Franck Gaudishaud –
Şili’de sosyalizme giden yol darbeyle akamete uğratılalı 40 yıl, kıtadaki gelmiş geçmiş en geniş tabanlı hareket, Movimiento de trabajadores rurales sin tierra (Topraksızlar) kurulalı 30 yıl, Zapatistalar Chiapas’ta NAFTA’ya (Kuzey Amerika Ülkeleri Serbest Ticaret Anlaşması) karşı “Ya basta!” diye haykıralı 20 yıl, Hugo Chaves Venezuela’da seçim zaferi kazanalı 15 yıl geride kalmışken, Güney Amerika halkları ve onların özgürlükçü bir proje kurma çabaları yeni bir dönüm noktasında gibi görünüyor. Sosyal, politik ve ekonomik bir evrenin peyderpey sonuna geliniyor, ama çizgisel ya da yekpare bir tükeniş değil bu. Göreceli ama somut gelişimiyle, güçlükleri ve belirgin sınırlılıklarıyla, bölgedeki çeşitli “ilerici” hükümetlerin tecrübeleri; ister ortanın solu, ister sosyal liberal ya da antiemperyalist olduğunu iddia eden radikal ulusalcı, Bolivarcı, Ando-Amazonyan, “halk” devrimleri ya da basit kurumsal gelişimler olsun; tüm bu politik süreçler büyük dâhili sorunlarla, güçlü bir (ulusal ve küresel) muhafazakâr geri tepmeyle ve sayısı pek de az olmayan, çözüme ulaşmamış stratejik açmazlarla karşı karşıya.
Şüphesiz sol kanat ya da anti-neoliberal partilerin ezici seçim başarıları elde ettiği ülkelerde –özellikle bu başarılar, yıllar süren toplumsal mücadelelerin (Bolivya’da olduğu gibi) ya da tabandan gelen ani bir politizasyon/mobilizasyon sonucu meydana geldiğinde (Venezuela’da olduğu gibi)– devletlerin düzenlemeleri yerli ekonomik kalkınmada ve –yeniden dağıtımla ilgili özel programlar ve yeni kamu hizmetlerinin kurumsallaştırılması vasıtasıyla– aşırı yoksulluğa karşı savaşta mesafe kat edilmiştir ki bu da özelleştirmeye, talana ve 90’ların neoliberal kapitalist kanunsuzluğunun şiddetine karşı gözle görülür bir değişimi ifade eder. Toplumsal kuvvet, iç piyasayı dengeleyen bir faktör olarak ortaya çıkmış; yeraltı zenginliklerinden sağlanan kârın bir kısmını yoksullara dağıtmış ve milyonların hayatını aniden etkileyen ve bugüne kadar süren –bazı örneklerde, iktidarda 10 yılı aşmış hükümetlerin oy oranını giderek daha da arttırdığı– toplumsal ve seçimsel bir kemikleşmeye sebep olmuştur. Çok uzun bir süreden sonra ilk kez çeşitli “neoliberalizm sonrası” hükümetler –başlıca Bolivya, Ekvador ve Venezuela olmak üzere– doğal kaynakların kontrolünün ele alınabileceğini, aşırı yoksulluğun ve toplumsal eşitsizliklerin geniş halk kitlelerinin politik katılımı ve reformlarla geriletilebileceğini göstermişlerdir. Ayrıca, jeopolitik düzlemde kıta halkları arasında alternatif entegrasyon ve işbirliği öngören inisiyatiflerle –ALBA-TCP (Amerika’mızın Halkları için Bolivarcı İttifak-Halkların Ticaret Anlaşması) gibi– Kuzey’in büyük güçlerinden, askeri emperyalizmden ve ulus aşırı şirketlerden ya da tek taraflı emirler yağdıran küresel finansal kurumlardan ulusal egemenlik alanının geri alınmasına yönelik çabalarla Bolivar hayali yeniden ortaya çıkmıştı.
Eski dünyanın ve Avrupa halklarının, Troyka’nın (IMF, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Merkez Bankası) finansal diktatörlüğü sonucu derin ekonomik, politik ve hatta ahlaki bir krizle karşı karşıya kaldığı bir dönemde, Latin Amerikalı liderlerin ve kitle hareketlerinin XXI. yüzyıl için alternatif sunabilecek başarılarını, tek taraflı dayatmalara karşı direnişlerini, “demokrasiyi demokratikleştirmelerini” ve hatta politikayı yeniden kurmalarını vurgulamak önemlidir. Yunanistan gibi bir ülke borç batağına batıp ve Avrupa’nın egemen güçlerine başkaldırmaya kalktığında; işçiler ve gençler özgürlükçü bir yol aradığında Latin Amerika’nın neoliberal kapitalizmle kurduğu travmatik ilişkiden ve ona karşı verdiği mücadeleden çıkarılacak pek çok ders vardır.
Bununla beraber asıl güçlük, teolog ve sosyolog Francois Houtart’ın da belirttiği üzere, –özellikle de değişim beklentilerinin yükseldiği ülkeler için– toplumun yeni bir kapitalizm sonrası paradigmaya doğru kökten dönüşümünün yollarının tanımı hususundadır hâlâ. Başka bir ifadeyle; neoliberalizm sonrası modernizasyon hedefine, refah odaklı kalkınmacılığa sıkışmak; ulusal gelişmişlik, bölgesel burjuvaziler ve yabancı sermaye arasından ara buluculuğa soyunmak yerine üretimin toplumsal ilişkilerinin ve mülkiyet biçimlerinin dönüşümü hedeflenmelidir. Şüphesiz ki göz korkutucu ve meşakkatli bir ödevdir bu.
Bu perspektiften bugünkü tarihi ana baktığımızda, canla başla mücadele edilerek kaydedilen demokratik ilerlemelere [1] rağmen yüzyılın başında neoliberal hegemonyaya karşı verilen mücadelenin içinden çıkan Latin Amerika ilericilerinin (progresismos) pek çok gerilimler ve sınırlılıklardan muzdarip olduğunu görürüz. Bir entelektüel ve aynı zamanda devlet adamı olan Álvaro García, bu gerilimleri (özellikle de devletler ve hareketler arasındakileri) –mevcut jeopolitik, politik ve toplumsal ilişkileri de hesaba katarak– “yaratıcı” ve “devrimci” potansiyele sahip, “komüniter sosyalizm”e [2] giden yolda elzem tecrübeler olarak sunmakta ve soldan gelen tüm eleştirileri de, tartışmaya pek de tenezzül etmeksizin, “çocukça” bularak hiçe saymaktadır.
Bu çerçeve içerisinde ulusal-kitlesel kuvvetlerin seçim zaferleri, 90’ların ve 2000’lerin plebyen kabarışının demokratik ve somut bir tezahürü olarak görünmekte; devlet de değer yasasının krallığı ve neoliberal tasfiye ile karşı karşıya olan, “sıradan insanların yönetimi”nin asli bir aygıtı olarak değerlendirilmektedir. Bu farklı –ama sıklıkla türdeş bir bütün olarak ele alınan– ilerici hükümetlerin savunucuları arasında Emir Sader ya da Şilili sosyolog Marta Harnecker gibi önde gelen entelektüellere rastlamak mümkündür. [3]
Devlet aygıtının ele geçirilişi ve solun, devlet aygıtının derin güçleri tarafından ele geçirilişi
Tabandaki pek çok militan, bazı hareketlerden ve değişik siyasetlerden eleştirel analistler (Ekvador’dan Alberto Acosta ve Natalia Sierra, Peru’dan Hugo Blanco, Venezuela’dan Edgardo Lander, Arjantin’den Maristella Svampa ve Meksika’dan Massimo Modenesi gibileri) ise ilericilerin (progresismos) ya da neoliberalizm sonrası ulusalcıların (Uruguay’dan Nikaragua’ya ve Arjantin’e [4]) devlet politikalarının “muhafazakâr” boyutu ve hatta bu politikaların –Gramsci’ye referansla– “pasif devrim” olduğu konusunda ısrarcılar. Bu durumun; politik uzamları, kamu politikalarını ve devletle toplum arasındaki ilişkiyi başkalaşıma uğratan “tepeden inme” bir değişim olduğunu ve kurumların oluşturduğu ağların kabarışının –etkin bir şekilde etkisizleştirilerek– sönümlenişini ve egemen sınıflarla ani bir hizalanmayı tertip ettiğini, kendiliğinden örgütlenme kapasitesini ve seferber olan halkın [5] kontrolünü azalttığını söylemekteler. Böyle bakıldığında devletin ele geçirilmesi; derin devlet, bürokrasi ve temsil ettiği sermaye çıkarları tarafından solun ele geçirilmesine; dünyayı değiştirmek için gücü ele geçirme stratejisinin ise solun güç tarafından ele geçirilmesine varmış ve yapılan tüm değişiklikler de dünya düzeninin değişmeden muhafaza edilebilmesi için yapılmış gibi gözükmektedir. Uruguaylı yazar Raul Zibechi:
“İlerici Latin Amerika döneminin sona erişiyle ilgili bir muhasebeye girişmek, konjonktürel ya da ikincil etmenlere takılmayıp geniş perspektifli bir tablo çizmek için uygun bir zaman gibi görünüyor. Aşikârdır ki bu dönemin sonu, geniş halk kesimleri ve sol için felaket anlamına gelmekte. Karşı karşıya gelmek durumunda olduğumuz baskıcı sağ kanat, bizde kaygı ve geleceğe dair belirsizlik hissi uyandırıyor.” [6]
Son birkaç haftada birçok kanaat yazısında –ki bunların bazıları halihazırda rebellion.org’da yayımlandı– ilerici dönemin sonunun gelip gelmediği, hatta böyle bir dönemin var olup olmadığı konusu tartışıldı. Tartışma öyle kutuplaştırıcı boyutlara ulaştı ki bazı yazarlar diğerlerini “imtiyazcılık”la ya da “kafeterya solculuğu”yla (bkz. García Linera) suçlarken, bazıları da diğerlerini artık ilerici değil gerici olan bölge hükümetlerine yandaşlık yapmakla itham ediyorlardı. Bu kör dövüşü, politik durumu açıklamak konusunda pek de faydalı olmuyor. “Değişim döneminin tersine dönüşü” [7] ya da karşıt görüşle “ilerici hegemonyanın sonunun tedrici olarak gelişi” [8] fikirleri, yapıcı bir tartışma başlatmak için daha uygun gibi görünüyor. Özellikle de bu olgunun bambaşka bölgesel-ülkesel koşullarda geliştiği düşünüldüğünde:
“Bu savrulma bazı ülkelerde (Arjantin, Brezilya ve Ekvador) diğerlerine (Venezuela, Bolivya, Uruguay) nazaran daha aşikârdır, çünkü ikinci gruptakilerde sıkı bir ilerici blok varlığını sürdürmektedir ve sol içinde derin yarıklar oluşmamıştır. Özellikle Venezuela, 2009’da komünlerin oluşmasıyla halk sınıflarının katılımının ivme kazandığı tek ülkedir” [9]
Mevcut dönemin tükenişinin, sapmanın ve geri çekilişin boyutu üzerine analiz edilen etkenlerin çeşitliliğine dikkat çekerek yapılan tartışmadan öte, ilerici hükümetlerin nihayetinde pek çok düzeyde hem küresel hem de içsel baskılara boyun eğerek –antikapitalist yönelimin gerektirdiği yapısal değişimlerden caymak için sıklıkla başvurulan bir yol olan– “modernleştirici gerçekçilik”e teslim oldukları ortaya çıkıyor. Bu dinamik, İşçi Partisi’nin bir militanı olan Brezilya devlet başkanı Dilma Roussef’in, eski ABD Dışişleri Bakanı ve bir savaş suçlusu olan Henry Kissinger ile –Dilma’nın, sivil toplumun muhalefeti ve devletteki yolsuzluk olaylarının yaygınlığıyla elini güçlendirmiş bir sağa karşı emperyalist politik destek aradığı sırada gerçekleşen– Temmuz 2015’teki buluşmasıyla sembolize edilebilir. Şüphesiz ki Latin Amerikalı yürütme erkinin bu tarz diplomatik jestlerde bulunmasının asıl amacı, kendi başat sektörlerini desteklemek ve Brezilya’daki işletmeler için güvence sağlamaktır. Başka bir açıdan; Ekvador’un AB ile imzaladığı gizli serbest ticaret anlaşması, bize “neoliberal karanlığın sonu” diskurunun sınırlılıklarını göstermekte. Bir yandan sağdan gelebilecek bir “yumuşak darbe” ihtimaliyle, diğer yandan da –sol her ne kadar zayıf olsa da– içeriden gelen bir toplumsal hareketle karşı karşıya olan bu hükümet –ki Marksist yazar Agustín Cueva devlet başkanlığı makamının sermayenin dengelenmesinde üstlendiği işlevsel bir role dikkat çeker– bugün “siyasal çıkmaz”a girmiş durumda:
“Kapitalistler arası yatay çatışmaların, egemen sınıflarla halk kesimleri arasındaki dikey çatışmalara katıldığı ve mevcut tahakküm biçimlerinin kaldıramayacağı bir yük oluşturduğu anlar, Ekvador’un tarihinde defalarca yaşanmıştır. Politikacılar daha kararlı tahakküm biçimleri ararken, istikrarsızlık hüküm sürmüş ve bir çıkmaza girilmiştir.” [10]
Daha genel olarak belirtmek gerekir ki –yegâne problem bu olmasa da– ilerici ülkelerin tamamında var olan sermaye birikiminin üretim modeli, –hepsinde farklı raddelerde de olsa– devlet kapitalizmine, yeni kalkınmacılığa ve –yerel halklara, işçilere ve ekosisteme hasar veren– madenciliğe dayanmakta. Bu yerel gerilim amansız bir küresel finansal bağlama, bileşik ve eşitsiz bir biçimde, eklemlenmiş durumda. Durumun merkezindeki gerçeklik şudur: Bölgeyi vuran ağır ekonomik kriz, ham madde fiyatlarının –özellikle de petrolün varil fiyatının 150 dolardan 50 doların altına– düşmesine sebep olmuş, böylelikle de önceki dönemin ekonomik atılımları akamete uğramış ve –emperyalist boyunduruğun yüzyıllar süren lanetli mirası olan– Latin Amerika’nın bağımlı, neo-kolonyal üretim matrisi bir kez daha gözler önüne serilmiştir. Bu gidişat, zamanla Kuzey’in ulus aşırı sermayelerinin ve Güney’in ekonomik devlerinin (Çin başta olmak üzere) tarım alanlarını, enerji kaynaklarını, mineralleri, suyu, biyolojik çeşitliliği ve iş gücünü giderek artan bir hızla ele geçirmesine tekabül eder. Bolivya ve Ekvador gibi bu tehlikeler hakkında politik farkındalığın yüksek olduğu ülkelerde hükümetler ve bu hükümetlerin siyasal destekçileri makul bir yönelimle, gerekli olan bir endüstriyel madencilik süreciyle ekonomik güçlenme taktiğini savunuyorlar. Bu “neoliberalizm sonrası geçişsel madencilik” diye adlandırabileceğimiz, gelişmek için pek az kaynağa sahip ülkelerin bir yandan toplumsal aciliyetler ve yoksullukla mücadele edip diğer yandan da birikim modellerini yavaş yavaş yenilerken kullanabileceği ilkel bir birikim modelidir. Ne var ki, Latin Amerika Sosyal Ekoloji Merkezi (CLAES) genel sekreteri, Eduardo Gudynas’a göre:
“Birkaç sebepten ötürü, böyle bir işleyiş söz konusu değildir: Öncelikle madencilikten elde edilen gelirler, yine madencilik sektörünü güçlendirmek, örneğin petrol rezervlerinin arttırılması ya da mineral madenciliğinin teşvik edilmesi için kullanılmaktadır. İkinci olarak, madenciliğin –hem sınaî hem de ziraî– üretici sektörlerin özerkliğini zayıflatan ekonomik yan etkileri vardır. Hükümetin böylesi deformasyonları önleyici tedbirler alması gerekir ki böyle bir şey söz konusu değildir. Tam tersine, tarım mahsullerinin ihraç edilmesi ve yiyecek ürünlerinin ithalatı teşvik edilmektedir. Üçüncü olarak da madencilik projeleri, yerellerde (yakın zamandaki örnekleri Yategrenda’da Guaranis, Ekvador’da Santa Cruz ve Yasuni ulusal parkı) öylesine sert toplumsal tepkilerle karşılanmıştır ki hükümetler, bu projeleri sert bir şekilde savunmak zorunda kalmıştır. Bu sebepten dolayı madencilik kültürü, toplumun geniş kesimlerine nüfuz etmiş ve ekonomik gelişim adına diğer seçenekler göz ardı edilmişitir.” [11]
Multi-sektörel halk ayaklanmaları
Aslında, belki de tarihsel olarak yeni bir sınıf mücadeleleri dönemini ilan eden Amerika’nın bağrından çıkan halk mücadeleleri ve hareketleri döneminin bu tahribat, geri çekilme ve sonucundaki sosyo-bölgesel direnişle doğrudan bağlantılı oluşu rastlantısal değil:
“Direniş madencilik ve monokültür, özellikle de soya üzerine odaklandığı kadar, kentsel alanın spekülasyon ile talanı ve çeşitli hammadde çıkarma şekillerine de odaklanıyor. Madencilik Anlaşmazlıkları İzleme Raporu’na göre, bölgede 296 topluluğu doğrudan etkileyen 197 aktif madencilik anlaşmazlığı bulunuyor. Peru ve Şili’nin her birinde 34 anlaşmazlık bulunurken, onları Brezilya, Meksika ve Arjantin izliyor.” [12]
Bu eğilim, daha önce son yıllarda ekonomik büyümeye dair ciddi şüpheler olarak anlatılan bağlamda, hala devam eden dünya kapitalizminin derin krizi ve kıtayı baştan aşağı saran devasa sosyal eşitsizliklerin ve bölgesel dengesizliklerin kalıcılığının sonucu olarak ortaya çıkıyor. Öte yandan, son 15 yılda farklı karizmatik ve ilerlemeci lidere kaptırılan alanı yeniden elde etmek için ilerlemeci hegemonyanın sonlanmasından yararlanmak isteyen oligarklar ile çeşitli işletmelerin ve sağ medyanın başlıca saldırılarının da altını çizmek gerekiyor. Muhafazakar ve neo-liberal sağ, siyasi düzlemde, şehirleri, bölgeleri ve Meksika ve Kolombiya gibi kilit önemdeki ülkeleri kontrol etmeye devam ederek, giderek Washington’dan daha bağımsız hale gelen yeni bir bölgesel entegrasyon sürecini ve son on yılda edinilen hakları düzenli olarak tehdit ediyor. Biliyoruz ki bu gerici güçler, eskiden olduğu gibi şimdi de, ABD’nin emperyalist gündeminin açık veya dolaylı desteği ile çok sayıda istikrarsızlaştırma biçimi, hatta (son on yıl içerisinde Paraguay, Honduras ve Venezuela’da olduğu gibi) darbeler düzenlemeye hazır.
Buna karşın, dipten yukarı, multi-sektörel olarak yerli halkın, öğrencilerin ve işçilerin protestoları da, “post-neoliberal” güçlerin hüküm sürdüğü ülkelerde gerçekleşen derin dönüşümlerin sınırlarını, neoliberal sağın hala hüküm sürdüğü yerlerde ise hiç olmadıklarını fark ederek; baskı, korkutma ve dayatmalara karşı çıkarak kendi gündemleri ve iddialarını sürdürüyor. Bu hareketler hangileri: Brezilya’nın başlıca şehirlerinde kentsel haklarını isteyen ve yozlaşmaya karşı çıkan gençlerin büyük ölçekli sokak hareketleri, Venezuela’da Bolivarcı projenin derin krizine ve muhalefete yönelik şiddete karşı çıkan halk hareketinin yeniden örgütlenmesi, Peru’da (Conga projesi gibi) mega-maden şirketlerine karşı köylü ve yerli halk mücadeleleri, Şili’de Pinochet diktatörlüğünün lanetli mirasına karşı çıkan Mapuçelerin, çalışanların ve işçilerin eylemleri, Bolivya’da Evo Morales’in “modernizasyon” politikasına karşı çıkan yerli halk hareketi ve Bolivya İşçi Merkezi sendikası, Ekvador’da Başkan Correa’nın Yasuni petrol projesini iptal edişi ve Ekvador Yerli Uluslar Konfederasyonu (Confederación de Nacionalidades Indígenas del Ecuador – CONAIE) ve örgütlü sivil toplumun önemli katmanlarının idareyle cepheleşmeleri, Kolombiya’da sosyal dönüşüm, ekonomi ve toprak reformuna ilişkin gerçek bir barış arayışı ve daha niceleri…
Durum oldukça gergin ve sallantılı. Ancak, her şeye rağmen, Marx’ın anladığı anlamda “tarihin ihtiyar köstebeği” kazmaya hala devam ederken, bir hayli çeşitli sosyal mücadele, sınıf mücadelesi ve siyasi tartışma deneyimleri de, halkın gücünün çeşitli şekillerde harekete geçmesi, radikal alternatifler ve inşa halindeki ütopyalar eşliğinde görünür bir halde bulunuyor. [13] Eleştiri getiren bazı entelektüeller bir an için Latin Amerika’nın –yahut daha doğru bir deyişle Abya Yala’nın- “sola dönmüş” bir hükümet ve demokratik seçim zaferleriyle “21. yüzyıl sosyalizminin” yeni El Dorado’su olabileceğine inanırsa, özgürleşmeye giden yolların oldukça karmaşık ve dolambaçlı olduğunu, Latin Amerika’nın ve emperyal oligarkların güç araçlarının (ordu, medya, ekonomi) ne kadar güçlü, esnek, köklü ve gerektiğinde ne kadar gaddar olabildiğini biliyoruz. Sosyal üretim ilişkilerinin dönüştürülmesi ve Amerika’mız toplumlarındaki “ırk” ve cinsiyet hegemonyalarının yıkımı hiç şüphesiz aşağıdan ve soldan, sınıf otonomisi ve bağımsızlığından başlayacaktır. Ancak unutmamalı ki, asla gücü ele geçirmeden hayali bir değişimle değil, siyasi bir düzlemde olacaktır bu.
21. yüzyılın Ecosocialismo nuestroamericano’su
Şunu kabul etmek gerek ki, halkın gücünün kolektif şekilde harekete geçirilme çabaları, kısmi seçim kazanımlarına dayanmaya devam etmeli veya devlet içerisindeki destekleri ve kurumsal alanları ele geçirmenin önemini dikkate alabilmelidir. Ancak bu yalnız ve yalnızca böylesi yeni kamu politikalarının gelişiminin “komünlerin” hizmetine yönlendirilmesi ile mümkündür. Devleti, devasa düşman güçlerini bir süreliğine dışta bırakmak üzere (kapitalist) devleti bitirmek için kullanabilir miyiz? Yoksa, Marx’ın da dediği gibi, devlet özü gereği dominant olanın yaratımıdır ve bizler, devletin aklımızı, ruhumuzu ve eylemlerimizi kolonize etme riskini almaksızın onu bir araç olarak kullanamaz mıyız?
Açık olarak görülüyor ki idarenin kontrolü “yalnızca” kısmi bir gücün fethidir. Hatta, ortada parlamenter bir çoğunluk ve harekete geçmiş sosyal bir taban yoksa çok daha sınırlıdır. Bu konuda Şili’den aldığımız dersleri, Salvador Allende’nin ve Halk Birliği’nin sosyalizme giden kurumsal yolunun 1973’te nasıl yenilgiye uğratıldığını hatırlayalım. İşte bu nedenle sol kanatta yer alan halkçı bir hükümet [14], reel güçlenmenin dinamiklerini, sosyal üretim ilişkilerinin dönüşümünü, öz yönetimin inşasını ve “iyi yaşama”ya giden özgürleştirici yolları gözeterek, kendisini örgütleyen işçi mücadeleleri ve halk hareketleri için bir kaldıraç ve teşvik edici rolü oynadığında kendi gerçek alternatif karakterini ortaya koyar. Buna karşın, solun siyasi güçleri mevcut düzeni idare etmeye mahkûm durumdadır. Hatta istikrarsızlık zamanlarında, Leviathan’ı devam ettirmek için, tahakkümü az çok “ilerlemeci” bir şekilde yöneterek, yerel elitlerle az çok anlaşmazlığa düşerek Bonapartist bir şekilde sosyal sınıfların üzerine çıkmaya mahkum durumdalar.
Bu şüphelerin mevcut tehlikeleri ve fırsatları ortaya koyduğu aşikar. Aynı zamanda eskiyi unutmadan yeninin ne olduğunu konuşmanın, 21. yüzyılın “ecosocialimo nuestroamericano”su olarak adlandırmayı önerdiğimiz anti-kapitalist stratejileri tartışmanın vaktidir: bu proje tamamen yenidir; uzağı görmekten aciz seçim taktikleri, Caudilloların kavgaları ve bürokratik araçlarına yenilgiyi reddeder; bununla birlikte ortak siyasi bir proje, merkezileşmiş bir asgari müşterek olmaksızın sosyal özerkliklerin ekseriyetinin inşası yanılsamasını da kabul etmez. Bu proje ile, çoğunlukla ortak medya radarının altında ve üstünde yer alan, şüphesiz ki hala dağınık veya çok az bağlantılı, buna karşın kendi hata ve başarılarından, reel ve somut olandan, sürekli olarak dönüşüm halinde olan dev mücadele nehrini oluşturan hareket halindeki bu kolektif deneyimlere gözlerimizi, duyularımızı, kalplerimizi açmamız lazım. Çünkü bu deneyimler, dinamik özgürleşmeyi, gerçek kolektif atılımları ve yüzleştikleri yahut alt ettikleri tehlikeleri anlamamıza imkan tanıyor.
İdeal bir başarılı isyan girişimini elbette işaret edemeyiz, bunun yerine elimizde bir praksis-bilgi-aksiyon mozaiği bulunuyor: bazı isyanlar bölgesel seviyede ve tarım odaklı, bazıları üretim odaklı ve fabrika işgalleri şeklinde, bazıları mahalli düzeyde, bazıları ise devlet ve kurumsal politikalar kaynaklı olmakla birlikte başkalarınca kullanılan uygulamalara karşı, kadınların ataerkil şiddet karşıtı mücadeleleri, çeşitli ülkelerdeki evsizlerin, yerli halkın, işçi sınıfının mücadeleleri gibi. Kolombiya’daki tarımsal-ekolojik alternatif örneği, Ekvador’da “iyi yaşama” talepleri, Venezuela’da komün konseyleri, Arjantin’de patronsuz fabrikalar, Brezilya ve Şili’de toplum medyası, Peru ve Meksika’daki toplum devriyeleri bunlara örnek verilebilir.
“Yerel örgüt inisiyatiflerinin halkın gücünü alarak uygulaması, ulusal ve uluslar-üstü rejim tarafından alınan kararların şiddetli sokak protestoları ile reddi, bir yandan da ütopyayı yeniden kurmaya yetkin kurucu meclisler, devletler düzeyinde siyasi olan damarların kurtarılması; özgürleştirmeye giden yollar tek sesli olmaktan uzak. Deneyim olarak bunlar deneme, tereddüt ve evrişimdirler. Ama bir yandan da zaferdirler. Karmaşık, bazen çelişkili, ama derin ve özgün. Bu deneyimler, toplumları yeniden kurma ve siyaset yapma şeklini yeniden kurma görevine katkıda bulunanlar, bölgedeki ülkelerin yurttaşları olarak hareket eden veya direniş ve özgürleşmenin meşakkatli yolunu seçen diğer alanlardaki kadın ve erkekler için bir kaynak teşkil ediyor.” [15]
Seslerin ve örneklerin bu çoğulluğu kıtanın damarlarında zaten akan bir tartışmaya geri dönmemizi sağlıyor; Güney Amerika’da sağ kanadın ve emperyalizmin geri dönüşü tehditlerine karşı koymak için sosyo-politik cepheler yaratmak için vazgeçilmez olduğu varsayımıyla ilerlemeci hükümet projelerinin ötesini düşünmemize olanak veriyor. Hepsinin ötesinde, bizi akıntıya karşı, “temaşaya dayalı, kurumsal, idari bir sola, kariyerist yetkililer ve memurlardan oluşan bir sola, başkaldırısız, mistisizmin olmadığı bir sola, solsuz bir sola”[16] karşı düşünmeye zorluyor. Bizi, ekolojik ve iklimsel bir çöküşün eşiğindeki hırpalanmış bir gezegenin küresel aciliyetini hatırlatarak kendi kalkınmacılığımız ve teleolojik mitlerimiz üzerine kritik olarak düşünmeye zorluyor. Elbette ki burada dünyayı nasıl değiştireceğimize dair kısaca bahsettiğimiz bu çeşitli deneyimler birbiriyle çelişiyor, birbirinden ayrılıyor: bazıları yalıtılmış, oldukça yerel ve diğer bazıları aksine kurumsallaşmış ve devlete bağımlı. Zaten 20. yüzyılın başlıca stratejik tartışmalarını yeniden ele almanın yararı da burada, ama şimdiki zamandan başlayarak ve acı dolu geçmiş yenilgilerin bilançosunu önümüze koyarak: 21. yüzyılda post-kapitalist ve eko-sosyalist bir dönüşümü nasıl gerçekleştirebiliriz? Bu geçişte siyasi parti araçlarının ve hareketlerin rolü ne olacak? Silahlı kuvvetlerin, parlamenter sistemin ve sendikaların rolü ne? Onları yok mu edeceğiz, kullanacak mıyız, dönüştürecek miyiz, engelleyecek miyiz, bölecek miyiz… yine de her durumda: Nasıl? Ve hangi yolla bir hiss-i müştereği, kültürel üstünlüğü ve halktan doğru ve halk için anti-kapitalist bir solu yeniden nasıl inşa edeceğiz? Kendi içine kapalı küçük gruplar hakkında yanılsamalar üretmekten, bir yandan da 21. yüzyılın devlet merkezli bürokratik korkusunu nasıl engelleyeceğiz?
Muhterem Rosa Luxemburg 1915’te şöyle demişti, “ya sosyalizme ilerleyeceğiz, ya da barbarlığa geri döneceğiz”. 2015 yılına geldiğimizde Rosa’nın sözleri her zamankinden daha feci ve ikaz edici bir anlam taşıyor: “eko-sosyalizm yahut küresel eko-ölüm”. Şüphesiz ki, sermayenin, ücretli emeğin, neo-kolonyalizmin ve patriyarkanın duvarlarını “yeni olanın cesareti” ile yıkabileceğiz.
“Dünyayı değiştirmek kulağa oldukça tutkulu geliyor. Dahası, kapitalist medeniyeti ortadan kaldırmanıza asla izin vermeyecek güç odakları düşünüldüğünde bir hayli riskli de. Ama mevcut koşullar altında başka seçenek yok. Geniş halk kitlelerinin yaşama koşulları ağırlaşırken ve toprağın kendisi hızla çözülüyor. Dönüşü olmayan noktaya yaklaşıyoruz. Gezegen değiştirme şansımız da yok (…) Bu iddiaya girmek zorundayız. Güce karşı isyankar olmalıyız (hatta belki de onun imhasını istemeliyiz). Doğada insan olarak sınırlarımızı kabul etmek zorundayız. Sömürünün her biçiminden nefret etmek zorundayız. Haksızlıklara ve bu haksızlıkları yapanlara karşı çıkmalıyız. Vazgeçmemeliyiz. İmkânsızı istemeye ve inşa etmeye devam etmek zorundayız.” [17]
Görev çoktan başladı; bizim nimetimiz adeta, bugün ve yarın.
10 Aralık 2015
Dipnotlar
[1] Çok uluslu devletlerin inşası, az veya çok kurumsallaşmış sosyal hakların yerleştirilmesi, kurucu meclislerin ve toplumsal katılım alanlarının yaratılması gibi.
[2] Alvaro Garcia Linera, “Las tensiones creativas de la Revolucion”, La Paz, 20011.
[3] Emir Sader, “¿El final de un ciclo (que no existió)?”, Sayfa 12, Buenos Aires, 17 Eylül 2015 ve Marta Harnecker, “Los movimientos sociales y sus nuevos roles frente a los gobiernos progresistas”, Rebelión, 9 Temmuz 2015.
[4] Not düşmek gerekir ki, Michelle Bachelet’nin bugünkü Şili hükümeti, ülkeyi 1990-2010 yılları arasında idare eden neoliberal hükümetlerin “reformist” bir devamı olması bakımından bu kategorinin açıkça dışında kalıyor.
[5] Modenesi, Massimo, “Revoluciones pasivas en América Latina. Una aproximación gramsciana a la caracterización de los gobiernos progresistas de inicio de siglo”. In: Modenesi, Massimo (coord.), Horizontes gramscianos. Estudios en torno al pensamiento de Antonio Gramsci, México, FCPyS-UNAM, 2013.
[6] Zibechi, Raul, “Hacer balance del progresismo”, Latin American Summary, 4 Ağustos 2015.
[7] Katu Akornada, “¿Fin del ciclo progresista o reflujo del cambio de época en América Latina? 7 tesis para el debate”, Rebelión, 8 Eylül 2015.
[8] Massimo Modenesi, “¿Fin del ciclo o fin de la hegemonía progresista en América Latina?”, La Jornada, 27 Eylül 2015.
[9] Massimo Modenesi, op. cit.
[10] Jeffery R. Webber, “Ecuador en el impasse político”, Viento Sur, 20 Eylül 2015.
[11] Ricardo Aguilar Agramont, “Entrevista a Eduardo Gudynas: La derecha y la izquierda no entienden a la naturaleza”, La Razón, 23 Ağustos 2015.
[12] Zibechi, Raul, “Hacia un nuevo ciclo de luchas en América Latina”, Gara, 3 Kasım 2013.
[13] Pablo Seguel, “América Latina actual. Geopolitica imperial, progresismos gubernamentales y estrategias de poder popular constituyente. Conversación con Franck Gaudichaud”. In: GESP (coord), Movimientos sociales y poder popular en Chile, Tiempo robado editoras, Santiago, 2015, sf. 237-278.
[14] Bkz. Marta Harnecker, op. cit.
[15] Tamia Vercoutère, prologue to the Ecuadorian edition of the book América Latina. Emancipaciones en construcción, Quitogo, IEAN, 2013.
[16] Pablo Rojas Robledo, “Hay que sembrarse en las experiencias del pueblo”. Fin de ciclo, progresismo e izquierda. Entrevista con Miguel Mazzeo”, Contrahegemonía, Eylül 2015.
[17] Miriam Lang, Belén Cevallos ve Claudia López (comp.), La osadía de lo nuevo. Alternativas de política económica, Quito, Fundación Rosa Luxemburg/Abya-Yala, 2015, sf. 191-192.
(Bu yazı Yeniyol’un Ocak-Şubat 2016 tarihli 17. sayısında yayınlanmıştır)