D. A. Özdoğan –

 

Kısaca “iç güvenlik paketi/reformu” olarak anılan, haber sitelerine göre tam adı “Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu, Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanunu, Nüfus Hizmetleri Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” olan 43 maddelik paket geçtiğimiz günlerde İçişleri alt komisyonunda kabul edildi. Başbakan Davutoğlu da aralık ayının son günlerinde katıldığı bir canlı yayında paketin kendisine yönelik hiçbir pazarlığı kabul etmeyeceklerini, “reform paketinin” ocak ayı içerisinde yasalaşacağını belirtti. Peki açıklandığı andan itibaren toplumsal muhalefetin tüm katmanlarında ve meclis içinde itiraz gören bu paket nedir, ne amaçlanmaktadır özetle bunları değerlendirelim.
 
Öncelikle pakette yer alan değişikliklerin 3 ana hattan oluştuğunu söyleyebiliriz. İlk hat kolluk kuvvetlerinin müdahale kapasitelerini artırmaya yönelik düzenlemeler içermektedir. Paketin ikinci önemli hattı ise iç güvenliğin tesisinde mülki amirlerin ağırlığının artırılması ve polis/jandarma birimlerinin teşkilat yapısındaki değişikliklerdir. Paketin üçüncü kısmı ise tasarının tam adında da yer alan nüfus hizmetlerine yönelik değişikliklerdir. Hiç şüphe yok ki itirazlar pakette öne çıkan ilk iki noktaya yoğunlaşmaktadır. Kamuoyunu ekim ayından beri meşgul eden bir mesele olduğu için 43 madde üzerine tek tek teferruatlı yapmak yerine yukarıdaki bölümlemeyi esas alan değerlendirmelerle yetineceğim.
 
İç güvenlik paketi açıklandığından beri sosyalist sol ve toplumsal muhalafetin tüm unsurlarının, ve hatta anaakım medyanın üzerinde durduğu yegane husus yukarıda birinci nokta olarak işaret ettiğimiz kolluğun yetkilerine yönelik değişikliklerdi. Bu hususa dair pakette iki değişiklik göze çarpıyor: İlki polisin durdurma, arama ve gözaltına alma yetkilerinin genişletilmesi, diğeri ise gösterilerde yüz kapamanın, molotof, havai fişek, bilye ve sapan gibi nesneleri bulundurmanın ateşli silah tehdidi olarak kabul edilip polisin ateşli silahla karşılık verebilmesinin önünün açılması. Buna göre artık “el ile dıştan kontrol hariç kişinin üstü ve eşyası ile aracının dışarıdan bakıldığında içerisi görünmeyen bölümlerinin aranması (…) kolluk amirinin yazılı, acele hallerde sonradan yazıyla teyit edilmek üzere sözlü emriyle” yapılabilecek, “suçüstü halleriyle sınırlı olmak kaydıyla (…) kolluk amirleri tarafından yirmi dört saate kadar, şiddet olaylarının yaygınlaşarak kamu düzeninin ciddi şekilde bozulmasına yol açabilecek toplumsal olaylar sırasında ve toplu olarak işlenen suçlarda kırk sekiz saate kadar gözaltına alınma kararı” verilebilecektir. Aynı zamanda hükümetin sokak eylemlerine yönelik sıklıkla dile getirdiği havai fişek, molotof, taş, sopa, demir bilye ve sapan gibi araçlar ateşli silahlar kapsamına alınmış ve gösterilere bu gibi araçları bulundurarak veya “kimliklerini gizlemek amacıyla yüzlerini tamamen veya kısmen bez vesair unsurlarla örterek katılanlar” için “iki yıl altı aydan dört yıla kadar”, “yasadışı örgüt ve topluluklara ait amblem ve işaret taşıyarak veya bu işaret ve amblemleri üzerinde bulunduran üniformayı andırır giysiler giyerek katılanlar ile kanunların suç saydığı nitelik taşıyan afiş, pankart, döviz, resim, levha, araç ve gereçler taşıyarak veya bu nitelikte sloganlar söyleyerek veya ses cihazları ile yayınlayarak katılanlar altı aydan üç yıla kadar” hapis cezası öngörülmüştür. Ayrıca kamuoyunda sıkça dillendirilen hususlardan biri de iç güvenlik paketinin “kardeşi” olan yargı paketinde “kuvvetli şüphenin” yerini “makul şüphenin” alması ve bu hususta kolluğun yetkilerini nasıl etkileyeceği idi. “Makul şüphe” kavramı iç güvenlik aygıtlarının kuruluş tarihlerine içkindir ve gerek sistem karşıtı hareketler, gerek sınıf/mekan sınır ihlallerinde bulunan bireyler nezdinde önleyici/sönümleyici baskınlar, kontroller, gözaltılar şeklinde mevcut düzende de tezahür etmektedir. Bu bağlamda dikkat edilmesi gereken bu durumun sivil toplumun idare edilmesi pratiği olarak normlaştırılmasıdır.
 
Tasarının gerekçe kısmında bu değişiklikler son zamandaki “toplumsal olayların terör örgütlerinin propagandasına dönüşmesi, (…) kamuya ve özel kişilere ait bina, araç ve mallara zarar vermesi, hatta yağma girişimlerinde bulunması” ve “suçüstü hallerinde dahi gözaltı işlemi için savcılığın gözaltı kararı[na]” dair mevcut düzenlemenin “kolluğa suç soruşturmasında hiçbir inisiyatif” vermediği, “acele işlemlerin dahi yapılmasına engel teşkil” ettiği savları üstüne bina edilmiştir. Tasarının ekim ayında gündeme geldiğini düşünürsek, gerekçe kısmında açıktan 6-8 Ekim Kobane olaylarını işaret ettiğini görebiliriz. Ancak güvenlik paketinin açıklandığı bu momenti belirli bir süreç içinde ele almamız ve olayların dışında büyük bir açıdan değerlendirmemiz gerekir. Hiç kuşkusuz meclis aritmetiğini elinde bulunduran iktidarın Gezi ve ardılı süreçte gördüğü şey kitlesel muhalefetin etkinliğidir. Meclisteki muhalefete nazaran sokağın öngörülemezliği, özellikle son bir buçuk senedir iktidar için başa çıkılması gereken ana hususlardan. Genel olarak 1980 sonrası yeni sağın hegemonya projesinin iki uluslu olduğunu, iktidarların rıza devşiremediği ve kendi sınıf perspektifiyle kaynaşmayan kitleleri dışarıda bırakan bir iktidar mekanizması oluşturduğunu biliyoruz. Türkiye’de de ilk olarak ANAP bu projenin uygulayıcısı olmuştur. Hızlıca AKP dönemine baktığımızda ise bu geniş tarihsel bağlamın bir minyatürüyle karşılaşıyoruz. Egemen sınıf ve sınıf kesimlerinin tamamını içererek muhafazakar liberal bir söylemle iktidara gelen AKP, 12 yıllık iktidarı boyunca kendi toplumsal tabanını konsolide etmeyi başardı ve bu süreç içinde kendi hegemonik projesiyle uyuşmayan sınıf kesimleri ve kitlelerle bağını adeta uzaya fırlatılan bir uzay aracının yakıt modülleriyle bağını koparması gibi arkasında bırakarak yoluna devam etmekte. 2007 balkon konuşmasından 2014 balkon konuşmasına değişen ton da bunu işaret etmekte. Söylemde kalsa bile uzlaşı çağrısından her türlü muhalefetin zor yoluyla massedilmesine yönelik bir değişim vardır.
 
Mülki amirlerin “suçun aydınlatılması” için kolluğa emir verip soruşturmaları yönlendirebilir hale gelmesi de zor aygıtlarını bu süreçte etkin bir şekilde mobilize etmeye yöneliktir. Keza 17-25 Aralık soruşturmalarını takiben Gülen cemaatinin devlet kurumlarından tasfiyesi ve polis aygıtının “arındırılması”, gerek kurum içi terfi gerekse de polis akademisinin yeniden organizasyonu ihtiyacını doğurmuştur. Jandarmanın kontrol alanının yeniden tarifi ve jandarma personelinin mülki amire sorumluluğunun artırılması da “zor”un tek koldan koordinasyonunu kolaylaştırmaya yönelik hamlelerdir. Polisliği dar anlamda suç ve suçluyla mücadeleden ziyade Neocleous’un da işaret ettiği gibi toplumsal düzenin inşası bağlamıyla ele aldığımızda devlet iktidarının gündelik hayattaki somut figürü olarak zuhur eden polisin yetkilerine yönelik bu düzenleme de Yeni Türkiye’nin yeni otoriteryanizmini de en açık şekilde ifade etmektedir.
 

(Bu yazı Yeniyol’un Ocak-Şubat 2015 tarihli 12. sayısında yayınlanmıştır)