Ecehan Balta

 

Neoliberal muhafazakârlığın dörtnala seyrettiği dünyada, bunun kadınlar üzerindeki etkisi bazen gündelik siyasi çekincelere toslasa da genel bir kabul olarak görülüyor, ancak aynı genellikte bir çözümleme çabasından söz etmek pek mümkün değil. Özellikle memlekette, kadına yönelik şiddet tartışmaları bağlamında muhafazakârlığın adının anılması, anlaşıldığı kadarıyla feministlerin bir kısmını salt AKP karşıtı bir politik pozisyonda olarak algılanma endişesi dolayısıyla ziyadesiyle rahatsız ediyor. Bu yazı, muhafazakârlığın 1980’lerden sonra tüm dünyada yükselen neoliberalizme eşlik ettiğini, Türkiye’ye özgü olmadığını, AKP’nin kendi özgünlüğü göz ardı edilmeden bu sürecin “sonuçlarından bir tanesi” olduğunu ve sözü edilen sürecin bir söylemden ibaret olmayıp bir sermaye birikim ve işgücü piyasasını düzenleyici bir işlev edindiğini ileri sürüyor.

 

Muhafazakârlaştırmanın Dinamikleri
Her şeyden önce muhafazakârlaşmadan ne anladığımızı açıklıkla ifade etmek gerekmekte. Zira, Türkiye’nin muhafazakarlaşıp muhazakarlaşmadığı konusunda ne kadar geçmişle kıyaslandığına ya da muhafazakârlık tanımına bağlı olarak bir tartışma sürüp gitmekte.
Ben, tanımı gereği, “muhafaza” gayretinin ilerleme düşüncesinin yerine geçmiş olmasının yani değişime göreli olarak kapalı hale gelmenin kadına yönelik şiddeti artırdığını ileri sürüyorum. Ancak, yukarıda belirtmeye çalıştığım gibi, bunun tersinin doğru olmadığının altını çizerek. Bir başka deyişle,  toplumsal değişimin kendisinin (nitekim muhafazakârlık da bir toplumsal değişim olabilir –toplumsal değişim düzçizgisel değildir- ya da diyelim ki muhafazakârlık bile toplumsal değişime direnemez –değişimin belirleyici faktörleri çokludur-) ya da toplumsal değişime “açık” olma halinin kadına yönelik şiddeti tek başına ortadan kaldırmayacağı düşüncesi ile birlikte.
Muhafazakârlık, genel olarak toplumsal olarak gelenekselin muhafaza edilmesi şeklinde tanımlansa da muhafazakârlaştırma ya da muhafazakârlaşma süreçlerinin analizinde birincil olarak aile ve kadının konumu sınamaya tabi tutulur. Bu tutumu politika bilimi açısından biraz sorunlu bulmakla birlikte, yazının konusu gereği bu sınırda kalmaya devam edeceğim.
Muhafazakârlık bir ideolojidir, evet. Ancak her ideoloji gibi belirli bir tarihsel, toplumsal, ekonomik ve siyasal inşanın parçasıdır. Bu bakımdan Fransız Devrimi’nden sonra gelişen, İngiltere’de Tory’lerle özdeşleşen, ABD’de tarihi boyunca “en iyi sistemi” muhafaza etmek söylemine bürünebilen ya da bugün Avrupa’nın çeşitli ülkeleriyle birlikte Türkiye’de de büyüyen muhafazakarlıkları birbirleri ile kıyaslayabilmek en iyi ihtimalle bir anakronizm (tarihdışılıkla malul bir kafa karışıklığının ibaresi) olur. Diğer yandan,  muhafazakârlaştırmayı tarih kendi mecrasında akarken onu durdurmaya çalışmak olarak okuyup beş, on, yirmi yıl önceye göre “ilerlediğimizi”, bu nedenle de muhafazakârlık diye bir şeyin olmadığını ileri sürmek de, Darwinci ilerleme mitinin beynimizi ne kadar esir aldığını gösterecektir.
Ancak hala önemli olan soru, neden muhafazakârlaşmanın özellikle 1980’lerden sonra tüm dünyada yaygınlaşmaya başladığı sorusu cevaplanmamış olarak durmakta. Bunun için muhafazakârlığın toplumsal-siyasal işlevini bir miktar daha irdelemek gerekiyor. Yine de başlamadan önce, neoliberal kapitalizmde Batılı ya da Doğulu, Güneyli ya da Kuzeyli her bir ülke/bölge/toplumun kendi tarih, siyasal, geleneksel, ekonomik vs yapılarından kaynaklı olarak farklı ve değişken derecelerde de olsa muhafazakârlaştırmadan nasibini aldığını öncelikle vurgulamak gerekiyor. Dinsel muhafazakârlık ve bunun toplumsal ilişkileri düzenleyici etkisindeki artış, sadece İslam’la ilişkili bir olgu değil. Birleşmiş Milletler’in yayınladığı çeşitli cinsiyet eşitliği endekslerine göre yapılan ileri ve geri toplumlar ayrımları, örneğin İtalya veya İspanya’da kadınların en temel haklarından bir tanesi olan kendi bedeni üzerindeki denetimin doğrudan sonucu kürtaj hakkını korumakla ya da ABD’de kazanmakla uğraşan kadınlar açısından ne tür bir anlam ifade ediyor? 1990’lar boyunca büyük anlamlar atfedilen Kurtuluş Teolojisi’nin din “adamları” önce bağımsızlık sonra da toprakların kamulaştırması için mücadele ederken maço düzene son derece entegre değiller miydi, -ki hala da öyleler.
Diğer taraftan, İslamcılığın bir karşı-küreselleşme akımı olarak 1980’lerden itibaren küresel Güney’in bir bölümünde ortaya çıkışını, aynı gelişmeye paralel biçimde kontrollü-ılımlı İslami akımların baş göstermesini paranteze almış olalım. Küresel kapitalizmin yıkıcı etkisinin diğer alternatiflerin yokluğunda İslam’ı bir alternatif olarak yeniden gündeme getirdiğini, bu dönemde siyaset sahnesinden göreli olarak dışlanmış olan İslam’ın kimi yerlerde muhalefet etmeye uygun bir ideolojik dönüşüm de geçirdiğini, İran devrimi ve yakın zamanlı bazı ulusal kurtuluş mücadeleleri ile toplumsal muhalefet açısından bir meşruiyet kazandığını göz ardı edemeyiz. Diğer taraftan, bu “aşağıdan İslam’a” karşı ılımlı İslam’ın da yeniden siyaset sahnesine sürüldüğü bir dönem geçirdik. Fakat bu dini muhafazakârlığın büyümesi, sadece İslam’a özgü bir olgu olarak gerçekleşmedi.  Tarihdışılığa dayandığı ölçüde muhafazakârlığın kurucu öğelerinden olan dini yeniden siyaset sahnesine sokan esas gelişme, neoliberalizmin muhafazakârlığa olan yakıcı ihtiyacı oldu ve tüm dünyada neoliberal hükümetler muhafazakârlığın kadim savunucuları olarak dini de yan ceplerinde bir kimlik olarak taşıdılar. AKP, işte bu “gelişmenin” mantıki bir uzantısıdır.  Bu tespit, bize birincisi, AKP’ye karşı mücadelenin neoliberal kapitalizme karşı mücadelenin bir parçası olduğunu, ikincisi bu durumun Türkiye’ye özgü dinamikleri taşısa da sadece Türkiye’ye özgü bir gelişme olmadığını hatırlattığı için önemlidir. Geri dönmek üzere bir kenara ayıralım.
Neoliberalizm ve Kriz
1980’lerden itibaren kadınların göreli refah döneminde kazandıkları haklara yönelik ciddi saldırıların başladığına tanık olduk. Bunların bazıları kadın hareketinin gücüne bağlı olarak geri püskürtülmesine rağmen, bazı noktalarda da yasal alanda geri çekilişler yaşandı.  Örneğin bu dönemde ve bugüne kadar arkasından gelen zamanda, kürtaj hakkı her zaman savunulmadığı anda kaybedilecek bir mevziye dönüştü.
“Ataerkil aile, heteroseksüellik, annelik ideolojisi, kadınların “biyolojik yazgısı”, ev işi ve çocuk bakımı sorumluluklarına yönelik yenilenmiş vurgusuyla bir eskiye dönüş stratejisi”  olarak muhafazakârlık yeniden yeşermeye başlıyor. Muhafazakârlığın kadın bedeni üzerinden işlemesi elbette şaşırtıcı değil. Bunun altında temel olarak, kadının “üretim işlevlerinin”, “üretme” organları ile birlikte, doğaya ait sayılması yatıyor.  Kafa ve kol, erkeğe ve emeğe ait tabirlerken, kadınların biyolojik yazgılarının bir sonucu olarak yaptıkları üretken işlevler ve örneğin rahim, kadına bir “ücretli köle statüsü” vermeye yetmiyor, dolayısıyla emeğini satmakta “özgür” olamıyor.  Kadın daha çok mülkiyet olarak görülüyor. Kadının bedeni ile birlikte mülk edinilmesi ise, ücretli emeğin sosyal maliyetini, ikili işgücü piyasası dolayımıyla gerçek ücretleri de azaltan, aynı zamanda erkekleri de çalışmaya mahkûm eden, dolayısıyla onunla bir bütün olarak düşünülmesi gereken bir unsur.
Ayrıca, kadınların ikincil konumunun üretim alanındaki işlevlerine ek olarak, muhafazakârlığın bir de “ekstra disipline edici” işlevini eklemek durumundayız. Neoliberal saldırı karşısında işçi sınıfının çoğunlukla kol gücüyle çalışan erkeklerini bir bütün olarak disipline etmek için evde bakılması gereken çoluk çocuk ve razı olunması gereken bir kaderden daha iyi bir gerekçe olamaz. Diğer yandan, kadınların da ev kadını olarak konumlandırılması, kadınların iş arayanlar ordusuna katılmasını engelleyen bir işlev görmekte. Yine de 2009 yılı ILO rakamlarına göre bütün işsizlerin (aktif iş arayanların) yüzde 52.6’sını kadınlar oluşturmakta.
Ev işi (ve ücretsiz çalışmanın diğer biçimleri) “üretken bir emek, bir sömürü alanı ve sermaye birikimi için bir kaynaktır”.  Soruyu şöyle formüle edebiliriz o zaman: Ücretsiz çalışma biçimlerinin pek çoğunda kadınların ezici varlığı, kapitalizmin hangi özelliğinden kaynaklanmaktadır?
Soruya Marksizm içinden ve dışından bugüne kadar pek çok yanıt üretildi. Yukarıda çeşitli biçimlerde bunların bir kısmını vurguladım. Ancak bir noktayı daha eklemek isterim. Marx’ın “ilksel sermaye birikimi” dediği unsur, bu konuda açıklayıcı bir işlev görebilir. Buna başka bir yerde de Claudia von Werlhof’a atıfla değinmeye çalışmıştım:  “Şiddete dayalı ilksel sermaye birikimi, kapitalizmin başlangıç aşamasında değil, her zaman varolan, kapitalizmle iç içe bir olgudur. Bilindiği gibi, ilksel birikim, emeğe el koyma, ücretsiz kölelik, doğanın sömürgeleştirilmesi gibi yoğun emek sömürüsünü içerir. Bu bakımdan kadın emeği ve doğanın üretkenliğinin sömürüsü, her zaman bir ilksel sermaye birikimi olarak iş görür. İlksel sermaye birikimi kapitalizmde her zaman bir el koyma ilişkisi olarak devam eder. Kadınların kendi bedenlerinden ve ürettiklerinden yabancılaştırılması da bu el koymanın bir önkoşulu olarak iş görür. Diğer yandan, bu sürecin içerdiği şiddet, hem kadınlar hem de doğa üzerinde devam etmektedir. Küresel bir el koyma ve sömürü biçimi olarak kapitalizm ve onun vazgeçilmez parçası olan savaşlar, kadın emeğine ve kadın bedenine sürekli bir tecavüz aracı olarak iş görür”.
Diğer yandan, 1970’lerin krizine bir yanıt olarak başlayan emeğin esnekleştirilmesi süreci, muhafazakarlaştırmanın da yapısal gerekçesini oluşturur. Kadınlar esnekleşmenin doğrudan hedefleridir. Ancak esnekleşmeyi sağlayan koşullardan biri de tam da kadınları evlerine geri çağıran neoliberal muhafazakârlık olmuştur. Esnekleşme elbette erkekleri de işsizleştiren, güvencesiz işlere mahkûm eden, bir deyimle de “evkadınlaştıran” bir pratiktir. Diğer yandan, yükselen erkek işsizliğine karşı kadınların ailenin sağladığı ekonomik garantiyi kaybetmeleri söz konusudur, buna karşın işsizliğin kompanse edilmesi ve sosyal koruma masraflarının azaltılması için yine de aile içinde kalmaya devam etmeleri gerekir. Haliyle, içinden geçtiğimiz yapısal çok yönlü krizde “düzeni” muhafaza etmek için muhafazakârlığın dozu da bir o kadar artırılmalıdır.


Beden Politikası

Feminist hareket, cinselliği ve bedeni politize etmek suretiyle 1960 ve 1970’lerde kapitalizme büyük ve kökten bir darbe vurmaya çalışmıştı. Yeni neoliberal muhafazakârlık bu bağlamda bir bakıma kapitalizmin intikamı olarak da görülebilir. Biyolojizm, kadınların özsel olarak eve, doğaya ait olduğu, muhafazakârlığı pekiştiren ve onunla pekişen bir düşünce olarak yeniden hayatlarımızda. Biyolojizm kadınların doğum yapma “yeteneklerini” kutsallaştırırken, bir bütün olarak “biyolojik cinsiyet” efsanesini dondurmakta. Bu hem kadın ve erkek olmayan geçişliliğini kapatan bir homofobiyi hem de kadının sadece kendisine atfedilen özelliklerle birlikte kadın ve erkeğin erkek olduğu şeklindeki dogmayı yeniden üretmekte. Oysa ne insan cinsiyeti ne de cinselliği hiçbir zaman “ham bir biyolojik mesele olmadı”, her zaman tarih ve toplum tarafından yeniden üretilen bir mesele oldu. “O yüzden cinsiyet, en az toplumsal cinsiyet kadar tarihsel ve toplumsaldır”
Ve Şiddet…
Kadın ya da dişi, nasıl biyolojik değilse kadına yönelik şiddet de tesadüfi ya da biyolojik değil, cinsiyetçi kapitalizmin bir sonucudur. Devletin şiddet tekelini bıraktığı tek yer, özel alandır . Özel / kamusal ayrımını şiddet merceğinden incelediğimizde, özel alandaki şiddetin erkeğin, kamusal alandaki şiddetin ise devletin tekelinde olduğunu görürüz. Bu demektir ki, devlet ne kadar medenileşirse medenileşsin, özel alandaki şiddet sona ermeyecektir. Bunun feminist hareket içindeki tartışma açısından çeşitli konatasyonları var: Örneğin sadece şiddetin önlenmesi konusunda yürütülen hukuki mücadele, kadınların istihdama daha fazla girmesi ya da yasa önünde eşitliğin sağlanması, kadına yönelik şiddetin önlenmesinin aracı olamayacaktır. Bugün tam da bu sorunla yüzleşmekte olduğumuz zamanlardan geçmekteyiz. Kadınların informel ve toplam istihdamı azalır ya da biçim değiştirirken (tarım işçiliğinden kentsel informel istihdam biçimlerine doğru, ama toplamda kadın istihdamı oranını düşüren bir biçimde) formel istihdam içindeki oranları artmakta.  Kadına yönelik şiddet yasasının üzerinden on yıl geçmiş, yasa revize edilmiş olduğu ve örneğin evlilik içi tecavüzün suç sayıldığı, “göreli serbest” kürtaj hakkının olduğu bir ülke olmamıza rağmen, başta kadın cinayetleri olmak üzere kadına yönelik şiddetin çeşitli biçimlerinin de arttığına tanık olunmakta. Bu ikisi arasındaki çelişki, deyim yerindeyse bir “feminist miti” yerle bir etmekte: Kadının toplumsal olarak erkekle aynı statüde olmasının eşitliği sağlayacağı yönündeki miti. Bu nedenle, içinden geçtiğimiz dönemde “özel olan politiktir” yeniden bir başka biçimde üzerine eğilmemiz gereken bir saptama olarak duruyor. Özel ve kamusal arasındaki ayrım paramparça edilmedikçe, kadınların özel alanın “muhafazasının” gerektirdiği şekilde şiddete ve sömürüye uğrayacakları garanti edilmekte.
Ancak yukarıdaki önermenin tersi doğrudur: devletin şiddet erkini kullanması ile özel alanda kullanılan şiddet arasında doğrusal bir orantı söz konusudur. Toplumda şiddetin yaygınlaşması düzeyi, aynı zamanda özel alanda/evde de şiddetin yaygınlaşmasını beraberinde getirir. Bu noktada, bireysel suçların artışının gösterdiği ivmenin kadına yönelik suçların artışı ile paralel olması kaçınılmazdır. Nitekim, Türkiye’de de 2005 yılından itibaren hem bireysel suçlarda hem de kadına yönelik suçlarda/şiddet vakalarında gözle görülür bir artış yaşanmıştır.  Bu artışı sadece muhafazakârlığa bağlamayı doğru bulmuyorum. Ancak buna da bağlanmadığı sürece şiddet oranının neden Türkiye’de diğer ülkelerden daha fazla arttığı sorusunu yanıtlayamayacağımızı düşünüyorum.
Şimdiye kadar, kategorik olarak ayırdığım bireysel düzeydeki şiddeti özel alandaki şiddetle ilişkilendirdim ve aslında bunun toplumsal ve devlet düzeyindeki şiddetle bağlantılı ama özerk olarak varolduğu ifade ettim.  Toplumsal düzeydeki şiddetin artışının kadına yönelik şiddette de bir artışı beraberinde getirdiğini söyledim. Diğer yandan kadına yönelik toplumsal düzeydeki şiddetin artışını da bütün bu tablo ile ilişkilendirmek durumundayız. Bu kısma daha sonra geleceğimi umuyorum. Üçüncü düzey/kategori olan devlet şiddetinin de kadınlar üzerindeki şiddetin hem doğrudan, hem de dolaylı bir biçimde artmasına neden olduğunu açıklaştırmak gerekmekte. Doğrudan etki, bizzat devletin kadınlar üzerindeki şiddeti olarak açığa çıkarken, dolaylı etki devletin genel (ırkçılık, etnik ayrımcılık, savaş çığırtkanlığı, her türlü otoriteyanizm) ya da kadınlara yönelik kullandığı şiddet (kadının yeri evidir, kadın erkekle eşit değildir, kadınlar annedir vs) söylemi ve/veya eyleminin yukarıdan aşağıya ve tabii diyalektik olarak aşağıdan yukarıya da örgütlenişinin bir yansıması olmakta. Yani, evet, “Kurmay ataerk olarak modern devlet” şiddetin tekelini bulundursa da bunun bir kısmını “bireysel ataerk olarak erkeğe bırakmıştır”.  Ancak bu bırakma ilişkisi, bir “toptan terk etme” ilişkisi olmayıp, daha çok düzenleyici bir ilişki olarak anlaşılmalıdır.
Bu noktada, “toplumun temeli olarak aile” ve “aileyi (kadını – ama sadece ailenin “dişi kuşu” olarak değil, üretici ve tüketici olarak kadını) disipline edici etmen olarak şiddetin” muhafazakârlığın başlıca işlevlerinden biri olarak görülmesi gerektiğinin artık açık olduğunu umuyorum.


Sonuç Yerine: Muhafazakâr Toplum Mühendisliği…

Elbette AKP’nin alamet-i farikası biraz da bütün bu rüzgârı arkasına almış olmasına dayanıyor. Diğer yandan bu rüzgârı körükleyen bir toplum mühendisliği, onu “başarılı” kılıyor. Anlaşılacağı gibi, sadece dindar nesiller yetiştirmek konusunda değil, aynı zamanda ekonomik “başarısının” da, en genel olarak iyi bir neoliberal uygulama örneği sunmasının da arkasında bu toplum mühendisliği başarısı var. 4+4 Yasası, bu bağlamda iyi bir örnek sunuyor:  Özellikle kırsal bölgelerdeki ailelerin küçük kızlarını bu şartlardaki eğitime verme konusundaki ciddî şikâyetleri düşünüldüğünde…  Önce şikâyeti yaratır, sonra kullanırsınız; sonuç; daha fazla muhafazakârlık. Tatmin edici. Üstelik kadınlar açısından formel işgücü piyasasından sonsuza kadar geri çekilme garantili bir çözüm. Ailenin tek sığınak olarak kalması da cabası.
Kuşkusuz devletin toplumsal hayatı yukarıdan aşağıya yeniden yapılandırması gerektiğini söylemeye çalışmıyorum. Tam da AKP popülizminin muhafazakârlığı nasıl beslediğini görmek gerektiğini ifade etmek gerekiyor ki, popülizmin muhafazakâr türleriyle tanışmış olalım. Bu yazı da, umarım, bu tartışmayı biraz genişletmeye vesile olsun.
(Bu yazı Yeniyol dergisinin 45. sayısında yayımlanmışır.)