Ilya Budraitskis –

 

“Ne yazık ki şunu ifade etmek zorundayım: “riyakâr” kelimesi diplomatik lügatin demirbaşlarından olagelmiştir ve olmaya da devam edecektir.” Kısa bir süre önce Rusya Dış İşleri Bakanlığı sözcüsü Maria Zakharova Rusya ve Batı’nın Suriye konusundaki görüş ayrılığıyla ilgili konuşurken bu cümleyi sarf etti. İfadeye karşı çıkmak pek de mümkün değil. Amerika ve Avrupa’nın Rusya’nın iç politikasına dair retorik saldırıları, Rusya’nın emperyal hırslarına ve Sovyet sonrası uzamdaki agresif “revizyonizm”ine odaklanınca, Rusya çifte standartlara ve riyakârlığa atıfta bulunarak cevap verdi.
 
Riyakârlık popüler bir terim olmakla kalmadı. Aynı zamanda Rusya’nın, çok kutuplu dünya gerçeğini kabullenmek istemeyen Batı’ya karşı esas şikâyeti haline geldi. Batı’nın bir yandan insani ideallere sadakat yemini ederken diğer yandan bu değerlerin mütemadiyen altını oyduğuna dikkat çekiliyor. Bir şeyi söylerken onun tam tersini yapmak ikiyüzlülüktür. Böylelikle riyakârlık suçlaması suçlayana etik üstünlük sağlamış olur: Düzenbazın maskesini indirmek onlara bir dürüstlük payesi sağlar.
 
Bu durum La Rochefoucauld’un meşhur vecizini mükemmel bir şekilde resmeder: “Riya, fesadın erdeme saygı duruşudur.”. Riyakârın erdemli ifadelerinin ardına gizlediği şey günahkârlığıdır (bencillik, gaddarlık, menfaatçilik vs.). Erdemli demagojileri yapay durur, kulağa yalan gelir ve ancak altta yatan fesatlıklarını vurgular. Dahası riyakârlık bizatihi bir fesat olduğundan biteviye kullanımı günahkâr ruhları daha da fena eder.
 
Peki, asıl ile suret arasında gerçekten bir fark var mıdır? Riyakarın aslında olduğuyla, ikiyüzlüce yöntemler kullanarak aksettirdiği sureti farklı şeyler midir?
The Life of the Mind kitabında Hannah Arendt insanların dünyaya kendilerini aksettirdiklerinde ve başkalarıyla etkileştiklerinde kendilerini iki düzeyde açığa vurduklarını ifade eder: “Kendini gösterme” düzeyinde ve “Kendini sunma” düzeyinde. Kendini gösterme, spontanedir ve insanın empati yeteneğiyle ilgilidir. İnsani yakınlığına ve duygulara delalettir. Kendini sunma ise tersine, refleksif bilişsel etkinlik gerektirir ve “sunulan imajın aktif ve bilinçli seçimi”ne dayanır. Başka bir deyişle her insan, bilinçli olarak, başkalarının gözündeki suretini yaratır.
 
Zihnin yardımıyla yaratılan bu yansı(t)ma, bu “yüzey” insanın diğerleriyle kurduğu ilişkinin yegane kaynağıdır. Bundan başka, toplumsal ya da politik anlamı olan, bir “asli tabiat” yoktur.
 
Bu sebepten dolayı çelişkiyi ve sürdüremezliği tespit edene kadar sahteyle gerçek birbirinden ayrılamaz. Buradan çıkan sonuç hayatı boyunca riyakar olan ve kendini başka bir şekilde sunmayan birinin aslında riyakar olmadığıdır. Aksine bu şahıs dürüst ve tutarlıdır. Dürüstlüğü istikrarlı ve düzgün bir temsilden, “görünmek istenilen gibi olmak” gayesinden başka bir şey değildir.
 
Riyakarın ifşası, fesadın ifşası demek değil, muhtemel davranış olasılıklarının seçimindeki tutarsızlığın ortaya konulmasıdır. Riyakar karakter zaafiyeti gösterir. Kendini dünyaya nasıl göstereceğini seçme konusunda kararsızdır. Riyakarlık suçlaması etikle alalı değildir, zira kişinin kendine kerteriz alacağı alternatif bir imaja işaret etmez.
 
Rusya Dış İşleri Bakanlığı tarafından sıklıkla dile getirilen riyakârlık eleştirisinin önermesi, Batı’nın karakterinin, kendi menfaatleri mevzu bahis olduğunda her yolu mubah gören çürümüş bir realpolitik olduğudur. Bu görüşe göre Batı’nın neyin mubah olduğunun ayırdına varmak için başvurduğu hümanist prensipleri ancak ve ancak Batı’nın kararsızlığına ve sünepeliğine delalettir. Rusya Batı’dan seçim yaparken cesur davranması ve ehvenişeri değil şerri seçmesini talep etmektedir. Kremlin, Ukrayna ve Suriye meselelerinde Batı’nın riyakârlığına, ideallere olan inancıyla değil karakterinin sağlamlığıyla göğüs germiş, soyut prensiplere karşı çıkıp kendi yolunu belirlemiştir.
 
Peki bu durum riyakarlık eleştirisini değersiz mi kılar? Tabii ki hayır. Ama mesele eleştiriyi yöneltenin tutarlılığıyla alakalıdır.
 
Rusya’nın söylemler ve eylemler arasındaki çelişkilere dikkat çekip Batı’nın rezil uygulamalarından hareketle, şüpheye yer bırakmayacak şekilde, ne kadar riyakâr olduğunu ortaya serdiği noktada liberaller de Batı’nın beyanatlarına iman etmekte ve Batı’nın aldığı somut kararlar için türlü mazeretler üretmektedirler.
 
Savaş karşıtı hareketlerin kendi ülkelerinin hükumetlerinin riyakârlığına karşı takındığı tutum ise tamamen farklı bir örnek ortaya koymaktadır. Mesela ABD ve İngiltere sokaklarında Irak savaşını protesto eden yüzbinlerin talebi sahici bir savaş tehdidi olmaksızın ordularının yabancı topraklara gönderilmemesiydi. Hükumetlerinin kendilerine bahşedilen yetkileri prensiplere uygun bir şekilde kullanmalarını istediler. Brejnev’e “anayasayı çiğnemeyin” diyen muhalifler de aynı resmi riyakârlığı ifşa ediyordu.
 
Her ne kadar mütevazı gözükse de muktedirlerin en katlanılmaz buldukları direniş tarzı budur. Gün geçtikçe erozyona uğrayan uluslararası prensiplerin temelini oluşturduğu tüm modern hükumetlerin, anayasaların muhteviyatında aynı çelişki vardır. Bu içkin çatışmanın mevcut sistem çerçevesinde çözülmesi imkânsızdır: Bir tarafta teorik eşitlik diğer tarafta fiili sömürü, bir tarafta her bireye tanınmış haklar, diğer tarafta yazılı olmayan kuralların güçlü olana bahşettiği egemenlik. “Piyasa demokrasisi” diye anılan riyakârlığın istikrarlı bir yapı hüviyetine büründüğü söylenebilir. Bu riyakârlık ki neredeyse iki yüzyıldır bir çözümsüzlük batağındadır, biri sağdan diğeri soldan olmak üzere iki zıt eleştirinin hedefi durumundadır. Sağın eleştirisi eşitsizliği ve bu eşitsizlik üzerinden devşirilen gücü kınarken (Rus diplomasisi bu yaklaşımı benimsiyor) sol; gerçek eşitsizlik olan ekonomik ve politik demokrasi yoksunluğunu ve “mutlu olma hakkı”nın gasp edilmesini dert ediniyor. Batılı riyakârların üzerine sadakat yemini ettiği ama bugün herkesin yoksun olduğu hakkı…

 

Kaynak: www.criticatac.ro