette, bazı sinyaller alıyorduk. 1981’de Mitterand iktidara gelir gelmez devalüasyona gitti, ki bu esas olarak çalışan kesimlerin alım gücüne karşı sert bir darbeydi, fakat, en azından 30’lardan beri görülmemiş çapta bir saldırının bizleri beklediğini henüz kavrayamamıştık. 86’da Wall Street’te yaşanan çöküşten itibaren ise, mali sermayenin liberalleşmesi noktasında tam bir patlama meydana geldi. Bu 80’li yıllar boyunca Avrupa sosyal demokrasisi bir seçimde bulunmak zorundaydı. Ya hükümette kalacaklar ve neoliberal politikaları uygulayacaklar ya da en azından 20 yıllığına muhalefette kalmayı göze alacaklardı. Tehdit buydu. Bazı karşı çıkışlar oldu tabii ki. Belçika’da Wallon bölgesindeki sosyal demokrat bakanlar (ki daha solcudurlar) greve gidip, kendi hükümetlerinin neoliberal yasaların oylanacağı toplantısına katılmayı reddettiler. Sonuçta bu elbette fazla bir şey değiştirmedi. Bizlerin o zamanlar bir gerileme olarak değerlendirdiği bu süreç esasında bambaşka bir şeydi. Söz konusu olan, işçi sınıfının toplumsal bütünlüğünün tümüyle dağıtılması, atomize edilmesiydi. İşe alma rejimlerinin farklılaşması, sınırlı süreli iş kontratları, işsizlik tazminatlarının azaltılması hep sınıfı parçalamaya yönelik adımlardı. Ve böylece sosyal demokrasi 80’li ve 90’lı yıllarda tarihinin en büyük siyasal mücadelelerinden birini ücretliler sınıfına karşı yürüttü. Bu durumu 19. yüzyılın 80’li ve 90’lı yıllarıyla karşılaştırmak ilginç olabilir. Çünkü işçi grupları bu yıllarda sendikal, siyasal gruplar şeklinde kendilerini oluşturdular. Zola’nın romanlarında da okuduğumuz gibi, yaşanan devasa sanayileşmeyle birlikte insanlar köylerden göç edip kitlesel biçimde fabrikalarda çalışmaya başladı. Çalışanlar ve sendikaları o dönemde, bu yeni oluşan güç ilişkilerini sağlamlaştırabilmek için sosyal yasalara ihtiyaç olduğunu anladı. Ve sosyal demokrasi buradan doğdu. Birinci Dünya Savaşı sonrasına kadar işçi sınıfı açısından muazzam bir özgürleşme yaşandı. İlk defa güvenli bir ücrete, kısmi bir sosyal güvenliğe, oy hakkına sahip oldular. Bu bir devrim sayılabilir. Şüphesiz bir düzenden diğerine geçiş yoktu fakat, devasa bir değişim söz konusuydu. Tıpkı Batı Avrupa’da 1948-49’dan neredeyse 80’e kadar gelen süreçte olduğu gibi. Bu dönemde de işçi sınıfı büyük bir yaşam güvencesine sahip olmuştur. Hem kendileri hem çocukları için. Bu insanlar, tabii ki burjuva değillerdi, çalışmaları gerekiyordu fakat iyi bir yaşam seviyesine sahiplerdi. Ve sosyal demokrasi bu koşullarda yaşamış üç kuşağın, yani savaş öncesinin sefaletinden kurtulmuş olanların (1940), 50’li yıllarda kitlesel tüketim çağını yaşamış olanlar ve 1968’in özgürleşimci atılımına tanık olanların elinden tüm bu garantileri aldı.
 
Bugün Fransız Sosyalist Partisi, ki 120 bin üyesi var, yerel, bölgesel delegeleri var, toplumsal taban açısından havada asılı biçimde durduğunun farkında değil. Anayasa meselesinde bu ortaya çıktı. Parti içine yönelik danışma toplantısında Avrupa Anayasası’na Evet deme kararı çıktı. İyi bir burjuva olan Laurent Fabius, bir değişimin meydana geldiğini sezerek Hayır dedi. Ve belirli bir ölçüde güvenilir olan kamuoyu yoklamaları Sosyalist Parti’nin oy tabanının esas olarak Hayır oyu verdiğini ortaya koydu. Financial Times’ın bir başyazısında, burjuvazi açısından ne yapılması gerektiğini hiç sakınmadan, açık açık söylüyorlar, borsada işlem gören 40 büyük şirketten 39’unun, 150 büyük şirketin yüzde 95’inin, tüm büyük resmi partilerin, medyanın büyük bir kısmının, tüm kodaman entelektüellerin %85’inin Evet’i desteklediğini ortaya koydular. Bu nasıl olur diye soruyorlardı. Bu gerçekten olağanüstü bir durum. Eskiden partiler ve medya manipüle edebiliyordu. Ama artık bu geçerli değil.

 
>> Birkaç yıldır, tüm dünyada olduğu gibi Avrupa’da da yeni bir radikalleşmeye tanık oluyoruz. Buradaki siyasal dinamikler hakkında düşüncelerinizi alabilir miyiz?
 
Bence yeni bir parti meselesi gündeme geliyor. Floransa’daki sosyal forumda 60 bin kişi, ki bunların çok önemli bir kısmı gençti, tartışmak için bir araya geldi. Avrupa Sosyal Forumu hâlâ işlemeye devam ediyor. Ki bunu oluşturan irili ufaklı yüzlerce kurum var. 60’lı yıllarda, böylesi bir süreçten anlamlı bir güç ifade eden devrimci partiler çıkardı. Ama maalesef bu söz konusu değil. Fransa’da bile söz konusu değil. LCR’in bu dönemde önemli sayıda genci örgütlediği doğrudur. Fakat bunların da önemli bir kısmı 6 ay veya bir sene sonra ayrıldı veya etkin olmayı bıraktı. Dolayısıyla burada, bana oldukça inanılmaz gelen bir sorunla karşı karşıyayız. Birlikte tartışan, kongrelerde belirli kararları oylayan sonra da bunları gerçekleştirmek için çabalayan üyelere, militanlara sahip bir parti fikri giderek sönümleniyor. Yeni politik mekanizmalar artık devrede. İnsanlar, bizim gençliğimizde yaptığımız gibi siyaset yapmaya hazır değil. Bu bizim sağlam siyasal örgütlere sahip olmamamız gerektiği anlamına gelmiyor elbette. Fakat ülke içinde hareket etme biçimimiz başka türlü olmalıdır. Bugün güç biriktirme, yeni açılımlar arama sürecidir. Örneğin Fransa’da Anayasaya Hayır kampanyası içinde kurulan 29 Mayıs komitelerine bakarsak, esasında burada bir parti inşası faaliyeti görürüz. Bunlar sadece anayasaya karşı oy veren insanlar değil. Burada muazzam bir siyasal ve entelektüel emek var. Almanya’da süreç olumlu bir biçimde ilerliyor. Belçika’da Allah’a şükür artık üç genel grevimiz var. Ama öncesinde hiçbir şey yoktu. İtalya yine çok canlı. İspanya’da Barselona’da 2002’de yaşananın bir benzeri yaşanmadı. O gün yürüyüşe katılmak için sokağa çıkanlar arasında en ufak bir adım bir atamayanlar oldu, çünkü her yer zaten dolmuştu. Bir başka biçimde İngiltere’de özellikle savaş ve İslam konusunda bir mücadele var. SWP bunu iyi kotarıyor. Ama onlar da sadece bunu yapıyor. Gerçekte şunu da söylemekte fayda var ki SWP gerçek anlamda bir parti olmaktan ziyade bir kampanya partisi. Ama bence tüm bunlar yeni bir tarihsel evreye girmiş bulunduğumuzu gösteriyor. Ve bu durumda, sosyal demokrasi kaybettiği alanları kısa vadede yeniden kazanacakmış gibi de görünmüyor.
 
Bence, esasında bir geçiş evresinde bulunuyoruz. Kilit meseleler ise gündelik hayata ilişkin sosyal meseleler. Bir yüzyıldan fazla zamandır, bunları savunmak için bir parti ve bir sendika vardı. Fakat bu yapı artık çözülmüştür. Biz radikal solda, hâlâ kapitalizmden sosyalizme nasıl geçilebileceğine dair, yani devrime ilişkin analizlerimizi sürdürüyoruz. Ancak şunu anlamalıyız ki böylesi geniş bir alanı kapsayan bu söylem bugün tutmuyor. Ya sektler gibi propaganda yapacaksınız ya da kitlelerin dinleyeceği ve anlayacağı şekilde kendinizi ifade edeceksiniz. Ama yarın öbür Fransa’da bir kez daha Hayır denirse, buna karşı çıkmak için grevler düzenlenirse, tüm Avrupa’da farklı bir atmosfer gelişirse, başka bir toplum ihtiyacı gündeme gelirse, mücadelenin ekseni neoliberalizm karşıtlığından kapitalizm karşıtlığına kayarsa, anti kapitalist devrimci grupların söylemi de değişecektir. Bugün ise sosyal forumlarda bir araya gelen insanlara baktığımızda, bunların bir kısmı zamanında devrimci olan ama artık kendini böyle tanımlamayan insanlar, son derece radikal olmakla birlikte anti-kapitalist olmayanlar, yani iktidarı sermayenin elinden alma perspektifine sahip olmayanlar, gerçekten anti kapitalist olup da devrimci olmayan sol reformistler var, bir de bizler gibi devrimci anti kapitalistler var. Bizler kendi analizlerimize ve yönelimlerimize sahip olmalıyız fakat kesinlikle otoriter olmayan bir tarzda kendi fikirlerimizi savunmalıyız. Çünkü insanlar deneyimlerle öğrenecektir, onları eğitmek bizim değil, mücadelelerin görevidir. Biz ise tüm bu mücadelelerde yanlarında bulunup, kendi yönelimlerimizi savunmalıyız.

 
>> Avrupa Anti kapitalist Solu beş yıldır düzenli aralıklarla toplanıyor. Sekreterliğini yapmış olduğunuz bu oluşumdan söz eder misiniz?
 
Çöken ve tarihsel tabanından kopan yalnızca sosyal demokrasi değildir. Komünist veya Avro-komünist stalinist partiler de bundan nasibini almıştır. 1991’de tümüyle çöken İspanyol Komünist Partisi gibi. İtalya’daki PRC (Komünist Yeniden Yapılanma Partisi) gibi ilginç açılımlar sağlayabileni olsa da çoğu ya kendi gelenekleri üzerine kapanıp ufaldı ya da sosyal demokrasiyi benimsedi. Ve tabii ki büyük oranda devrimci sol da çökmüştür. 90’larından başından birkaç yıl öncesine kadar, hayatta kalmak isteyen bu partiler için iki yol vardı: ya sekterleşeceklerdi ya da yeni toplumsal hareketlerle haşır neşir olacaklardı. Bu ikinci şıkkı seçip ayakta kalanlar arasında hem komünist partilerden hem de radikal soldan (troçkist veya maocu) gelenler var. Ve tüm bu ayakta kalma çabası içinde önemli bir sorun da Avrupa Birliği meselesini kendi analizlerine ve mücadelelerine katabilmekti. Bu konuda ilk hamleyi yapan daha sonraları Avrupa Anti kapitalist Solu adını alacak olan çeşitli geleneklerden gelen farklı radikal sol partilerdi. Bu ilişkiyi ilk kuranlar arasında Portekiz Sol Bloku, Fransa’da LCR, Danimarka’da Kızıl-Yeşil İttifak ve İskoçya Sosyalist Partisi sayılabilir. Bu dördünün ortak faaliyetleri küçük çaplı da olsa bir çekim merkezi oluşturabildi. Bu süre içinde meydana gelen toplumsal, siyasal ve askeri olaylar ise siyasal hatların daha da netleşmesine yol açarak, bu ittifakın genişlemesine katkıda bulundu.
 
Sonradan başka partiler de katıldı. Bunların arasında Türkiye’den ÖDP, İtalya’dan PRC, İngiltere’den Sosyalist İttifak ve SWP, İspanya’dan Espacio Alternativo (Alternatif Alan), Bask ülkesinden Zutik, Lüksemburg’tan Die Linke (Sol) gibi partiler ve gruplar sayılabilir.
 
Ve bu kadar farklı siyasal geleneklere sahip bu partilerle, uzun tartışmalar sonucu çok sağlam bir programatik temel oluşturabildik. Ki bugün Avrupa Sol Partisi için, bunu söylemek hâlâ mümkün değil. Onların metinleri böylesi bir tartışma sürecinden geçme olanağı bulamamıştır. Biz yılda iki kez, Avrupa Birliği her toplandığında, belirli programatik konularda ilerlemeye çalışıyoruz. Gündeme göre değişken bir ağırlığa sahip altı temel mesele bu toplantılarda ele alınıyor. Savaş; neoliberal politikalar, bu politikaların uygulanmasında sosyal demokrasinin rolü ve hükümete katılım meselesi; AB’nin politikaları, buna karşı oluşturulacak talepsel, kurumsal stratejiler ve nasıl bir alternatif sunulabileceği; kapitalist toplumda demokrasi meselesi, burjuva parlamentarizminin kurumlarını aşacak bir radikal ve katılımcı demokrasi; alternatif küreselleşme hareketinin rolü ve sendikal hareketlerle ilişkileri; son olarak da parti modeli ve bunun toplumsal hareketle ilişkileri. Kısaca ifade edecek olursak ilk iki konuda genel bir uzlaşma olduğu söylenebilir. AB konusunda ise analiz ve sunulacak alternatif bakımından genel düzeyde bir ortaklaşmadan söz edilebilir. Talepleri, mücadeleleri ve örgütlenmeleri “Avrupalılaştırma” konusunda da anlaşıyoruz. Fakat esas tartışma AB’ye karşı yürütülecek strateji konusunda çıkıyor. Kimileri, ki bunlar genelde AB’nin merkez ülkelerinde faaliyet gösteren partiler, geçişsel bir devrimci perspektifle, AB’nin kurumlarına belirli yasalar ve haklar dayatma taraftarılar. Diğerleri ise, bunlar da büyük oranda Kuzey ülkelerinden oluşuyor, AB’den çıkarak onun dağılmasını sağlamak ve böylece başka bir Avrupa inşa etme yönelimini savunuyorlar. Son üç mesele ise, Marksist terminolojide “öznel etken” dediğimiz partilere, kitle içinde faaliyete, toplumsal hareketlere, somut taktiklere ilişkin. Bu konuda da uzun ve sabırlı tartışmalara ihtiyacımız var çünkü fikriyatımız ancak işçi hareketlerinin ve toplumsal hareketlerin büyük deneyimleri ve bu işe girişmiş olan örgütlenmelerin ortak çalışmalarıyla gelişecektir.

 
>> Avrupa Sol Partisi’ni de yakından takip ediyorsunuz. Bu oluşuma ilişkin değerlendirmeniz nedir?
 
Bugün Avrupa Sol Partisi adını alan oluşum ilk olarak komünist gelenekten, yani KP geleneğinden gelen on bir partinin 2004 Mayısı’nda PRC’nin inisiyatifiyle Roma’da toplanmasıyla kuruldu. Bu kongrede önemli iki kurucu metin olan tüzük ve program kabul edildi. Bu ikisi arasında kimi farklılıklar görmek mümkün. Alman Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS) tarafından hazırlanan tüzük oldukça ılımlı. PRC yöneticileri tarafından kaleme alınan program ise bu partinin daha radikal söyleminin izlerini taşıyor. Şunu hatırlatmakta fayda var; PRC ve sözcüsü Bertinotti iki yıl boyunca altına rahatlıkla imzamızı atabileceğimiz bir programı ve söylemi benimsedi. 2002’de Rimini Kongresi’nde Bertinotti stalinizme karşı Lenin’in ve yoldaşlarının itibarını iade etti, sosyalist ve demokratik devrimin gerekliliğinden söz etti. Böylece oldukça solcu ve anti kapitalist solunkilerle özdeşleşen bir pozisyon aldı. Ki daha önce belirttiğim gibi PRC Avrupa Anti kapitalist Solu’nun üyesiydi. Bu nedenle olsa gerek ASP’nin programında bu konferanslarda kabul edilen metinlerini hatırlatan formülasyonlar bulmak mümkün. Bu metinlere baktığımızda ASP’nin artık sosyal liberalizmi benimsemiş bulunan sosyal demokrasinin solunda bulunduğunu görmek mümkün fakat bir dizi nedenden ötürü anti kapitalist soldan da ayrıştığını görebiliriz. Tabii ki yakınlaştığı konular da mevcut. Örneğin kapitalizm analizi, yeni toplumsal hareketlerin ve tepkilerin önemine yapılan vurgu, mücadelenin eksenini oluşturacak acil talepler vs. Tüm bunlar ulusal düzeyde ve Avrupa çapında birlikte hareket etmemizi sağlar. Fakat anlaşmazlık noktalarının da son derece önemli olduğunu belirtmek gerekir. Esas sorun ise burjuva devletine ve hükümete katılıma ilişkin. Bunun elbette tarihsel kökenleri var. Stalinist gelenek, özellikle 30’lu yıllarda, yani Halk Cepheleri sırasında, istisnai de olsa sosyal demokratlarla veya sermaye partileriyle ortak hükümetler kurmanın mümkün olduğunu savunmuştu. Avro-komünizmin ise 70’li yıllarda bunu iyiden iyiye sıradanlaştırdığını biliyoruz. ASP partileri de çoğunlukla sosyal demokrasiyle veya burjuva partilerle işbirliği politikasına sahip olmuştur. Fransız Sosyalist Partisi ve Yeşillerle birlikte kurduğu “çoğul sol” hükümetin travmasını henüz aşamamış olan FKP’nin önemli bir eğiliminin bu tipte yeni bir deneyime açık olduğunu görüyoruz. Berlin hükümetinde PDS’in uyguladığı kemer sıkma politikalarını unutmak mümkün değil. İspanya’da ise Birleşik Sol (Izquierda Unida) sağı hükümetten kovmak için oylarını PSOE’ye yönlendirdi, ki bu belki anlaşılabilir. Fakat hükümete katılmamış olması kendilerinden çok Zapatero’nun kararıydı. Ve bugün de Bertinotti’nin, Berlusconi’yi iktidardan kovabilmek için, neoliberal Avrupa’nın adeta sembolü haline gelen Prodi’yle bir merkez sol hükümet kurmak için çabaladığını biliyoruz. Tekrar metinlere dönecek olursak, “kapitalizm”, “kapitalist sistem” gibi kavramları kullanmaktan çekindiklerini açıkça görebiliriz. Sosyalizmden ya da en azından kapitalizm sonrası bir toplumdan da söz edilmiyor. “Egemen mali gruplar” dışında toplumsal sınıflara dair bir ibareyi de boşuna aramamak lazım. Yani toplumdaki konumu itibarıyla kendi öz-eylemliliği ile siyasal sürece müdahale edip, başka bir toplum ihtiyacını dayatabilecek özneden, ister “işçi sınıfı”, ister “emekçiler veya ücretliler sınıfı” diyelim, kesinlikle söz edilmiyor. Elbette ASP’nin “başka bir dünya” istediğinden şüphe duyulamaz, fakat bunun için gerekli anti-kapitalist stratejiyle donatmıyor kendini. Tüm bu saydıklarım ASP ile Avrupa Anti kapitalist Solu arasındaki ayrımları hiç de az olmadığını gösteriyor.

 
>> Bu iki oluşum arasındaki ilişkiler bugün ne düzeyde? Herhangi bir yakınlaşma mümkün mü?
 
İlk olarak evveliyatına bakmak lazım. Avrupa çapında bir sol parti kurma tasarısının mimarı olan Bertinotti’nin aklında anti kapitalist solu da buna dahil etmek vardı. İki akım arasında bir köprü işlevi görmeyi planlayan PRC’nin inisiyatifiyle 2002’de bir “Avrupa Alternatif Solu” toplantısı düzenlenmişti. Çeşitli KP’lerin dışında radikal soldan Sol Blok, LCR, SWP, İskoçya Sosyalist Partisi, İngiltere’deki Sosyalist İttifak ve Kızıl Yeşil İttifak katılmıştı. Bu olumlu bir adımdı, fakat devamı gelmedi. Bu nedenle ASP, o zamanlarda düşündüğümüzden daha sağda bir yönelime sahip oldu. Bertinotti uzun süre LCR’i de ASP’ye katmak için çabaladı. Bugün Avrupa Anayasası’na karşı ortak mücadele içinde bir yakınlaşma sağlanmışsa da FKP o zamanlar LCR’i kabul etmeye henüz hazır değildi. Ayrıca Bertinotti, ASP’ye stalinizmi hâlâ savunan partileri almama konusunda çok netti, ne Portekiz Komünist Partisi’ni ne de Yunanistan Komünist Partisi’ni istiyordu. Ve dolayısıyla Portekiz Sol Bloku’nu mutlaka dahil etmek istiyordu. Başta başarılı olamadı. Fakat sonrasında bildiğimiz gibi Sol Blok önce gözlemci oldu sonradan da ASP’ye katıldı. Yine son dönemde KP geleneğinin dışından RESPECT ile ÖDP de ASP’ye üye oldu. PRC gibi önemli bir bileşeni kaybetmiş olsak da, biz de Avrupa Anti kapitalist solu olarak bir parti kurmayı denedik. Ancak bunun için 7 ülkeden birer milletvekiliniz olması lazım. Bunlar bölgesel, ulusal parlamentolardan veya Avrupa Parlamentosu’ndan olabilir. Biz o sıralar Bertinotti’yle görüşüyorduk ve bizim de bir Avrupa partisi kurmamızı destekliyordu. Fakat gerekli koşulları yerine getiremedik. Ve sonuç olarak, Bertinotti’nin de arzuladığı gibi, aralarındaki derin farklılıklara rağmen dostane ilişkiler geliştiren ve işbirliği halindeki iki oluşum fikri gerçekleşmedi. Avrupa Anti-kapitalist Solu’nun etkisi zayıfladı, Avrupa parlamentosu seçimlerine birleşik biçimde katılamadık ve dahası Chirac Fransa’da seçim yasasını değiştirdiğinden LCR’den yoldaşlarımız parlamentoya giremedi.
 
Sonuç olarak bugün ASP sosyal-liberal solla anti kapitalist sol arasında bulunuyor. Bence şu an için en doğru yaklaşım, Avrupa Anti kapitalist Solu’nu muhafaza etmek, çünkü burada önemli bir siyasal kazanım var, fakat bizim aramızdan ASP’ye yakınlık duyan varsa da onların katılmasına diyeceğimiz yok. Elbette biz gözlemci olarak katılmalarını tercih ederiz. Somut ilişkiler konusunda ise şunu söyleyebilirim ki Avrupa Anti kapitalist Solu ile ASP militanları mücadelelerde yan yana bulunacaktır. Biz somut talepler ve hedefler konusunda eylem birliği yapmaya hazırız. Ama hiç şüphesiz, yarın öbür gün ASP veya üye partilerinden biri neoliberal bir program üzerinden sosyal demokrasiyle hükümet kurarsa siyasal tartışmaların ve mücadelelerin ekseninin değişmesi ve de tabii ki ilişkilerimizin başka bir biçime bürünmesi kaçınılmazdır.

 
>> Son olarak, Türkiye’nin AB’ye katılımı konusundaki görüşlerinizi alabilir miyiz?
 
Türkiye meselesi Fransa’da çok önemli bir yer oynadı. Tüm burjuva partileri ve işçi-burjuva partileri Türkiye sorununu öne sürdüler. Faşistler de tabii, tam gaz bu konuya oynadılar. Sosyal demokratlar bile buna direnemedi. Türkiye’nin AB’ye girişine karşı değiliz, ama çok kalabalıklar, dengeleri bozacaklar gibi argümanlar sundular. Anayasa tartışması böyle açıldı. Biz, Anti kapitalist Sol olarak Türkiye halkının, eğer istiyorsa, AB’ye girme hakkının olduğunu savunuyoruz. Ve girildiği taktirde de Avrupa yurttaşlarıyla aynı haklara sahip olmalılar. Ama bu konuda Avrupa’daki sendikaların önemli zaafları var. Avrupalı işçilerin haklarını savunurlarken göçmen işçileri kapsayamıyorlar. AB basıncının belirli demokratik mevzularda olumlu sonuçlar vermesi muhtemeldir. Ve bunu kullanmak lazım. Bu kriterlerin uygulanmasını sağlamak için çabalamak lazım. Fakat geriye kalan özellikle ekonomik konularda, girdiğiniz taktirde ve hatta girmeden bile önce kabullenmek zorunda kalacaklarınız kesinlikle çalışan kesimlerin lehine olmayacaktır. Bir ara tabakanın, örneğin bankalarda çalışanların aradan sıyrılacağı ve yaşam standartının yükseleceği kesin. Fakat daha alt tabakalar açısından yaşanacak olanlar tam bir felaket teşkil edecek. Bu nedenle evet ya da hayır ikilemine sıkışmadan her zaman karşıt bir söyleme sahip olmak, bir karşı program oluşturmak ve madde madde AB’nin dayattıklarına karşı mücadele etmek gerekir.

 

(Bu yazı Yeniyol’un Kış 2006 sayısında yayınlanmıştır)