Maral Jefroudi – Geçtiğimiz günlerde “misafirhane” adı altındaki gözaltı merkezlerinde gözden ırak tutulmaya çalışılan sığınmacılar çıkardıkları isyanla seslerini kapatıldıkları duvarların dışına taşıdılar. Kumkapı’daki Yabancılar Şube Müdürlüğü Misafirhanesi’nde süresiz olarak tutulan gözaltındaki “yabancılar,” misafirhanedeki yaşam koşullarına tepki olarak camları kırdılar, yataklarını, battaniyelerini ateşe verdiler. Bu Kumkapı’da yaşanan ilk isyan değildi. Kumkapı’daki isyanın ardından, aynı ay içerisinde Kırklareli’ndeki Gaziosmanpaşa Yabancı Kabul ve Barındırma Merkezi’nden de benzeri haberler geldi. Aralarında İsveç Hükümeti tarafından mülteci olarak kabul edilen bir kişinin de bulunduğu üç sığınmacı bir yılı aşkın süredir keyfi olarak Kırklareli’nde tutulmalarını ve yaşam koşullarını protesto etmek için açlık grevine girdiler. Bu Kırklreli’nde de yaşanan ilk isyan değildi. Geçtiğimiz yaz, Kırklareli’ndeki “misafirhanede” çıkan isyan bir kişinin ölümüyle sonuçlanmıştı.
İnsan Hakları Araştırmaları Derneği’nin açıkladığı Eylül ayına ait İltica ve Sığınma Hakkı İzleme Raporu’na göre “yasadışı sınır ihlali” nedeniyle yalnızca Eylül ayında gözaltına alınan toplam mülteci, sığınmacı ve göçmen sayısı 3733; sınır dışı edilen mülteci, sığınmacı ve göçmen sayısı 715. Rapor bir kişinin de ölü bulunduğunu belirtiyor. Yalnızca bu son bir aydaki rakamlara bakarak bile meselenin gözden ırak tutulma çabasının oldukça başarılı olduğu görülüyor. Ancak bu rakamların emniyet birimlerince ulusal basın yayın organlarına verilen bilgilerden derlendikleri düşünüldüğünde gözaltına alınan, sınır dışı edilen ve ölen mültecilerin oluşturduğu resmin elimizdekinden daha vahim olduğunu söylemek gerekiyor. Özellikle keyfi sınır dışı uygulamalarında boğularak ölme Türkiye’de nadir rastlanan bir olay olmanın ötesinde bir gerçeklik taşıyor. Ege denizinde Yunanistan ve Türkiyeli kuvvetler karşılıklı güvenlik gerekçeleriyle sığınmacıları denize sürüyor, botlarını parçalıyorlar. Fortress Europe’un verdiği rakamlara göre 1988 yılından 2008 yılına kadar Ege denizinde 1325 sığınmacı öldü, 823 kişi kayboldu. Modern devletin yönetim biçimine ait olmadığı farz edilen keyfiyet ve zorbalık bu ölümlerin baş sorumlusu. Boğularak ölme yalnızca Ege denizini aşmaya çalışan mültecilerle de sınırlı değil. Türkiyeli yetkililerin yüzme bilmeyen tanınmış mültecileri Dicle nehrine atarak sınır dışı etme “çabası”, Nisan 2008’de dört cana mal olmuştu.
Mülteci Meselesinin Türkiye’deki Gelişimi
Türkiye coğrafi konumu gereği mültecilerle son yıllarda tanışmıyor. Son yıllarda popüler araştırma konularından biri haline gelen dış göçün tarihi literatürde 1980’lerin başına dayandırılıyor. Bu tarih, 1980’lerden önce Türkiye’ye sığınan yabancı ülke vatandaşları olmadığı anlamına gelmiyor. Aksine bu tarihselleştirme devletin sığınmacılara karşı uyguladığı ayrımcı politikaların uzun ömürlülüğüne işaret ediyor. Zira 1980 öncesinde Türkiye’ye sığınan Doğu Avrupa’dan gelen insanlar Soğuk Savaş ikliminde Soydaş olarak addedilip farklı bir yaklaşıma tabii oldular. Türkiye Devleti’nin iltica politikasının ırka bağlı ayrımcı pratiklerine daha sonra değineceğiz ancak meselenin tarihi yazılırken konunun ne zaman bir sorun olarak algılandığı sorusu önem kazanıyor.
Türkiye iltica sisteminin adını koyan ve çerçevesini çizen 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin imzacılarından biri. İmzalandığı tarihte sözleşme iltica kapsamında değerlendirilecek olan insanların tanımını oldukça net yapmıştı: II. Dünya Savaşı sonrasında ülkelerini terk etmek zorunda kalan Avrupa ülkeleri vatandaşları. Mülteciliğin yalnızca bir II. Dünya Savaşı sorunu olmadığı ortaya çıktığında sözleşme revize edilmiş, 1967 tarihli Protokol’de zaman ve coğrafi sınırlamalar yeniden imzaya açılmıştı. Ancak Türkiye bu protokolü 1968 yılında coğrafi çekince hakkını koruyarak imzaladı. Protokolü coğrafi çekince hakkını koruyarak imzalamak, Türkiye devletinin yalnızca Avrupa ülkeleri vatandaşlarını mülteci olarak kabul ettiği anlamına geliyor. Dolayısıyla Türkiye’nin iltica prosedürünü belirleyen en önemli sözleşme, Türkiye’nin coğrafi konumu ve bölgede yaşanan siyasi gelişmeler dikkate alındığında kadük doğmuştur. Avrupalı olmayanların iltica talebini değerlendirme konusuysa 1994’e kadar Ankara’da yer alan Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne bırakılmıştır.
Pratikte bu yetki devrinin ne anlama geldiğine bakmakta yarar var. Türkiye’nin iltica bağlantılı göçle ilişkisinin tarihinin 1980’lere dayandırıldığından bahsetmiştik. Bu tarih İran Devrimi’nin ertesinde Türkiye’ye geçen İranlıları işaret ediyor. Literatüre hakim olan dönemlendirmede ilk sırayı, 1980-1988 yıllarını İranlı transit göçmenler ve onlara karşı uygulanan politikalar şekillendiriyor. Herhangi bir hukuki düzenlemede tanımlı olmayan bu ilk dönem mültecileri pasaportla giriş yaptıkları müddetçe Türkiye’de turist olarak algılandılar, üç ayda bir yaptıkları giriş-çıkış’larla vizelerini yenilediler. Kimileri BMMYK prosedürüne girerek üçüncü bir ülkeye yerleştirilmeyi bekledi; çoğu ise tüm birikimlerini otel lobilerinde tanıştığı insan kaçakçılarına vererek yıllar alan bekleme sürelerini aşmaya çalıştı. Bu dönem Türkiye devletinin pragmatik ve esnek politikalarla Avrupalı olmayan “mülteci sorununu” çözebildiği bir dönem olarak tarif edilir. Herhangi bir hukuki tanıma sahip olmayan 1980’lerin mültecileri böylelikle her türlü sömürünün kolay hedefi haline gelmişlerdir. Bu dönemin sorunsuz geçtiği iddiası da dönemi karakterize eden mültecilerin siyasi kimlikleri nedeniyle yaşadıkları can güvenliği tehlikesinin ihmal edilmesi anlamına gelir. Zira bu dönem, karşılıklı güvenlik antlaşmalarıyla devletlerin “teröristlerini” sıklıkla takas ettikleri bir dönemdir.
Meselenin düzenlemeyi gerektirecek bir “sorun” olarak algılanması 1990’ların başına denk gelir. Öncelikle 1988’de İran-Irak savaşı ertesinde peşmergeler, ardından 1990 Körfez Savaşı nedeniyle Irak ve Kuveyt’ten kaçan Asyalı işçiler ve en sonunda Irak ordusundan kaçan 500 bine yakın Iraklı Kürt’ün göçüyle Türkiye devleti “pragmatik ve esnek” politikalarına bir son verme ihtiyacı duyar ve 1994’te Avrupalı olmayanların sığınma koşullarının ele alındığı, “Türkiye’ye İltica Eden veya Başka bir Ülkeye İltica Etmek Üzere Türkiye’den İkamet İzni Talep Eden Münferit Yabancılar ile Toplu Sığınma Amacıyla Sınırlarımıza Gelen Yabancılara ve Olabilecek Nüfus Hareketlerine Uygulanacak Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” isimli yönetmeliği çıkarır.
Meselenin hangi tarihte ve hangi göçmen grubunun gelişiyle çözülmesi gereken bir sorun olarak görüldüğü devletin mültecilere ve kendi topraklarındaki yabancılara hangi perspektiften baktığının önemli bir işareti. Tüm diğer yabancılar gibi mülteciler de bir “güvenlik sorunu” olarak algılanıyor, kontrol edilmeleri, gözaltında tutulmaları için bütün yaptırımlar titizlikle uygulanırken hakların kullanımına gelindiğinde dolaylı ya da doğrudan engellemeler söz konusu oluyor.
Irka ve Sınıfa Dayalı Ayrımcılık
Yönetenlerin gözünde Türkiye topraklarında yaşayan göçmen, sığınmacı, mülteci yabancılar homojen bir grup teşkil etmiyor. Bu, mevcut farklılıkların tanınmasından ziyade, ırka ve sınıfa dayalı ayrımcı bir perspektifin varlığına işaret ediyor. Bu ayrımcılık, yabancıların bürokratik işlemlerinin sürdürüldüğü emniyete ait devlet dairelerinde adı konmadan uygulanmakla kalmıyor, yasal düzenlemelerle de apaçık kuvvetlendiriliyor. Özellikle yabancıların iş iznini düzenleyen kanunlarda bu ayrımcı perspektifin somut göstergelerini bulmak mümkün.
Yabancıların iş izni farklı kanunlar ve yönetmeliklerle düzenleniyor. Bu bağlamda ayrımcılığın ilk örneğini iş kanunlarında soya bağlı olarak yapılan ayırımda görüyoruz: 4817 sayılı “Yabancıların Çalışma İzni Hakkında Kanun” ve 2527 sayılı “Türk Soylu Yabancıların Türkiye’de Meslek ve Sanatlarını Serbestçe Yapabilmelerine, Kamu, Özel Kuruluş veya İşyerlerinde Çalıştırılabilmelerine İlişkin Kanun.” Son zamanlarda bu katmanlı listeye yeni bir grup da katıldı: “İş izninden muaf olan yabancılar.” 23.02.2009 tarihli, 2009/14699 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla yürürlüğe konulan “Çalışma İzninden Muaf Tutulacak Türk Soylu Yabancılara Dair Yönetmeliği”ne göre Batı Trakya Türkleri, Irak, Çin (Doğu Türkistan), Afganistan ve Bulgaristan’dan gelen “Türk soylular” iş izninden muaf tutulacaklar. Bu kanunlar ve yönetmelikler yabancılara ırka dayalı bir ayrımcılığın uygulandığının göstergeleridir. Zira nasıl tanımlandığı hiçbir yerde belirtilmeyen, dolayısıyla da keyfi uygulamalara açık kapı niteliğindeki “Türk Soylu” tanımlı yabancılar polis ve asker olma dışında Türk vatandaşlarının yapabildiği her işi yapabilmekte, örneğin devlet memuru olabilmektedirler. İş izni alma sorumluluğunun işverene ait olduğu ve koşullardan en önemlisinin yerine bir Türk istihdam edememe gerekçesi olduğu düşünüldüğünde “sıradan yabancıların” ise işgücü piyasasına mağlup girdikleri aşikârdır.
Diğer ayırım ise sınıf esasına dayanarak yapılan ayırımdır. Zira Türk soylu olmayan yabancıların iş iznini düzenleyen diğer bir kanun da 4875 sayılı “Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu”dur. 4875 sayılı kanuna bağlı yönetmelikle doğrudan yabancı yatırımlarda çalışan “kilit personel” tanımı yapılıyor. Bu tanıma göre kilit personel, özetle Türkiye’de kurulu bulunan ve tüzel kişiliğe, belirli ihracat kapasitesine sahip, en az 250 Sigortalı personel istihdam eden bir şirketin, üst yönetiminde ya da yürütme pozisyonunda çalışan, şirketin ortağı olan ya da şirketin üretim sektörüne dair önemli teknik bilgiyi haiz insanları kapsıyor. Başka bir takım farklı uygulamaların yanı sıra bu tanıma uygun olan “kilit personellerin” iş izni talepleri on beş gün içinde cevaplanırken sıradan yabancıların bir değerlendirme için ortalama 90 gün beklemeleri gerekiyor. İş izni başvurusunun sürecine dair bu farklı yaklaşım, 2004 yılında Çalışma Bakanı Murat Başesgioğlu’nun topladığı Çalışma Meclisi’nde sarfettiği sözlerle bir uyumluluk gösteriyor. Başesgioğlu, yabancı işçi meselesine yalnızca kaçak işçilik gözüyle bakıyor, yabancı işçiyle savaş vurgusunun yanı sıra “kilit personel”in işini kolaylaştırma vurgusu yapıyordu. Dolayısıyla yönetenlerin perspektifiyle yapılan “Hakiki Türk Soylu,” “Türk Soylu” ve “Yabancı” ayırımlarının yanına savaşılması gereken, yerli işçinin ekmeğine ortak olan “kaçak işçi” ve işlerinin kolaylaştırılması elzem olan, büyük sermayeli şirketlerin kilit personeli ayrımları da ekleniyor.
Mültecilerin Güncel Talepleri
Mülteci kelimesi dar anlamıyla kullanıldığında yalnızca 1951 Cenevre Sözleşmesi’nde Sözleşmenin hazırlandığı günün gerçekliğiyle yapılan tanıma uyanlar için kullanılabilir. Ancak mülteciyi yasal değil hukuki bir tanım olarak ele aldığımızda ülkesinden can güvenliğinin olmayışı tehlikesi ve zulüm korkusuyla kaçan ve geri döndüğünde canı tehlikeye girecek, zulümle karşılaşacak, vatandaşı olduğu ülkenin koruması altında olmayan bireyleri kapsadığını söyleyebiliriz. Kaçak, mülteci, sığınmacı, göçmen, yabancı işçi gibi kategoriler birbirinden bağımsız olmak bir yana birbirine zaman ve koşullar içinde evrilen kategorilerdir. Dolayısıyla burada temel odağımız yukarıda yaptığımız tanıma uyan mültecilerken, onların durumunu diğer yabancılardan azade görmek mümkün değildir. İş izni alan yabancıların uğradıkları ayrımcı pratikler aynı mantığın ve işleyişin ürünleridir.
Bu örtüşmeyi mültecilerin en temel güncel sorunlarından biri olan “ikamet harcı” konusunda da görmek mümkün. Mülteciler tüm yabancıların tabii olduğu ikamet tezkeresi harçlarını ödemek zorundadırlar. 2009 yılı için harçlar örneğin altı ay için 306.30 TL, bir yıl için 588.90 TL ve iki yıl için 1.154.10 TL olarak belirlenmiştir. Bu rakamlara 135 TL defter bedeli eklendiğinde ve harçların kişi başına olduğu düşünüldüğünde herhangi bir maddi destekten uzak, çalışma iznini de kağıt üzerinde mümkün görünse de fiili olarak alması mümkün olmayan mülteci ailelerinin üzerinde büyük bir baskı oluşturduğu açıktır. Ödenemeyen ve faizleriyle katlanan bu harçlar mültecilerin BMMYK’nın üçüncü bir ülkeye yerleştirilme kararı uyarınca iltica hakkı tanınan ülkeye gidişlerinde Türkiye’den çıkış izni alamamalarına neden olabiliyor. Birikmiş ikamet harçları nedeniyle iltica hakkı kazandığı ülkeye gidememek son yıllarda istisnai bir durum olmaktan çıkmıştır.
Türkiye’de iltica talebinde bulunanların karşılaştığı en önemli sorunlardan biri de iltica taleplerinin tanınmaması; yazılı, sözlü başvuruların görmezden gelinmesidir. İltica talebini dillendiremeyenler için sınır dışı tehlikesi her zaman canlıdır.
20 Haziran 2009 Mülteciler Günü nedeniyle yapılan, bu alanda önemli faaliyetler yürüten STK’ların oluşturduğu İnsan Hakları Ortak Platformu’nun basın açıklamasında sıralanan mültecilerle doğrudan doğruya ilişkili olan talepler sığınmacıların iltica prosedürüne erişimleri önündeki engellerin kaldırılması, “misafirhane” olarak adlandırılan gözetim yerlerinin acilen STK’ların erişimine açılması; sığınmacı ve mültecilerin Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık sigortası Kanunu kapsamında güvence altına alınması ve sığınmacı ve mültecilere yönelik ikamet harcı uygulamasının kaldırılmasıdır.
Ortak Mücadele
Mülteci meselesi insan hakları odaklı, siyasi bir yelpazede birbirinden farklı konumları olan sivil toplum örgütlerinin gündeminde önemli yer teşkil ediyor. Ancak konunun göçmen hakları ekseninde toplumsal muhalefetin, kitle örgütlerinin, sol siyasi yapıların gündemine layıkıyla girdiğini söylemek mümkün değil. Oysa meselenin akademinin popüler nesnesi haline gelmeden, onu aşkın yıl önce BSP’nin gündemine bütün sıcaklığıyla girdiğini hatırlıyoruz. 1995 yılının Ağustos ayında 160’a yakın İranlı mültecinin BSP’nin Ankara merkezinde oturma eylemine başlamış, eylem uzun bir süre devam etmiş, ÖDP’nin kurulduğu günlerde son bulmuştu. Birleşik Sosyalist Partililerin parti merkezini açtıkları, dayanışma içerisinde oldukları mülteciler dosyaları BM tarafından reddedilmiş, sınır dışı edilme tehlikesi yaşayanlardı. Bu mülteciler “güvenlik antlaşmaları” gereği İran’la yapılan devrimci takasına karşı çıkmış, BSP’nin sağladığı lojistik destekle yürütebildikleri eylemleri sayesinde sınır dışı edilme kararları geri alınmış, dosyaları yeniden açılmıştı.
Birlikte hareket edebilmenin yöntemleri bir tartışma sürecinin ardından gelecektir. Ancak öncelikli olarak daha önceki mücadele deneyimleriyle bu meseleyi toplumsal muhalefetin bir gündemi haline getirmek gerekiyor. Keyfiyet ve zorbalığın şiddeti düşünüldüğünde mülteci sorununa insan hakları perspektifinden bakmak önemlidir. Ancak soruna yaklaşımımız insan hakları ihlallerinin ifşası ve ilgası taleplerinin ötesine geçmelidir. Zira mültecilik ve mültecilerin sürekli olarak yasadışı alana itilmeleri bir anomali değil, sistemin gerekliliğinin bir parçasıdır.
Ekmeğe, pastaya “ortak olan” yabancı figürü yaratılmış, sistemin sürdürülmesi için yasal düzenlemelerle “illegal” olmaya, sömürüye, tacize açık olmaya itilmiştir. Göçmen hakları mücadelesi paranın serbestçe dolaştığı bir düzende insanların geçişine “ihtiyaç olduğu” müddetçe icazet veren düzenin değişmesi için girişilen bütün mücadelelerle ortak bir paydaya sahiptir. Dolayısıyla özellikle kitle örgütlerinin, toplumsal muhalefetin ve sol siyasi yapıların bu konuda bir adım atması; yabancıları, göçmenleri, mültecileri gündemine sokması, konuyu tartışmaya açması gerekir.