Emre Tansu Keten –
ÖDP’nin çağrıcısı olduğu ve birkaç siyasi çevrenin destek verdiği Birleşik Muhalefet Hareketi toplantılarının bileşenleri, bir dizi buluşmanın ardından, daha geniş bir toplamı tartışmaların içerisine dahil etmek amacıyla, BMH’den bağımsız olacak şekilde, Ankara’da bir toplantı çağrısı yapmıştı. İlki 30 Ağustos, sonuncusu ise 19 ekim tarihinde ODTÜ’nün Vişnelik tesislerinde yapılan bu toplantılar sonucunda bir açıklama metni yayımlanarak, belli başlı siyasi talepler noktasında ortaklaşıldığı, bundan böyle yola Birleşik Haziran Hareketi (BHH) ismiyle yola devam edileceği duyuruldu ve herkes bu hareketi “kurmaya” davet edildi. “Eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik, kamucu, dayanışmacı, laik, bağımsız, toplumcu bir cumhuriyet ve ülke için; gericiliğe, faşizme, emperyalizme, piyasacı yağma düzenine ve bunları temsil eden AKP rejimine karşı birlikte yola çıkıyoruz” şeklinde başlayan açıklamada, ülkenin “faşist” ve dinci/mezhepçi zorbalığa sürüklenmesi, emekçilerin insanlık dışı koşullarda çalıştırılması ve iş cinayetleriyle katledilmesi, piyasacı talan ekonomisinin ülkeyi esir alması, dinin siyasal yaşamı belirlemesine karşılık laikliğin savunulması, emperyalizmin Ortadoğu’daki varlığına karşı direnilmesi, Kürt sorununun barış ve eşit yurttaşlık temelinde çözülmesi, doğanın ve kentlerin yağmalanmasına karşı mücadele edilmesi, kadın cinayetlerinin durdurulması ve kadın mücadelesinin yükseltilmesi gibi mücadele başlıklarının ortak yürüyüşün doğrultusunu belirleyeceği vurgulandı.
Gerek bu açıklamada, gerekse bileşenlerin bireysel açıklamalarında, BHH’nin, örgütleri bünyesinde toplayan bir platform olmadığı, aksine katılımın ve temsilin birey temelli olarak kurgulanmış olduğu ön plana çıkarıldı. Birkaç siyasi yapının kafa kafaya vererek buldukları “doğru”ya diğer siyasi yapıları davet etmesinden ziyade ortak doğruyu bulmak amacıyla herkesin davet edildiği bir çağrı olarak nitelenebilecek BHH’nin bir inşa süreci olduğu da bu süreçte sıklıkla dillendirildi. Hareket, örgütlenme yöntemi olarak; sokak, mahalle, okul gibi yerel alanlarda oluşturulacak forumlardan meclislerin meydana getirilmesi ve bu meclislerden seçilen delegelerin ise, hareketin merkezi yönetimini oluşturacak Türkiye Meclisi’ni belirlemesi şeklinde özetlenebilecek, tabandan tavana doğru oluşturulan ve taban demokrasisinin temel alındığı bir modeli benimsedi.
Şüphesiz, hem Birleşik Muhalefet Toplantıları, hem de Vişnelik Toplantıları, Gezi İsyanı’nın solun önüne koyduğu bir sorunun cevaplanması çabasını ifade etmekte, bu anlamıyla da geçmişteki bir dizi “sol birlik” projesinden ayrı bir yerde durmaktadır. En basit şekliyle söylemek gerekirse, Gezi İsyanı, kendi örgütlerine/bürolarına çekilmiş şekilde, kendi kitlelerine, kendi “siyasetlerini yapan” sosyalist örgütleri sarsmış, böylesi önemli gündemlere tek başlarına müdahale edemeyecekleri gerçeğini kabul ettirmiş, bağımsız bir sosyalist politikanın yokluğunun yol açtığı olumsuzlukları görmelerini sağlamış ve önlerine “bağımsız bir sosyalist politika nasıl inşa edilir?” sorusunu koymuştur. Gezi sonrası ortaya çıkan örgütsel bölünmeler ile irili ufaklı birleşme çabaları ve kısa bir dönem zenginleşen teorik tartışmalar bu arayışın bir yansımasıdır. BHH’yi, daha önceki yan yana gelişlerden ayıran da dönemin bu özelliğidir. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çökmesinin ardından ideolojik bir yenilgi ortamına giren solun örgütsel düzeyde birleşerek oluşturduğu (anlamlı bir bireysel katılımı da kışkırtabilen) ÖDP deneyimi de, 12 Eylül 2010 referandumunda hayır cephesinde toplanan siyasi çevrelerin ortaklaşma çabaları da, yöntem ve içerik olarak Birleşik Haziran Hareketi’nden oldukça farklıdır. Gezi İsyanı’nın, 2007’den itibaren solu esir alan liberal ve ulusalcı yaklaşımlar arasındaki çatışmayı ikincil bir konuma atarak, kartları yeniden kardığı, cepheleri yeniden şekillendirdiği söylenebilir.
BHH’nin kuruluş çağrı metni, programatik tartışmalardan uzaklığı ve Türkiye işçi sınıfı ve ezilenlerinin acil taleplerini ortak mücadele başlıkları olarak belirlemesi nedeniyle isabetli bir metindir. Bu tarz cephe/birlik girişimlerinin ömrünü en fazla kısaltan etmenin uzun programatik tartışmalar, sonu gelmez teorik referanslar ve herkesin kendi önceliğini toplama dayatma inadı olduğu iyi bilinmektedir. Cephe/birlik, solun “değişiklik olsun” diye girdiği bir yol değil, siyasi gündemin kendisine dayattığı bir zorunluluktur. Bu anlamda, cephe/birliğe katılan herkesin kendi mevzilerinden tavizler vermesi kadar doğal bir şey olamaz. Herkesin ortaklaşabileceği geniş bir programatik metin var olsaydı, bütün bu örgütlerin ayrı örgütler olarak siyaset yapmasının koşulları ortadan kalkardı. Cephe/birlik tartışmalarına kendi teorik rezervlerini önceleyerek yaklaşanların bu denklem üzerinde düşünmeleri gerektiği kanısındayız.
BHH’e yönelik eleştiriler ve olası tehlikeler
BHH’nin şimdiye kadar saydığımız olumlu tarafları, bu girişimin bir takım eksikler ve tehlikeler barındırmadığı anlamına gelmemektedir. Kuşkusuz bu süreçte girişime yönelik yapılan bazı eleştirilerin anlamı vardır. Örneğin, Vişnelik Toplantıları’nın ilk ikisine katılan Halkevleri, toplantılardan çekilmelerinin ardından yaptıkları açıklamada, bu girişimin bir sandık birlikteliği anlamına geldiğini söylemektedir. Bu bize göre de, BHH’nin önündeki büyük tehlikelerden bir tanesidir. Defalarca kanıtlandığı üzere Recep Tayyip Erdoğan sandıkta yenilmesi zor, seçim çalışmalarında başarılı bir burjuva politikacısıdır. Gezi İsyanı’nın ardından sokaklardan çekilen kitleleri seçimlere odaklamayı başarmış, iki seçimden de, kaybettiği ideolojik gücünü ve meşruiyetini sağlamlaştırarak çıkmıştır. Erdoğan, siyasi yaşamı boyunca karşısına çıkan en güçlü sokak muhalefetini, kendi ringine çekerek mağlup etme taktiğini izlemiş, rakipleri de bu davete icabet etmiştir. Bu nedenle BHH solun seçim birliği olmak yerine sokak muhalefetinin direniş merkezi gibi bir misyonu üstlenmelidir. (Halkevleri’nin metninin bütününe bakıldığında, temel çekilme gerekçesinin bu eleştiri olmadığı, kökü geçmişe dayanan örgütsel anlaşmazlıkların ön planda olduğu görülecektir.)
BHH’e yönelik yapılan diğer bir eleştiri, bu girişimin HDP’ye bir alternatif olarak ön plana çıktığı, Kürt Ulusal Hareketi’yle sosyalistler arasındaki dayanışmanın bertaraf edilmesini amaçladığı yönündedir (bazı uçuk yorumlar BHH’i HDP karşısında sosyal-şovenlerin birliği olarak tanımlamakta). Bu yoruma, Komünist Parti’nin Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı ilkesini kabul etmemesinin ve Kobanê’ye yönelik ABD yardımlarının ardından Aydemir Güler tarafından kaleme alınan bir yazıda Kürt Hareketi’nin ağır bir dille eleştirilmesinin yol açtığı ortadadır. Bu açıdan bakıldığında, birincisi, KP sadece üyeleriyle bu girişime katılan bir siyasi çevredir, BHH’in tamamını temsil etmez, ikincisi ise yukarıda aktardığımız gibi birlik/cephe yönteminin doğası bu eleştirileri boşa düşürmektedir. Kendisini anti-kapitalist ve anti-faşist olarak niteleyen böylesi bir birlik hareketinin Kürt halkının mücadelesine destek olmaması düşünülemez (BHH’nin bileşenlerinin çoğunluğunun Kobanê eylem sürecinde sokaklarda Kürt halkını yalnız bırakmadığı da unutulmamalıdır). Kürt hareketinin asıl ihtiyacı olan, onun arkasında sıralanan sosyalist örgütler değil, gerçekten ittifak yapabileceği bağımsız bir sosyalist güçtür. Bağımsız sosyalist hareket ise ancak bunu kurma iddiasında olanlarca var edilebilir.
Son olarak, BHH’nin yönelişi hakkında kendi uyarılarımızı da yapmalıyız. Bunların ilki çağrı metninin ve toplamın çoğunluğunu oluşturan siyasetlerin paylaştığı bir kavramın hatalı olarak kullanılmasıdır. “AKP faşizmi”, “İslami Faşizm” gibi rejim tanımlamaları içerisinde geçen faşizm, bilimsel ve siyasi olarak rejimi tam anlamıyla karşılamamaktadır. Faşizmin en derinlikli politik analizlerinden birine imza atan Troçki, faşizmi küçük burjuvazinin kitlesel seferberliğine dayanan bir hareket olarak tanımlar. Troçki’ye göre, yükselen bir işçi sınıfı hareketinin olduğu bir dönemde, üstelik ekonomik kriz nedeniyle yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği bir ortamda, yönetici sınıflar için, kendisine de kısmen zarar verebilecek otoriter bir hareket, işçi sınıfının iktidarı almasından daha iyidir. Bu nedenle faşizm yönetici sınıflar için bir imdat frenidir, denebilir. Faşist örgütlenme, hoşnutsuz küçük burjuvazinin örgütlü hareketidir. Maddi koşulları kötüleşen bir Alman esnafı için en kolay düşman Yahudi esnaf ve patronlardır. Onun en kolay motive olabileceği alan ise ırkının “üstün” özellikleridir. Bu gerçeklerden yola çıkan faşist örgüt, kitlelere ırk olarak yönetimsel anlamda daha üstün duruma gelmeyi, patronlara ise işçi sınıfını yok etmeyi vaat eder. Bütün sendikaların kapatıldığı, devrimcilerin siyaset olanaklarının yok edildiği ve “zararlıların” imha edilmeye başlandığı faşist düzen ile ne kadar baskıcı olursa olsun Türkiye’nin şimdiki düzeni arasındaki farkları görmezden gelmek, kimseyi daha devrimci yapmayacağı gibi esasında derin bir yanılsamanın ürünüdür. Propagandif olarak faşizmi kullanmakta beis olmayabilir. AKP rejiminin giderek otoriterlik düzeyini artırdığı, kurumsal demokratik çerçeveyi her gün daha da çok tahrip ettiği doğrudur. Fakat bir rejim tanımlamasını salt siyasal baskıların düzeyi üzerinden yapmanın marksist analizle pek ilgisi olmadığı kanısındayız. Hatta tabiri caizse bunun liberal bir perspektifle yakınlık arz ettiğini de söylemek mümkün. Tek parti döneminden Demokrat Parti evresine, MC hükümetlerinden 12 Eylül rejimine, doksanların Türkiye’sinden AKP devrine, tüm bu dönemleri faşist ilan edeceksek, faşizm kavramının kendisi açıklayıcı bir araç olmaktan çıkıyor gibi… Dolayısıyla baskı, şiddet, güvenlik aygıtının gelişkinliği gibi meselelerin yanı sıra sermaye birikim rejimi, sınıfların mevzilenmesi, işçi hareketinin örgütlülük ve bilinç düzeyi, hegemonya stratejileri gibi marksist analizin temel etmenlerini dahil etmeyen bir rejim tanımlaması bir miktar havada kalmakta. Burada islami-faşizm denilen şeyin ne olduğu üzerinde durmuyoruz, çünkü bilmiyoruz. Fakat islami referanslara dayalı bir baskı rejimi söz konusuysa, Suudi Arabistan’ı herhalde bu rejim biçiminin piri olarak anmak gerekir, ki bu durumda monarşi ne, faşizm ne gibi sorulara cevap vermek gerekir…
BHH metnindeki diğer bir tehlike laiklik ve dinselleşme vurgusunun haddinden çok yapılmasıdır. Şüphesiz, dinsel tahakküm en başta işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesini hedef almakta ve AKP eliyle Türkiye’de günden güne palazlanmaktadır. Ancak Türkiye’de AKP’nin bu denli başarılı olmasının en temel nedeninin muhalifleriyle arasındaki mücadeleyi kültürel alanda kıstırması olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Dindar-laik, şehirli-köylü, modern-gerici, çapulcu-millet ayrımı işçi sınıfını ve ezilenleri kültürel anlamda bölmekte, karşı karşıya getirmektedir. Bunun reçetesi bu kültürel ayrımlar üzerinden bir politika üretmek değil, ayrımı sınıfsal olarak derinleştirmektir. İçlerinde İslami ilkelere derinden bağlı olanların da bulunduğu Ülker işçilerinin Hak-İş’ten DİSK’e geçtikleri için işlerinden atılmaları ve fabrika önünde direnişe geçmeleri bize sınıf mücadelesinin birleştirici yönünü çok iyi göstermektedir.
Haydi o zaman!
“Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” Gezi İsyanı’nın ardından herkesin dilinde bu cümle ve hayalinde başka bir Türkiye’nin, hatta dünyanın tasavvuru vardı. Hayatını bu mücadeleye adamış insanları bile şaşırtan, 7’den 70’e herkesin ezberini bozan bu “büyülü an”ın bir nostalji malzemesi olarak kalmaması için, başladığımız sözü bitirmek için görev başına. Bağımsız bir anti-kapitalist siyaset, hesap sorabilen bir işçi sınıfı hareketi, güçlü bir kadın mücadelesi, Kürt halkıyla dayanışmanın yükselmesi ve ekolojik yıkıma karşı etkili bir direniş için görev başına.
(Bu yazı Yeniyol’un 11. sayısında yayınlanmıştır)
1 Comment