Nurcan Turan –

 

1990’ların sonunda ABD’nin iki önemli feminist düşünürü Nancy Fraser ve Judith Butler arasında heteroseksizm, tanınma-kimlik hareketleri ve refahın yeniden dağıtımı mücadelesi konularında bir polemik döner[1]. Nancy Fraser, ekonomik eşitsizliklerin ve kültürlerarası etkileşimin hızla arttığı kapitalist küreselleşme çağında yeniden bölüşüm taleplerinin tanınma talebine kaymasının grup kimliklerinin şeyleşmesine yol açtığını; tanınma mücadelelerinin de, ayrılıkçı, şovenist, patriyarkal ve otoriteryan mücadelelere dönüştüğünü söyler. O’na göre kimliği sabitleyen politikalar yerine, grup üyelerinin toplumsal hayata eşit katılımını sağlamak için kurumsallaşmış değer örüntülerini ortadan kaldırmaya yönelik bir model geliştirmek; grup kimliğini vurgulamaktan ziyade ikincilleştirmeyi ortadan kaldıracak ekonomik, hukuki, siyasi, idari vb. düzenlemelere ilişkin talepleri merkeze koymak gerekir.
 
Butler ise Fraser’a cevaben, yeni sol tarafından bazı hareketlerin ekonomik adalet ve yeniden dağıtım sorunlarına bigane kültürel kimlik hareketleri olarak etiketlenerek küçümsenmesini, muhalefeti parçalayan unsurlar olarak görülmesini eleştirir. 1970’lerde ve 80’lerde üreme ve yeniden üretim, toplumsal cinsiyetle ailenin toplumsal düzenlenişi, cinsel dışlanmışlıkla ekonomik dışlanmışlık arasında kurulan bağlar bugün koparılarak bazı konular kültürelin alanına hapsedilmiştir. Bütünsellik ve evrensellik iddiasındaki sol kendi iddialarını olumsuzlamakta ve ekonomi-siyaset ve kültür arasında burjuva toplumuna has ayrımlar üzerinden hareket ederek bir anlamda Marksizme ihanet etmektedir. Bazı hareketleri kültürel bazılarını ise materyalist olarak ayırarak, cinsel sorunları siyasetin tali konuları haline getirerek onları tahakkümcü bir biçimde dışlamaktadır. Cinsel sorunlar zorunlu olarak ekonomik sorunlardır. Butler’a göre muhalefetin birliği, bazı konuları dışarıda bırakarak veya çatışmaları sentezleyerek çözülemez. Hiçbir hareketin diğeri gibi olmak zorunda olmadığı ama diğerinin baskısı altında amaçlarını dile getirdiği, çatışmanın siyasi olarak üretken kılındığı bir ortamda birlik kurulabilir. Sürekli olarak, dışarıda bıraktıklarının eleştirilerine açık bir birliktelik…
 
Bu tartışmanın, sınıf siyasetinin ve refahın eşit bölüşümüne ilişkin mücadelelerin gündemden düştüğü ve Marksist ortodoksinin değil neoliberalizmle uyumlu veya en azından onu temel bir sorun olarak almayan kimlik mücadelelerin hegemonik olduğu Amerika bağlamında yapıldığını akılda tutmakta fayda var. Ne yazık ki, Butler’ın umduğu gibi muhalefetin çeşitli unsurları eşitlik ilkesi çerçevesinde kendi mümkünlüğünü diğerlerinin mümkünlüğünde görerek üretken çatışma zemininde bir karşı hegemonya öremediği gibi eleştirel kapasitelerini de neoliberal hegemonyanın bireysel kurtuluşçu, kendinden menkul ve ilişkisiz bir özgürleşme modeline teslim olarak kaybettiler.
 
O günlerden bu yana Amerika Butler’ın yakındığı solun yeni toplumsal hareketleri sınıf ve ekonomi karşısında önemsizleştirerek görünmezliğe mahkum etmesine değil tersine sınıf yerine ikame etmesine; cinsiyete, cinselliğe, ırka ve diğer azınlıklara dair sorunların ekonomik ve sınıfsal bağlarından ve genel eşitlik idealinden kopartılarak egemenlerce vitrin malzemesi yapılmasına tanık oldu. Ayrıca örgütlü işçi sınıfının işlerini üçüncü dünyanın işsizlerine devrettiği, eski sanayi bölgelerinin yoksullaşmasına ve Demokrat Partinin başını çektiği multi-kulti bir finansallaşma içinde siyasi bir alan bulamamasına. Ve nihayetinde Hillary Clinton’un kadın, göçmen ve siyahi haklarının temsilciliğine soyunduğu, Trump’ın bu kibirli-tayyörlü feminizm karşısında geleneksel muhafazakar seçmenin yanı sıra kimlik siyaseti içinde kendine yer bulamayan yoksul, beyaz işçi sınıfının da desteğini alarak zafer kazanmasına.
 
Azımsanmayacak oranda bir seçmen Obama’nın temsil ettiği neoliberal anti-ırkçılıktan sonra Hillary Clinton’un neoliberal feminizmine izin vermediği gibi Fraser’in deyimiyle “Wall Street’le aynı kumaştan dokunduğunu düşündükleri feminizme” nefret düzeyinde bir karşıtlığa olur verdi. Ki bu kibirli liberal feminizmin temsilcisi, Eylül 2016’da “Hillary için LGBT’ler” topluluğunun galasında yaptığı konuşmada, Trump destekçilerini açıkça “ırkçı, cinsiyetçi, homofobik, yabancı düşmanı, İslamofobik ve acınası zavallılar” ilan etmişti. Joan Williams’a göre Clinton gibi, sorunu Trump seçmeninin ırkçılığına, cinsiyetçiliğine bağlayarak yoksullaşmış beyaz işçi sınıfını anlamamakta, sınıfsal öfkeyi görmemekte ısrar eden entellektüeller de konforlu suları bırakmak istememektedir. Cinsiyete ve ırka dayalı hakaretlerin şiddetle kınandığı bir toplumda Hillbilly, Redneck gibi sınıf temelli hakaretlerin rahatlıkla kullanılabilir olmasındaki çelişkiye dikkat çeken Williams bu kesimlerle ekonomik talepler üzerinden bağ kurulamadığı durumda Trump yönetiminde sınıfsal öfkenin çok daha tehlikeli bir hal alabileceğini vurguluyor[2].
 
Ohio kırsalında yoksul bir işçi ailesinde büyüyen ve şimdilerde New York’un yüksek kültür ortamlarına girerek bir çeşit sınıf atladığı zannına kapıldığını itiraf eden genç yazar Adam Theron-Lee Rensch de kendi kaderine terkedilmiş pas kuşağında eskinin güvenceli, şimdinin yoksul ve çıkışsız sanayi işçilerinin (“beyaz, kırsal ve yoksul”) politik olarak Trump çıkmazına nasıl girdiğini anlatıyor. Sınıfsal olan her şeyin kültürel bir kılıfla görünmez kılındığı bir ortamda Trump’ın bu insanlara geçmiş umutlu dönemlerin, Büyük Amerika rüyası içinde kendilerinin önem arz ettiği ve bir statüye sahip olduğu günlerin hayalini nasıl sattığını…[3]
 
Bu iki örnek beyaz, erkek işçi sınıfının durumunu göstermesi açısından veya onların ırkçılığını ve cinsiyetçiliğini anlaşılır kılması açısından değil, ezilen gruplar arasındaki tarihsel duvarları neoliberal kimlikçiliğin nasıl pekiştirdiğini; gerek ifadesini Trump’ta bulan beyaz işçi sınıfı olsun gerek korkuyla Hillary’e sarılan feministler olsun bu kimlikleri Fraser’ın deyimiyle ayrılıkçılığa, konformizme, hoşgörüsüzlüğe ve bencilliğe ittiğinin altını çiziyor. Ayrıca, eşit yeniden dağıtım sorununu es geçen bir kimlik siyasetinin statü ve tanınma talebinde bulunanlara sınıf temelli milliyetçilikler, şovenizmler olarak kolayca nasıl dönebildiğinin örneği olması açısından önemli ipuçları sunuyor. Diğer yandan, Bernie Sanders destekçilerinin bir kısmının hızla Trump’a kaymasını yalnız şuursuzlukla veya kadın düşmanlığıyla açıklanamayacaksa insanların belirli kimlikler düzleminde hareket etmediğini de hatırda tutmakta fayda var.
 
Trump’ın seçilmesi öncesinde ve sonrasında Butler ve Fraser en fazla görüş bildiren eleştirel feministlerdi. Her ikisi de neoliberal yıkımın toplumsal öfkeyi göçmenlere, siyahlara, Müslümanlara yönelttiği ve Demokratların bundaki rolü konusunda hemfikir olmakla beraber Butler, Trump tehlikesine karşı Hillary’e oy vereceğini belirtirken, Fraser kesinlikle yeni toplumsal hareketlerle işbirliği içindeki neoliberalizmin temsilcisi Hillary’i desteklemenin statükonun devamından başka bir işe yaramayacağını, neoliberalizmi hedef tahtasına oturtan bir hat tutturulması gerektiğini savundu. Seçimlerin akabinde yazdığı bir yazıda ise Fraser, Trump’ın seçilmesinin, tıpkı İngiltere’deki Brexit ve İtalya’daki Renzi reformlarının reddi gibi, kapitalizmin güncel krizine verilen bir tepki olduğunu vurguluyor. ABD’de anti-ırkçı, anti-islamofobik, anti-cinsiyetçi hareketlerle Wall Street’i buluşturan, yoksulluk ve yeniden bölüşüm sorunlarını siyasetin dışına itmiş “ilerici neoliberalizm” miadını doldurmuş, yerini gerici popülizme bırakmıştır. Ve bu gericiliğe karşı mücadelenin taktiklerinden birisi kesinlikle Demokrat Parti’yle aynı safta yer almak olamaz[4].
 
Sınıf hareketleriyle toplumsal hareketlerin, refahın yeniden dağıtımıyla farklılığın tanınması siyasetinin nasıl ilişkileneceği konusu bugün Amerika’da 1990’lardan daha yakıcı bir tartışma haline gelmiş durumda. Trump karşıtı gösteriler büyük bir umut dalgası yaratmış olsa da hareketin nereye evrileceği, Demokratların neoliberal kimlikçi hegemonyasını ne ölçüde sarsacağı konusu şu aşamada bir muamma. Dileriz ki, hem kadın hem ırkçılık karşıtı hareketler Trump’ın ırkçılığına ve cinsiyetçiliğine karşı mücadelelerinde Demokratların neoliberal projesini de dahil etmeyi başarır. Zira Clinton’a bakınca Trump’ın nereden çıktığı daha net görünüyor.

 

[1] Nancy Fraser, 1. Justice Interruptus, Routledge, 1996  2.Heteroseksizm, Misrecognition and Capitalism: A Response to Judith Butler 3. Rethinking Recognition, New LeftReview ,2000

JudithButler: Merely Cultural, New Left Review, 1998

[2] Joan C. Williams, https://hbr.org/2016/11/what-so-many-people-dont-get-about-the-u-s-working-class

[3] Adam Theron-Lee Rensch, http://brooklynrail.org/2016/07/field-notes/white-rural-and-poor

[4] Nancy Fraser, https://www.dissentmagazine.org/online_articles/progressive-neoliberalism-reactionary-populism-nancy-fraser
 

(Bu yazı Yeniyol’un Mart-Nisan 2017 tarihli 21. sayısında yayınlanmıştır)