İdil Engindeniz Şahan –
 
Maalesef bir “Agatha Christie romanı” değil bu yazının konusu, başlık da onun eserlerinin birinden ilham almıyor. “Kadın cinayetlerinin” bir tür özeti aslında başlık, “erkekler, bizim erkeklerimiz, soframızdaki yeri en başta olan erkekler” bizi çok seviyor ve istediğimiz gibi giyinmemize, çalışmamıza, istediğimiz gibi yaşamamıza, başkalarına aşık olmamıza dayanamayıp “kimseye yar etmiyorlar” bizi. Erkeklerin aşkı kadınları öldürüyor…

 

Türkiye’de 2013 yılında açılan davalar arasında “mağdur / müşteki” sayısına bakıldığında yaklaşık %34’ünün kadın, haliyle %66’sının da erkek olduğunu görüyoruz[1]. Düz mantık kullanırsak bu mağdurların içinde öldürülen erkek sayısı muhtemelen öldürülen kadın sayısından da daha fazla. “Bu ülkede Kürt sorunu değil, Türk sorunu var” cümlesinin kurulabildiği topraklarda yaşadığımızı unutmayalım ve “o soru”yu soralım o zaman: neden “kadın cinayeti” diyoruz da “erkek cinayeti” demiyoruz? Kadınlar hep, insanı korkutacak kadar, aynı şekilde öldürüldüğü; sistemin hep belli bir yüzünün katline uğradığı için diyebilir miyiz mesela? Üstelik bu, sadece bu ülkede değil, dünyanın her yerinde karşımıza aynı şekilde çıktığı için olabilir mi örneğin? Retorik sorular bir tarafa şunun altını çizmek gerekir ki, Türkçe yazılan kaynaklarda “kadın cinayeti” dendiğinde ne anlaşılması gerektiği çok da açık değil, yapılmaya çalışılan tanımların çoğuysa tartışmaya açık.
 
Salt “kadın” olmak yeterli mi?

“Kadın cinayeti” dediğimizde, en temel varsayım kadınların, erkekler tarafından öldürüldüğü. Gerçekten de farklı ülkelerde, farklı zamanlarda yapılmış araştırmalara baktığımızda kadınların en çok da hali hazırdaki veya eski partnerleri tarafından öldürüldüğünü (ve bunların erkek olduğunu) görüyoruz. 2008 yılında ABD’de yapılan bir araştırma, fail ve maktul arasındaki ilişkinin bilindiği vakalarda, kadınların %90’ının erkek faili önceden tanıdığını ve kurbanların %60’ının da saldırganın karısı, eski karısı veya sevgilisi olduğunu ortaya koymuş[2]. Amma velakin kültürel farkları ne yapacağız? “Ailenin namusunu / adını / onurunu kirlettiği için” gelinini öldüren kayınvalide, “başkalarıyla birlikte olduğu için” sevgilisini öldüren lezbiyen, vb. örnekler de üstümüze üstümüze gelen o sistemin, aynı sistemin bir ürünü değil mi? Muhakkak ki öyle ama yine muhakkak ki böylesi örneklerin kadınların özellikle de erkekler tarafından sistemli bir şekilde öldürüldüğünün üstünü örtmemesi, konuyu dağıtmaması gerekiyor. Zaten, dediğimiz gibi bu örnekler de aynı sistemin, erkek egemen sistemin bir ürünü. Salt “kadın” olmak veya (biyolojik olarak) “kadın doğmak” hiçbirimizi sistemden azade kılmıyor velhasıl.

“Kadın cinayeti” tanımındaki bir diğer unsursa kadının kadın olduğu için öldürülüyor olması. Az önce yazdığımızla çelişiyor olacağız ama bu noktada biraz da özcülüğe kaçan bir durum söz konusu belki, kıskançlık kavgasında iki erkek birbirini bıçaklayabilir örneğin, veya yumruk yumruğa dövüşebilir, ama bir kadın ve bir erkek söz konusu olduğunda kavga, tartışma, dövüşme kadının öldürülmesiyle sonuçlanıyor. Bunu kadın ve erkek arasındaki fiziksel güç farkından ziyade şöyle de açıklayabiliriz tabi, kadının öldürülmesi genellikle süregiden bir fiziksel şiddetin son noktası olduğu için bu durumla birlikte yaşayan, kendini koruma olanakları / gücü giderek azalan bir kadın söz konusu bu denklemde. Özellikle de katille maktulün aynı evde yaşaması durumunda kadının katli hemen de elimizin altındaki aletlerle gerçekleşiyor, mutfaktaki bıçak “suç aleti”ne dönüşüveriyor. Karşınızdakinin katile, ekmek kestiğiniz bıçağın suç aletine dönüştüğünü görmek, bunun önlemini almak o kadar da kolay olmasa gerek. Şu kurduğumuz cümle çok önemli bir yanlış anlamaya neden olabilir, hemen biraz daha açıklayalım: “kadın cinayetleri” konusunda “öldürülmemek için önlem alması gereken” kadının kendisi değil muhakkak ki. Her şeyden önce, içinde yaşadığımız toplum, dünya değişmek zorunda. Tam da bu sebeple “başka bir dünya” kurmak için uğraşmıyor muyuz zaten? O dünyayı kurarken içinde bulunduğumuz sistemse nasıl ki kadın cinayetlerinin baş sorumlusuysa kadınların korunması konusunda da sorumluluğunu üstlenmek zorunda. Çünkü “Vahşi Batı” diye karikatürize edilen dönemlerde yaşamıyoruz artık. Gerçi sadece kadın ölümlerine değil, işçi ölümlerine, Soma’ya, Toprak İnşaat’a, Ermenek’e baktığımızda bunu söylemek, buna inanmak çok zor ama yok yok, o zamanlarda yaşamıyoruz.
 
“Dalgakıran vakası”

Kâğıt üzerinde baktığımızda hiç de fena kanunlara ve koruma yollarına sahip değiliz bu arada, uygulamaya bakıldığındaysa karşımıza çıkan hep “mahkemedeki iyi halinden dolayı” ceza indirimi alan, cinayetten sonra “çok pişman” olduğunu söyleyerek intihara teşebbüs eden (ama nedense çoğunda da teşebbüsü nihayete ermeyen), hatta bir vakada “suçunu samimiyetle kabul ettiği için” cezası azaltılan erkekler. Ve nedense bu kararları veren yine hemen hep erkekler. Bu konuda insanın, içini acıtan demeyeceğim, konu hiç duygusal değil çünkü, aklının almakta zorlanacağı ama nasıl da “kadın” olmanın sistemden kurtulmak demek olmadığını gösteren çok çarpıcı bir örnek var. Örneğin öznesi kendisini gizlemediğine göre biz de ismini açıkça yazabiliriz. Beş – altı yıl kadar önce Antalya’da eşini, “kendisini aldattığı iddiasıyla bıçaklayarak öldüren” Suat Dalgakıran’ın Kasım’da Antalya 3. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki karar duruşmasında, avukatı Binnur Türkoğlu, erkek sistemin en yılmaz koruyucularından biri olarak şu savunmayı yapıyor (yapabiliyor): “’Maktul evlerindeki yatak odasında başka bir erkekle birlikte olmuştur. Ben erkek değilim ama erkek olsaydım yatağımda başka bir erkeği affetmezdim. Bu olayda ölenin aldatması nedeniyle ağır tahrik vardır. (hâkimlere hitaben) Siz de Türk erkeğisiniz. Kararı siz erkeklere bırakıyorum. Ben bir kadınım, bu dava benim değil, sizin davanız”. “Türk erkeği” hâkimlerin de Dalgakıran’ın ağırlaştırılmış müebbet cezasını “tahrik ve duruşmadaki iyi hâli” nedeniyle 20 yıla indirdiklerini belirtelim. Dünyadaki tek örnek bu değil elbette, çeşitli ülkelerde, kadın cinayetlerinin faillerine tolerans gösterilmesi, kurbanın suçlanması, adalete erişimin ve etkin çözümlerin yokluğu, ihmal, tehdit, resmi yetkililer tarafından görevin kötüye kullanılması vb. yollarla devlet mekanizması da kadın cinayetlerini neredeyse destekleyici / teşvik edici bir unsur olarak ortaya çıkmakta.

Yukarıda yazılanlar ve Dalgakıran vakası sonrasında, Türkiye’de kadın hareketinin dava takibine sıkışıp kaldığını söylemek biraz insafsızca olacak galiba (bu insafsızlığa geçtiğimiz sayılarda teğet geçtiğimizi de hatırlıyoruz elbette). Ama tabi ki davaların ötesine geçmek, öncesinde varolmak gerek, Kasım ayı başında İstanbul’da toplanan çeşitli kadın örgütleri ve bireysel katılımcılar da yeni ve daha etkili çözüm yollarının arayışında. Sokakta olduğumuz için öldürülüyor olsak bile sokağa dökülmek, sokağı hiç boş bırakmamak bir çare olabilir belki? Sırf sokakta olmak için çıkmak değil ama, niye sokakta olduğumuzu, neyi hedeflediğimizi, o hedefe ulaşmak için neler yapacağımızı bilerek, bunun bir parçası olduğu için sokakta olmak gerek.
 
[1] Adalet Bakanlığı verileri: http://www.adlisicil.adalet.gov.tr/istatistik_2013/41.pdf

[2] “Report of the Special Rapporteur on violence against women, its causes and consequences”, s. 10.

 

(Bu yazı Yeniyol’un Kasım-Aralık 2014 tarihli 11. sayısında yayınlanmıştır)