François Sabado –
Bu notlar Dördüncü Enternasyonal Bürosu’nun 18 Ekim’deki toplantısındaki emperyalizm tartışmasında Pierre Rousset tarafından gerçekleştirilen “Jeopolitik Kaos ve İmplikasyonları: Kolektif Düşünce için Giriş Notları” adlı sunuşa getirilen sözlü katkıları içermektedir. Katkılar, özel bir bölüm olarak Imperialism Today’de yayınlanacaktır.
Geç on dokuzuncu ve erken yirminci yüzyılların emperyalizmiyle erken yirmi birinci yüzyılın küresel emperyalizmi arasındaki farklar Pierre Rousset’in notları ve Michel Husson’un metninde dile getirilmişti. Kendi adıma burada bu iki tarihsel dönem arasındaki iki önemli farkın altını çizmek istiyorum;
— İlk fark, dünya ekonomisinin ağırlık merkezindeki değişimle beraber (Çin’in ve Asya’nın yenilerde palazlanmakta olan ekonomik güçlerinin yükselişiyle) dünyanın yön değiştirmesidir.
— İkinci fark, örgütlü işçi hareketi ile ilgilidir. 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyıl başlarında örgütlü işçi hareketi, dünya savaşları ve faşizm tarafından kesintiye uğratılmasına rağmen gelişiyor ve yayılıyordu. Oysa 21. yüzyıl başlarında tarihsel bir kriz eşiğinden geçmektedir.
1. Dünyanın Yön Değiştirmesi
Bu değişimin boyutlarını iyi kavramalıyız. Bu, bir krizin bitişiyle beraber hemen normale dönülen konjonktürel bir değişim ya da yön değişikliği değildir. Bu değişimi ölçmek için 1760-1780 arasında Hollanda ile İngiltere arasında ya da savaşlar arası dönemde İngiltere ile Birleşik Devletler arasında olduğu gibi küresel ekonominin çekim merkezlerindeki değişimin dönüm noktalarını referans alabiliriz. Bu defakinin istisnası, yalnızca kıtasal ölçekli bir değişim olmayıp, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel anlamda başka bir dünyaya doğru giden bir değişim olmasıdır… Bu, Amerika’nın keşfinden bu yana dünyaya egemen olan ve bu egemenliği yenilerde ortaya çıkmakta olan güçlere veya dört ya da beş yüzyıl sonra gücünü yeniden toplayan iktidarlara karşı yitirmekte olan Batı’nın (Avrupa ve ABD) bir değişimidir.
1.1. Bu yeni küresel ilişkiler içinde, Avrupa çöküş içerisindedir ve Birleşik Devletler, hala küresel askeri güç bakımından ilk sırada olmasına karşın, ekonomik hegemonyasını kaybetmektedir. Çoğu gelişme ABD’deki krizlerin gidişatına bağlı olacaktır. Dünya’da 1980’lerin başında yüzde 56 olan G7 ülkelerinin gayri safi yurtiçi hasıla payı, 2010 yılında yaklaşık yüzde 40’dan fazla değildi. Tahminlere göre bir yanda eski G7’ler öte yanda Çin ve Asya’nın gelişmekte olan güçlerinin büyüme eğrileri gelecek on yıl içinde dahi kesişebilir; kişi başına düşen gelir bakımından bu kesişmenin 2030-2040 yıllarında gerçekleşmesi beklenmektedir. Avrupa’nın yüzde birden ikiye, ABD’nin yüzde ikiden yüzde üçe çıkan büyüme göstergelerine ya da küresel sermaye artışına karşın Çin ve Hindistan’ın yaklaşık yüzde sekizden yüzde on ikiye çıkan göstergeleri bu değişimin ispatıdır.
1.2. Bu krizde, dünyanın haritası yeniden çizilmiş ve rekabet şiddetlenmiştir. Kapitalistler ve emperyalistler arası yeni ekonomik gerilimlere yol açan bu yeni güç ilişkileri kimi durumlarda askeri anlaşmazlıklara varmaktadır. Birleşik Devletlerin düşüşü ifadesini onun hegemonya krizinde bulur. ABD dünyanın önde gelen gücü olmaya devam etmektedir ancak konumu gezegenin bütün savaş alanlarında zayıflamaktadır. 1990’ların başlarındaki yeni dünya düzeni ile günümüz arasında güç ilişkileri değişmiştir.
1.3. Dünyadaki bu yön değişikliği olmaksızın Avrupa’nın krizini açıklayamayız. AB Avrupa emek piyasasını dünya piyasalarının üzerinde konumlandırmak istemektedir. Ancak Avrupa’da kriz, küresel rekabetteki zayıf pozisyonu nedeniyle bir çöküş halini alabilir. Almanya önde gelen ihracatçı ülkeler arasında yer almaya devam etti – Japonya’nın yüzde 17’si ve Çin’in yüzde 15’ine karşı GSYH’nin yüzde 47’si– ancak aynı zamanda dünya piyasasındaki daralmadan etkilendi. Bu yüzden, küresel rekabetle baş etmek uğruna Avrupalı hakim sınıflar “Avrupa Sosyal Modeli”nden geriye kalan ne varsa tasfiye etmek istiyorlar.
Ancak onlara göre hala çok fazla sosyallik barındıran ve parçalanması gereken pek çok şey mevcut; işte bu, Avrupa piyasalarının spekülatif saldırısının açıklamasıdır – “piyasalar”, maddi gerçeklikler: bankerler, emeklilik fonu yöneticileri, çokulusluların liderleri ücretlerin ve sosyal güvenlik harcamalarının kısılmasını ve çalışma saatlerinin artırılarak artık değer oranının artırılmasını talep ediyorlar. İşgücünü doğmakta olan güçlerin yarattığı toplumsal ilişkilerce yönlendirilen küresel emek piyasasına adapte etmek için yürütülen sosyal politikaların gaddarlığı, gelecek birkaç yıl içinde satın alma gücünde on ila on beş birimlik bir düşüşü içeriyor.
Üstelik bu, krize tam da tartışmalı karakterini veren şeydir – AB’nin farklı kutupları (Almanya ve Almanya’nın çevresi – Hollanda, Avusturya, Kuzey Avrupa, ortada bir yerlerde Fransa’yla birlikte Avrupa’nın güney çevresi) arasındaki ayrıksılıklar veya ayrıksı yörüngelerle, Avrupa’nın deneyimlemekte olduğu siyasi inşa türü soruna eklenmektedir… Fransız-Alman ilişkileri Avrupa’nın ekonomik, siyasi ve kurumsal gerçekliğini ifade eder, ancak bu gerçeklik, bir Avrupa devleti, bir yön, bir kalkınma planı veya krize kökten yanıtlar getirmekten uzaktır.
O zaman bu yön değişikliği Avrupa’nın çöküşüne yol açmakta, siyasal demokrasinin, büyük geleneksel partilerin toplumsal ve seçmen tabanının altını oymaktadır. Otoritaryen eğilimlerin gelişmesinin koşullarını yaratmaktadır. Bunu Troika ve Güney Avrupa’nın kimi ülkeleri arasındaki ilişkilerde görmekteyiz. Bunu üstelik aşırı sağın siyaset sahnesinin ön planına çıktığı ulusal siyasi krizlerde de görmekteyiz. Küresel burjuvazinin çıkarlarının aşırı sağın “ulusal korumacılık” tercihiyle eşleşmemesine rağmen, aşırı sağa iktidarın kapılarını açan bir “siyasi kaza” vuku bulabilir…
2. İşçi Hareketinin Tarihsel Krizi
2.1. Bu yeni emperyalist reorganizasyon yalnızca, geleneksel işçi hareketinin tarihsel güçten düşüşüyle belirginleşen, emperyalist merkezlerin güçleri arasındaki ilişkilerle anlaşılabilir. Bu bağlamda işçi hareketinin, solun durumu nedir? Biz ekonomik krizin derinliğinin işçi hareketinde ve toplumsal hareketlerde yeni bir bileşim ve reorganizasyon dinamiğine yol açacağı kanısındaydık (üstelik Dördüncü Enternasyonal bu fikrinde yalnız değil!)… Elbette SYRIZA gibi, Indignados gibi yeni hareketlerin deneyimleri mevcut ancak yine de durumun tahripkarlığı ile bu hareketlerin siyasi, organik ifadesi arasında bir açı mevcut: sendikaların, reformist partilerin, radikal solun, devrimci solun ya da büyük örgütlerin sol kanatlarının hatta Podemos haricinde yeni örgütlenmelerin güç kazandığı görülmüyor. Kuşkusuz yeni örgütlenme biçimleri mevcut ancak şimdilik çok istikrarsızlar… Üstelik kapitalist krizlerin başlangıcından bu yana geçmişe bakıldığında, kapitalist sistemin böylesine derin bir kriziyle onun karşısındaki işçi hareketinin böylesi zayıflığının (faşizm veya askeri diktatörlükler tarafından likide edildiği durumlar hariç) hiçbir dönemde bu biçimde eşzamanlılık taşımadığı söylenebilir.
2.2. İşçi hareketinin durumunu olumsuz yönde etkileyen kimi faktörler
a) 1970’lerin sonlarından bu yana liberal karşı-reformlar işgücünün dünya ölçeğinde yeniden yapılanmasına, bireyselleşmesine, artan güvencesizliğine, kolektif hakların ve sendika örgütlenmelerinin zayıflamasına yol açmıştır. Sanayisizleşme, işçi sınıfının bir araya geldiği çok sayıda mekanı ortadan kaldırdı. “enformel” sektörden söz etmeye gerek bile yok. Mavi ve beyaz yakalı işçiler aktif nüfusun yüzde altmışından fazlasına tekabül ediyor ancak toplumsal yapı eskisinin aynı değil. Çin ve diğer Asya ülkelerinde sanayileşme proletaryanın umulmadık ölçüde genişlemesine yol açtı fakat hala bağımsız işçi örgütlülüklerinin başlangıcındayız, buna karşın, bu aşamada Avrupa’da, Birleşik Devletler’de ve Asya’da sendikalar, meslek kuruluşları ya da partiler arasında bir eşgüdüm mevcut değil… Var olan şey Batı’da ricat, Doğu’da ise kırılgan başlangıçlar…
b) Geçen yüzyılın bilançosu devrimci sosyalist bir bilinç yaratma sorununun üzerine bütün ağırlığıyla çöküyor: özellikle milyonlarca insanın Stalinizmi komünizmle özdeşleştirdiği zamanki, kısa yirminci yüzyılın -neoliberal kapitalist küreselleşmeyle sona eren yirminci yüzyılın üzerindeki Stalinizm etkisi.
c) Sosyal demokrat partiler ve kuruluşlar sosyal-liberal, kelimenin tam anlamıyla söylemek gerekirse neoliberal bir mutasyon geçirdiler. Geçmiş zamanın sosyal demokrasisiyle tarihi bağlarını sürdürüyorlar. Devlet idaresinde alternatif oldular, dolayısıyla (ulusal özgünlükleri de göz önünde bulundurarak) sağ kanat partilerden ayırt etmeleri gerekliyken onlar krizin yönetimiyle tam anlamıyla bütünleştiler. Sosyal demokrasi ve Avrupa sağının liderleri arasında herhangi bir fark görülmüyor. Öncelikleri ve ABD’deki Demokrat Parti ile benzerlikleri de aynı doğrultuda. Bu partiler giderek daha az işçi sınıfı, giderek daha fazla burjuva partilerine dönüştüler… Post-Stalinist partilere gelince, onlar ya PCP [Portekiz Komünist Partisi] veya KKE [Yunanistan Komünist Partisi] gibi sekter pıhtılaşmalara dönüştüler, ya sosyal demokrat partilerin izinden gidiyorlar; ya da “anti-liberal” denilen fakat kapitalist ekonomiyi ve kurumları yönetmeyi içeren bir siyaset geliştirmeye çabalayarak direniyorlar. Fransız SP gibi partiler şimdiye dek öylesine sağa kaydı ki bu oluşumlara doğrudan hükümete girmeye mecbur olmadığı sürece kendi rolünü oynayacağı bir alan açtı.
d) Otuz yıldan uzun süredir neoliberal saldırılarla yüzleşerek zayıflayan işçi hareketi ile buna eklenen sol yapıların yönetimlerinin siyasetinin bileşimi, dünya burjuvazisine finans piyasalarının rolünü güçlendirerek ve emekçilere saldırılarını derinleştirerek ve hatta BRICS ülkelerinde milyonlarca insanın maddi koşullarını iyileştirerek “krizi yöneteceği” bir hareket alanı sağladı… İşçi sınıfının bir çözümü olmadığı müddetçe, sermayenin krizden çıkmak için daima çözümleri mevcuttur. Buradaki sorun şudur ki, bu “çözümün” sosyal, ekolojik ve insani maliyeti giderek daha da dehşet verici olmaktadır.
Çeviren: Bahadır Nurol
(Bu yazı Yeniyol’un Ocak-Şubat 2015 tarihli 12. sayısında yayınlanmıştır)