Dünyanın dört bir tarafında olduğu gibi Rusya’da da ranta dayalı politikalardan söz etmek mümkün, her türlü muhalif sesi zor ile bastıran bir polis devletinden söz etmek mümkün, tabii bu arada yükselen bir milliyetçilik de söz konusu. Bu bakımdan Türkiye ile büyük benzerlikler taşıdığını gözlemliyoruz. Putin rejimi meşruiyetinin kaynağını temel olarak nereden alıyor sence?
Putin on dört yıldır iktidarda. Bu soruyu cevaplamak için öncelikle bu on dört yıl içinde değişen dinamiklere bakmak gerekiyor. En başta Putin meşruiyetini ekonomik istikrar fikrinden alıyordu. Bilhassa 2000 ve 2007 yılları arasında; yani geçiş dönemi dediğimiz, hem Rus toplumu hem de tüm diğer eski Sovyet devletleri için toplumsal felaket yılları olan 90’ların hemen sonrasında. Bu dönemde Putin istikrarı, ekonomik büyüme ve geleceğe güven hissini sağlayabilecek biri gibi göründü. Bir şekilde bu gerçek bir büyümeye de denk düştü, bu büyümenin temelinde petrol fiyatlarındaki artış yatıyordu. Putin rejiminin ilk dönemi diyebileceğimiz bu yıllarda sistemi meşru kılan etmenlerden biri de Rus toplumunun gittikçe apolitikleşmesiydi. Pazar reformlarıyla, sefaletle ve yoksullukla geçen korkunç geçen yıllardan sonra ekonomik istikrar zemininde, bir nevi toplumsal uzlaşma sağlandı, “gemiyi sallamayalım” fikri Rus toplumundaki hâkim bakış açısıydı. 2007’den sonra Putin bizzat kendisinin adayı olan Medvedev ile yer değiştirdi. Bazı umutlar da vardı, Medvedev daha genç, daha liberal, yeni kuşağın tarzına uygun biriydi. 2012’de sona eren ilk Medvedev döneminin ardından Putin devam etmek istediğini açıkladı. 2012’de başlayan üçüncü Putin dönemi daha en başta öncekilerden çok farklı oldu. 2011 sonunda Putin’in geri dönüşünün harekete geçirdiği büyük bir protesto hareketi oldu; bu hareketi tetikleyen Aralık 2011 parlamento seçimleriydi. Pek çok insan Putin’in partisi ve siyasi sistemdeki başlıca parti olan Birleşik Rusya Partisi’ne daha fazla oy ve itibar kazandırmak amacıyla hükümet tarafından seçimlere hile karıştırıldığına inanıyordu. Dolayısıyla 2012 başında Putin’in üçüncü dönemi, daha önceki dönemlerindeki ekonomik istikrara dayalı toplumsal uzlaşıda, apolitikleşmede ve “gemiyi sallamayalım” kaygısında bir kırılma yaşanmasıyla, büyük protesto hareketleri ile karşı karşıya başladı. Üçüncü dönemde Putin başka tür bir halk desteği kazanmak zorunda olduğunu, bunun için başka bir sebep bulmak zorunda olduğunu anladı. Dolayısıyla bu dönemde Putin rejimi daha saldırgan ve muhafazakâr bir retorik kazandı. Ahlâki değerleri öne çıkarma, iktidarı değiştirmek, ülkeyi bunalıma sokmak isteyen azınlıklara karşı durma söylemi… Tam anlamıyla Putin’in diğer yüzüyle karşı karşıya kaldık. Mart 2012’deki başkanlık zaferinden itibaren sokak protesto hareketlerini bastırmaya girişti; hükümetin aşırı baskısının etkisiyle hareket sönümlenmeye başladı. Putin rejiminin ilk günlerinden başlayarak rejimin retoriği değişti, iç siyaset değişti, çünkü toplum değişti. Siyaset Rusya toplumunun Moskova, St. Petersburg gibi belli büyük merkezlerde yoğunlaşan kesimini ilgilendiren bir şey haline geldi.
Putin rejiminin etkilerini de göz önüne alırsak Rusya’da işçi sınıfının, sendikaların, genel olarak emek hareketinin durumuna dair neler söyleyebilirsin?
2000 yılının ortalarında Rusya’da sendikal harekette, toplumsal hareketlerde bir büyüme yaşanıyordu. Bu büyüme bir şekilde ekonomik büyümeyle de bağlantılıydı. Çok iyi ücretlerden söz edemesek de düzenli iş bulabilme imkânları yaratan yeni endüstriler gelişti, bunların çoğu ulusaşırı şirketlerdi tabii. Bu ekonomik büyüme, bilhassa kent politikalarıyla bağlantılı toplumsal hareketlerde de büyümeyi tetikledi. Fakat bu haliyle bile 2000’lerde toplumsal hareketler ve sendikal hareket Rusya işçi sınıfı içinde bir azınlık olarak yer alıyordu. Rusya toplumunun hemen hemen yüzde 30’unu oluşturan sanayi işçilerinin büyük bir kısmı Sovyet döneminden kalmış büyük kuruluşlarda çalışıyor. Bu kuruluşların büyük bir kısmı büyük kentlerin yanı sıra nüfusun büyük bölümünün tek bir büyük kuruluşta çalıştığı mono-kent dediğimiz kentlerde yer alıyor. Bu kuruluşlarda işçiler halen pasif, sendikal hareketin gelişmesi için gerekli koşullar mevcut değil. Buralarda sendika kurma teşebbüsleri olduysa bile bu çabalar büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlandı. En militan sendikalar 2000 yılında belli bazı sanayi kollarında ortaya çıktı ve büyük ölçüde ulusaşırı sermaye ile bağlantılıydı. Örneğin Ford, Wolksvagen fabrikaları, inşaat sektöründeki büyük firmalar… Dediğim gibi, buralarda çalışan işçiler Rusya işçi sınıfının küçük bir kesimini temsil ediyor. Mono-kentlerdeki büyük kuruluşlarda işçi sayısı otuz bine kadar çıkıyor. Ulusaşırı şirketlerde ise en fazla üç-dört bin işçi çalışıyor. Ama sendikal hareketin kazanımları genel olarak bu çokuluslu şirketlerde elde ediliyor.
Peki, sendikalaşma önünde yapısal ya da hukuki engellemeler var mı? Örneğin Türkiye’de yakın zamanda sendikal mücadelenin alanını her açıdan daraltan, sendikalara ve sendikal haklara yönelik ağır bir saldırı niteliğinde bir sendika yasası yürürlüğe girdi. Yapısal sorunlardan söz etmek de mümkün. Rusya’da sendikaların nasıl bir hareket alanı var?
Aslında herhangi bir işyerinde sendika kurmak için üç işçinin bir araya gelmesi yeterli. Ama iş müzakere sürecine dâhil olmaya gelince o işyerinde çalışan işçilerinin en az yarısının bu sendikanın üyesi olması gerekiyor. Yani on bin işçinin çalıştığı bir işyerinde yüz işçinin üye olduğu bir sendika varsa işveren derhal buna müdahale ediyor ve daha baştan önünü kesiyor. Sendikanın büyümesini engellemek için çok gelişmiş yöntemleri var. Rusya’da aslında iki çeşit sendikadan söz etmek mümkün. Bunlardan biri resmi sendika dediğimiz sendikalar; bunlar Sovyet geçmişinden geliyor ve çoğunlukla sarı sendikalar. Şirket yönetimlerine entegre olmuş durumdalar; hatta sendika yöneticileri şirket yönetim kadrolarında yer alıyor, şirket hisselerine sahipler, evleri, otelleri, mülkleri var. Hükümetle en ufak bir karşı karşıya gelişte bile hükümetlerin her türlü manipülasyonuna açık durumdalar. Özellikle mülklerinin kamulaştırılması tehdidiyle karşı karşıya kaldıklarında. Hala birkaç milyon üyesi olan bu sendikalar her yıl yüzde üç ile beş arasında üye kaybı yaşıyorlar. Kalanlar da neden hala sendika üyesi olduklarını sorguluyorlar. Bir de bağımsız sendikalar dediğimiz türden sendikalar var. Bu sendikalar seksenlerin sonlarında, perestroyka döneminde kuruldu. Başlangıçta aşağıdan örgütlenen, özörgütlenmeye sahip sendikalardı; işçilerin menfaatlerini işvereninkinden ayırıyorlardı ki bu resmi sendikalar için geçerli olmayan bir durumdu. Resmi sendikada şirket sahibi de sendikaya üye olabilirken, bağımsız sendikaların temel ilkesi mülkiyet sahiplerinin ve yönetim kadrolarının sendika üyesi olmamasına, işçilerin menfaatlerini korumaya yönelikti. Ama bugün Rusya işçi sınıfının yalnızca yüzde 1-2 gibi bir kesimi bu sendikalarda örgütlü, yani işçi sınıfının bir azınlığını temsil ediyorlar. Biz sosyalistler için temel soru aslında şu: Bu sendikalar kendi siyasi gündemlerini ortaya koyabiliyorlar mı? 2000’lerde temel politikamız bu bağımsız sendikalara müdahil olmak, onları kendi siyasi gündemlerini var etmeye kendi siyasi partilerini kurmaya teşvik etmekti. Bu çaba başarısız oldu, bunun pek çok sebebi vardı. Öncelikle bu bağımsız sendikaların yöneticileri Amerikan bürokrasisinin eğittiği sendikacılardan eğitim almışlardı ve siyasetle sendikal faaliyeti kesin olarak birbirinden ayırmak gibi bir fikre sahiptiler. İkinci ve daha önemli sebep ise bu sendikaların Rusya işçi sınıfı bileşenleri içindeki yeriydi. Çoğunluk şöyle dursun, işçi sınıfının hatırı sayılır bir kesimini bile temsil etmiyorlardı. Doğrudan siyasi yüzleşmeye yönelik büyük bir korkuya sahiptiler, üyeleri ve sendikaları için güvenlik endişesi taşıyorlardı.
Bu süreçte diğer toplumsal hareketlerin durumu ne yönde değişti? Biliyoruz ki Putin rejimi bilhassa LGBTİ bireyler için ciddi bir sorun halini aldı. Kadın hareketi ve ekoloji hareketi başta olmak üzere diğer toplumsal hareketler de Putin’in ahlâkçı söylemlerinden, rant hırsından ve politikalarından rahatsız…
Rusya’da son on yılda en güçlü, en yaygın ve faal hareketin kent hareketleri olduğunu söylemek mümkün. Bir başka deyişle kentleşme politikalarının mağdurları; yaşam alanlarını, kamusal alanlarını savunma mücadelesi verenlerin hareketi. Bu hareketler, pek çok insanı içine çekti, aşağıdan katılım sağladı. Ancak bu hareketlerin sorunu, bütünüyle kendi tekil meselelerine odaklanmış olmalarıydı. Bu hareketler arasında koordinasyon sağlama girişimleri olduysa da başarıya ulaşmadı. Bunun yanı sıra son yıllarda hükümetin neoliberal reformlarına karşı örgütlenen toplumsal hareketler söz konusuydu. Bu hareketlerin en önemlilerinden biri, hükümetin ücretsiz ulaşım, elektrik ve gaz yardımı gibi halkın bazı kesimlerine tanıdığı “imtiyazları” kaldırmasıyla 2005 yılında ortaya çıktı. Birdenbire milyonlarca insanın hayatını etkileyen bu reform, büyük protestoları beraberinde getirdi. Bu hareketlilik kısa sürdü ama sonuç verdi, hükümet geri adım attı. Eğitim reformlarına karşı, sağlık sistemi reformlarına karşı farklı dönemlerde protesto hareketleri ortaya çıktı. Ne yazık ki bu hareketler de toplumun belli bir kesiminin, öğretmenlerin, doktorların, öğrencilerin azınlığını temsil ediyordu.
Rusya’da uzun zamandır iyi bilinen ve nispeten güçlü olan ekoloji hareketleri var olageldi, ancak ekseriyetle kendi yerel meselelerine odaklanmakla kaldılar. Son yılların en önemli ekoloji hareketlerinden biri 2009-2010 yıllarındaki Himki Ormanı savunmasıydı. Bu orman Moskova’ya çok yakındır ve Moskova’ya gelen herkesin iyi bildiği uluslararası havaalanını çevreler. Hükümetin desteğini alan şirketler bu ormandan geçecek bir Moskova-St. Petersburg otoyolu inşa etmek istediler. Orman tamamen yok olacaktı. Bu ormanın ve Moskova’nın hemen yanıbaşındaki kasabada – aslında burası Moskova’nın banliyösü gibidir – yaşayan insanlar buna karşı bir mücadele başlattı. Moskova’daki ekoloji eylemcileri de fiilen oradaydılar, ormana gittiler, bölge halkıyla yaşadılar, hep birlikte şirket güvenliklerini ormana sokmadılar. Ama bu örnekte bile ulusal düzeyde bir ekoloji hareketi inşa etme teşebbüsü ortaya çıkmadı.
Aslında bütün bu hareketlerin neoliberal politikalarla bir derdi var. Sence birleşik bir hareket inşa edilememesinin önündeki engel ne?
Aslında hem Rusya hem de Doğu Avrupa ülkeleri toplumlarının geçirdiği süreçle bunun yakından ilişkisi var. Yirmi yıllık bir kırılma, pazar reformları, şok tedavisi… Toplumdaki dayanışma ruhu, öz örgütlenme geleneği aşındıkça aşındı. Toplumsal bir talep etrafında birleşmekten ve bunu siyasi bir alana taşımaktan söz edemiyoruz. Çünkü siyasi kimlikten önce gelen bir toplumsal kimlik kalmadı. Bu yüzden Rusya’da Aralık 2011’de başlayan ve ertesi yıl boyunca devam eden sokak gösterileri toplumsal hoşnutsuzluğun boyutunu ortaya koyuyordu ama toplumsal bir tetikleyicisi, toplumsal bir talebi yoktu. Soyut bir siyasi düzeyde, parlamento seçimlerindeki usulsüzlük etrafında şekillendi. Bu da bir paradokstu, bu problem çok farklı kesimlerden gelen, bambaşka sorunları olan geniş kitleleri seferber edebildi.
Bu noktada şunu sormak gerek belki de: Bugün Rusya toplumunun, bilhassa genç kuşakların tarih algısından söz edebilir misin? Ekim Devrimi, Stalinizm, Leninizm, bu çerçevede akla gelebilecek pek çok kavram bugün Rusya toplumu için, özellikle gençler, öğrenciler için ne ifade ediyor?
En başta şunu söylemekte fayda var: Son yirmi yıl Rusya’da eğitim alanında tam anlamıyla bir çürüme yaşandı. Dolayısıyla Devrim tarihine dair algıdan önce “bilgide” önemli ölçüde düşüş var. Fakat bu çürümenin bir sebebi de bilhassa liselerden başlayarak akla gelebilecek en gerici fikirlerin eğitim alanına nüfuz etmesiydi. Milliyetçi fikirler, zenofobik fikirler, Rusya İmparatorluğu’na yönelik tuhaf bir nostalji, azınlıklara, özellikle Kafkas halklarına yönelik şövenizm, dinin etkisinin giderek artması, genel olarak muhafazakârlık… Bu çürümenin bir yönü de resmi eğitimin etkisini yitirmesi, herkesin kendi eğitiminin derdine düşmesiydi. Bu süreçte, bilhassa 2000’li yıllarda yavaş yavaş da olsa Marksist mirasa yönelik ilgi arttı. Bu ilgi Rus Devrimi geleneğinden kaynaklanmıyordu. Batı Marksizminden ya da bazı çağdaş sol düşünürlerden geliyordu. Örneğin bugün Slavoj Zizek kitaplarına yoğun bir ilgi var, Moskova’ya geldiğinde seminerlerinde izdiham yaşanıyor. Bu türden bir ilginin sorunu, tam anlamıyla siyasal bir sonuca yönelik olmaması. Dolayısıyla batı Marksizminin temel problemi olan akademi ve siyasi faaliyet arasındaki ayrım, Rusya toplumuna da nüfuz etmiş durumda. Bu düşünürlerin okurlarının büyük bir kısmının bu fikirleri siyasi düzeye taşımakla ilgili sıkıntıları var.
İçinde bulunduğumuz şu günlerde bilhassa Ukrayna meselesi nedeniyle Rusya’nın dış politikadaki tutumu bütün dünyanın gündeminde. Suriye krizinde alınan tutum da bir başka açıdan çok konuşulmuştu. Kırım’a geçmeden önce, genel olarak Putin rejiminin dış politikasını nasıl tarif edebiliriz? Bu stratejide neler etkili?
Bence Putin rejiminin bilhassa son on yıldaki dış politika stratejisi de dinamik bir manzara ortaya koyuyor. Geçenlerde Russia Today’de NATO sınırlarının Rusya’ya doğru genişlemesinin Rus siyasi elitleri tarafından nasıl algılandığını konuşuyorduk. Çünkü bence 2000’lerin başında temel strateji bir şekilde uluslararası düzeyde siyasi elitlere eklemlenmekti. Bir başka deyişle uluslararası yönetenler kulübünün “meşru” olan kısmına dâhil olmaktı. Yıllar içinde petrol ve gaz fiyatları arttı, diğer ülkelere, bilhassa Batı Avrupa’ya bağımlılık arttı, siyasi elitlerin iştahı da arttı. Tabii bu arada Ortadoğu’da ve Sovyet alanında pek çok değişim yaşandı. Bugün gündemdeki en önemli bölge Rusya’nın organik menfaat alanı olarak gördüğü Sovyet alanı. Ukrayna, Kafkasya bölgesi, vesaire. 2008’den, Rusya-Gürcistan savaşından bu yana bütün bu çatışmaların anlamı şuydu; Rus siyasi elitleri Batı’ya, yani ABD’ye ve Avrupa Birliği’ne eğer Sovyet alanında herhangi bir menfaat talep edeceklerse aslında ülkelerinin dış politikalarından sorumlu olmayan ulusal hükümetlerle değil, en başta Rusya’yla uğraşmaları gerektiğini göstermeye çalıştılar. Rusya ile Batı arasındaki anlaşmazlıkların kökeninde Sovyet alanı üzerinde iktidar ve nüfuz mücadelesinden kaynaklanıyor. Diğer bölgelere baktığımızda büyük ölçüde Rusya’nın işbirliğine hazır olduğunu görüyoruz. 2001’de Afganistan’da olduğu gibi, bir ölçüde İran hususunda olduğu gibi, Suriye ile ilgili gelinen noktada olduğu gibi. Birkaç ay önce Gilbert Achcar’la bir mülâkat yapmıştık. Kendisine de Rusya’nın Suriye krizindeki tutumuna dair ne düşündüğünü sormuştuk. Rusya’nın tutumuyla ilgili temel sorun bu tutumda neyin baskın olduğuyla, finansal yaklaşımın mı yoksa siyasi bir bakış açısının mı ağırlık kazandığıyla yakından ilgili. Ve aslında bu ikisi birlikte etki ediyor. Suriye hususunda bölgenin Rus silahları için pazar olma meselesi siyasi hâkimiyet meselesinin önüne geçiyor. Bir başka deyişle Rusya’nın alanı kısıtlanmadığı sürece, silah ihracatı için herhangi bir sınırlandırma olmadığı sürece Batı ile olan anlaşmazlığa çözüm bulunabilir.
Ukrayna-Kırım meselesine gelirsek… Kısa zaman önce Kiev’deydin, protesto gösterilerinde sen de vardın. Meselenin kökeninden ve gelinen noktadan söz edebilir misin biraz?
Bugün Rusya ve Ukrayna arasında tanık olduğunuz bütün dramatik olayları Ukrayna’daki hükümet karşıtı kitlesel sokak hareketinden, geçtiğimiz yıl Kasım ayında yükselen ve Şubat sonuna kadar devam eden Maidan hareketinden başlatmak gerekiyor. Bunun sonucunda son yılında Rus hükümetine bütünüyle açık bir politika izleyen başkan Yanukoviç devrildi. Yanukoviç ekonomik gücünü siyasi iktidara dönüştürme çabaları nedeniyle, Ukrayna’nın en büyük sermayedarlarının uzlaşmasıyla göreve gelmiş bir figürken sermaye kesiminin çoğunu karşısına alan bir figür haline geldi. Oğlu, oğlunun arkadaşları, çevresinde ona doğrudan bağlı olan bazı iş adamları… Kendi finansal çevresini yarattı; bu da Ukrayna iş ve sanayi kesiminin geri kalanından siyaseten bağımsız olmak anlamına geliyordu. Böylelikle bazı oligarşik kesimlerle karşı karşıya geldi ve bu kesimler Yanukoviç’e karşı Maidan hareketini destekledi. Maidan hareketinin aylar süren protestoları sırasında Yanukoviç Moskova ile doğrudan bağlantı halindeydi. Dolayısıyla Yanukoviç’in devrilmesi Rusya hükümeti için büyük bir şok oldu ve buna derhal karşılık vermekte gecikmedi. Verilen karşılık aslında Putin’in siyaseti kavrayışını da ortaya koyuyordu. Putin’e göre her türlü siyaset farklı çıkar gruplarının komplolarından ibaret. Dolayısıyla Maidan hareketini de Batı’nın, Ukrayna’da kendilerine sadık bir hükümeti başa geçirmeyi ve ardından Ukrayna’yı NATO ile bütünleştirmeyi, Batı dünyasının bir parçası haline getirmeyi ve Sovyet alanından uzaklaştırmayı arzu eden Avrupa Birliği ve ABD’nin bir komplosu ilan etmekte gecikmedi. Böylelikle “siz kitlesel hareketinizi sokaklara yığdınız, ben de kendi kitlesel hareketimi size göstereceğim” dedi ve bunun için son derece kinik ve tehlikeli bir yöntem buldu. Ukrayna’nın kimi zaman gerçek, kimi zaman aslında var olmayan sorunları üzerinden bunu yapmaya çalıştı. Ülkenin farklı kültürel, dilsel, etnik bileşenlerini kullandı.
Ukrayna’nın genel olarak üç bölgeden oluştuğunu söylemek mümkün. Batı Ukrayna geleneksel olarak milliyetçi bir bölgedir, aslında Ukrayna milliyetçiliğinin doğduğu ve bugün hala çok büyük halk desteği bulduğu bölgedir. Merkezinde Kiev’in bulunduğu Orta Ukrayna bölgesi fazla milliyetçi olmamakla birlikte belirgin Ukrayna kimliği hâkimdir ve bir şekilde Ukrayna devletine sadakat fikri yaygındır. Üçüncüsü ülkenin doğusunu ve güneyini içine alan çok büyük bir bölgedir ve Harkiv, Donetsk, Dnipropetrovsk gibi büyük kentlerin çoğu bu bölgede yer alır. Endüstri çok gelişmiştir ve halkın büyük bölümünü Rusça konuşan nüfus oluşturur. Rusça konuşan nüfus diyorum, çünkü bu halkın bir kısmı Ukrayna kökenlidir, fakat kendilerini Rus olarak tanımlamamakla birlikte anadili Rusça olan, Rusya’yla bağları olduğunu hisseden insanlar olarak tanımlarlar. Bu halk Sovyetler’den ayrı geçen yirmi yıllık süreçte kendini Ukrayna devletine bağlı hissetmedi. Yanukoviç gibi Rusça konuşan kesimi az çok temsil edebilecek adaylara oy verdiler. Ayrıca Yanukoviç bizzat bu bölgedendi, kendisi de anadili Rusça olan halkın içinden geliyordu. Fakat bu bölgedeki halk Batı bölgesinin ya da Orta Ukrayna’nın aksine siyaseten pasifti. Büyük bir hareket, ciddi bir siyasal muhalefet yoktu. Aynı zamanda bu bölgede Rusya’nın da sistematik bir siyasi faaliyeti yoktu. Rusça konuşan halkı temsil eden partiler bu bölgenin ülkeden ayrılması ve Rusya’ya bağlanması gibi bir fikri hiçbir zaman dile getirmemişti. Rusça konuşan halkı temsil eden siyasetçilerin en cesur ve en radikal talebi ülkenin federal bölgelere ayrılması talebiydi. Bir diğer temel talep de Rusçanın ikinci resmi dil olmasıydı. Bu talepler bölge halkının desteğini ve oyunu kazanmak için Yanukoviç tarafından sık sık dile getirildi, fakat hiçbir zaman gerçeklik kazanmadı. 2010 yılında kazandığı devlet başkanı seçimlerinde Yanukoviç’in ana sloganı “Rusça ikinci resmi dil olacak” idi. Bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. Bunun sebebi sadece ülkenin büyük bölümünde Ukraynaca konuşulması değil, aynı zamanda tek dilin devlet aygıtına, bağımsız Ukrayna’nın pek de iyi çalışmayan devlet mekanizmasına bir kimlik, bir meşruluk katıyor olması.
Elbette büyük Ukrayna sermayesinin ve Ukrayna yönetenler sınıfının genel olarak bu Doğu ve Güney bölgesinde yerleşik olduğunu söylemekte fayda var. Bu kesim ülkenin bölünmesi ihtimalinden büyük bir endişe duyuyordu, zira bu onların mülklerini de kaybetmeleri anlamına geliyordu. Üstelik bu sadece Rus birlikleri değil Rus sermayesi tarafından da işgal edilmek demekti. Yanukoviç devrildikten ve ülkeyi terk ettikten hemen sonra Rusya ülkenin Rusça konuşan kesimi tarafından hiç dile getirilmemiş olan bu talebi gündeme getirdi. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından itibaren ayrılan cumhuriyetlerde yaşayan Rus halkın durumu bu ülkelerin iç meselesi olarak kabul edilmişti. Üstelik Rus nüfusun yoğun olarak yaşadığı tek ülke Ukrayna değil. Kazakistan, Baltık ülkeleri, Moldova… Bu mesele bugüne kadar, yani Şubat sonundaki gelişmelere kadar siyasi açıdan dokunulmamış bir mesele. Dolayısıyla Yanukoviç devrildikten hemen sonra Doğu Ukrayna kentlerinde Rusya yanlısı kitlesel gösteriler başladı. Bilhassa Ukrayna’nın ikinci büyük kenti olan üç milyon nüfuslu Harkiv’de. Bu meseleden önce siyaseten son derece pasif olan kentlerde protestolar yükselmeye başladı.
Kırım’da neler olduğuna gelince, Ukrayna’daki Rusya yanlısı bölgeler içinde en Rusya yanlısı olanı olduğunu söylemek gerek. Öncelikle Kırım 50’lerde Kruşçev döneminde Sovyet Ukrayna’nın bir parçası oldu. Bundan önce Sovyetler Birliği içindeki Rus Sovyet Cumhuriyeti’nin bir parçasıydı. Dolayısıyla Kırım’daki nüfusun büyük bölümü etnik olarak da Rus’tur. Ukrayna yurttaşı olmayı hiçbir zaman kabullenmedikleri gibi bir kesim Ukrayna devletine bağlılığı tanımadığını açıkça ilan ediyordu. Burada geleneksel olarak Rus birlikleri mevcuttu. Sivastopol’da kalıcı donanma birlikleri hep vardı. Bunun yanı sıra Kırım diğer bütün ülkelerden coğrafi açıdan da uzaktı, gerçekten de askeri işgalin hiç de zor olmadığı bir coğrafi konuma sahipti. Rusya’nın yıllar öncesinde de Kırım’ı Ukrayna’nın geri kalanından ayırma ve askeri güç vasıtasıyla ele geçirme planı vardı. Fakat ortada siyasi bir plan yoktu, yani bunu nasıl sunacağına, sınırların değişmesini nasıl açıklayacağına, Ukrayna hükümetiyle nasıl başa çıkacağına dair bir planı yoktu. Bütün bu sorular aslında Rusya iki gün içinde Kırım’ı işgal ettiğinde cevaplanmış da değildi. Bu uluslararası düzeyde çok tehlikeli bir durumla sonuçlandı.
Putin açısından bu sonuçların neler olduğundan bahsetmekte fayda var. Öncelikle Ukrayna’yla olan ilişkiler düzeyinde bugün Putin mevcut Ukrayna hükümeti ile herhangi bir müzakere içinde bulunmayı reddediyor, “bunlar yasal bir statüsü olmayan bir grup marjinal, meşru bir hükümet değil” demeye devam ediyor. Rusya ve Ukrayna arasındaki diplomatik ilişkilerin kesin bir kırılma yaşayacağını, hatta hâlihazırda yaşamakta olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu hafta Ukrayna büyükelçisi Moskova’yı terk etti; Rusya büyükelçisi Ukrayna’yı zaten terk etmişti. Herhangi bir müzakere söz konusu değil. Geçtiğimiz hafta gerçekleşen tek müzakere Savunma Bakanlıkları düzeyindeydi ve pek de müzakere niteliği taşımıyordu. Elbette Ukrayna hükümeti Kırım referandumunun sonuçlarını tanımıyor ve önümüzdeki yıllar içinde de tanıyacak gibi görünmüyor. Bu da şu anlama geliyor; bu kriz en asgari düzeye çekilse bile Rusya-Ukrayna ilişkileri önümüzdeki onyılları etkileyecek biçimde zehirlendi. Elbette bu Ukrayna içindeki siyasi durumun bütünüyle değişmesi anlamına da geliyor. Çünkü Ukrayna’daki kitlesel isyandan sonra ülkenin bağımsızlığı komşunun tehdidi altındayken halk kendini mevcut hükümeti desteklemek zorunda hissediyor. Bu da tahayyül edebileceğiniz en berbat hükümet olan, oligarşi ve aşırı sağın, faşistlerin bileşimi olan mevcut hükümet için halkın büyük bölümünün desteğini almak anlamına geliyor.
İkincisi ise uluslararası düzeyde ortaya çıkan/çıkacak sonuçlar… Biliyorsunuz bu konuda Çin Rusya’yı destekledi. Avrupa Birliği ve ABD Rusya’yı G-8’den çıkardı, bir sonraki G-8 zirvesi büyük olasılıkla G-7 olacak ve sanırım planlandığı gibi Sochi’de değil, Rusya olmadan, ama Ukrayna başbakanının konuk olarak katılacağı Amsterdam’da gerçekleşecek. Sonuçta durum yeni bir tür soğuk savaş niteliği kazanmış durumda. Elbette bugün için bütün olup bitenler bir çırpıda teşhis edilecek ve cevaplanacak kadar basit değil. Süreç ABD ve Avrupa Birliği’nin tutumunu belirginleştirdiği kadar Avrupa Birliği içindeki anlaşmazlıkları da öne çıkardı. Almanya Fransa ve bilhassa İngiltere’ye nazaran daha farklı bir tutum sergiliyor.
Bu durum Rusya’da iç siyaseti nasıl etkileyecek? Putin Rusya halkının büyük bölümünün milliyetçi duygularını olabildiğince sömürdü. Geçtiğimiz aylarda aldığı halk desteğinde hızlı bir yükseliş yaşandı. Bu da her türlü siyasi muhalefete karşı istediğini yapma konusunda Putin’in elini güçlendirdi. Örneğin bu hafta başında yaptığı, Kırım’ın ilhakını açıkladığı, Ukrayna devletinin varlığını bile sorguladığı – Ukrayna devletinin yirmi yılda başarıya ulaşmayan bir proje, bir deney olduğunu söyledi – büyük konuşmasında Ukraynalıların ve Rusların tek bir millet olduğunu ilan etti. Kiev’in büyük Rus tarihinin bir parçası olduğunu söyledi. Hakikaten ürkütücü bir konuşmaydı, zira neredeyse “neden sadece Kırım’la yetinelim ki?” fikri hâkimdi. “Batılı siyasetçiler Rusya iç sorunlarla da karşı karşıya kalabilir derken ne demek istiyorlar? Elbette bu ülke içinde ekonomik ve toplumsal güçlüklerden istifade etmeye çalışacak, düşmanlarımızın menfaatine istikrarı bozmaya yeltenecek vatan hainlerini kastediyorlar” diye konuştu. Yani doğrudan muhalifleri hedef gösterdi. Bu koşullarda hükümete yönelik her türlü eleştiri dış mihrakların komplosuna alet olmaktır dedi yani… Daha uzun vadede doğacak sonuçları düşünecek olursak, Rusya’nın Batı ile karşı karşıya gelmeye hazır olduğunu düşünmüyorum. Bunu sebebi sadece yaptırımlar ya da askeri tehlikeler değil. Bir nevi “şeylerin düzeni” öyle gerektiriyor diyebiliriz; hem ekonomik hem de siyasi açıdan. Rusya Sovyetler Birliği değil. Uluslararası ekonominin bir parçası, uluslararası pazarın bir parçası, üstelik son derece kırılgan bir parçası. Bugün Rus sanayinin yapısına bakarsanız Batı’ya ihracata yöneliktir. Pek çok şirket Batı’dan, uluslararası kuruluşlardan gelecek kredilere bağımlıdır. Ayrıca Rusya’nın son derece zayıf bir iç pazarı vardır. Bu tarz bir karşı karşıya gelişe hazır bir ülke değil Rusya. Son aylarda yaşananlar bile ekonomik sorunları önemli ölçüde derinleştirdi; geçtiğimiz yılın sonunda Rusya zaten bir ekonomik durgunluk döneminin başındaydı. Bu yılın sonu için tahmin edilen ekonomik büyüme yüzde bir düzeyinde ve her şeyin kötüye gideceği yönünde. Ulusal kur avro ve dolar karşısında değer kaybediyor. Bu yıl içinde yüzde on düşüş yaşandı. Bütün alametler işlerin kötüye gideceğini haber veriyor. Bu toplumsal çelişkilerin de harekete geçmesi demek. Tam da bu yüzden Putin mevcut ve olası ekonomik güçlüklerin günah keçisi konumuna vatan hainleri olarak bahsettiği muhalif güçleri yerleştiriyor.
Senin üyesi olduğun Rus Sosyalist Hareketi’nin bütün bu süreçten nasıl etkilendiği ile bitirelim. Birkaç yıl önce bir birleşme yaşandı. Örgütün güç ve destek kazandığını söyleyebilir miyiz?
2011’in başında bir birleşme yaşadık. Hemen ardından sokak hareketleri ve protestolarla birlikte Rusya’da yeni bir siyasi durum ortaya çıktı ve bu da hem genel olarak solda hem de Rus Sosyalist Hareketi içinde büyük tartışmaları ve anlaşmazlıkları beraberinde getirdi. Herhangi bir ayrılık yaşanmadı ancak örgüt içinde farklı eğilimler ortaya çıktı ve bu örgütün gücünü azalttı. Geçtiğimiz aylarda başta Ukrayna meselesi olmak üzere pek çok tartışma yaşandı. Geçtiğimiz hafta gerçekleşen savaş karşıtı protestolarda faal olarak yer aldık. Geçtiğimiz Cumartesi Rusya ve Ukrayna arasındaki olası bir savaşa karşı Moskova’da çok büyük bir protesto eylemi gerçekleştirildi; örgütlenmesinde biz de yer aldık. Elli bin kişilik bir katılım oldu – geçtiğimiz yıl içinde yapılan en kalabalık protesto eylemiydi. Savaş karşıtı hareketin güçlenmesi kadar örgütün hareketlenmesi ve güçlenmesi açısından da bu çok önemliydi.
(Bu söyleşi Sanem Öztürk tarafından yapılmış ve Yeniyol’un Mayıs-Haziran 2014 tarihli 9. sayısında yayınlanmıştır)