Foti Benlisoy – Son yirmi yılda yükseköğretimin yeniden yapılandığı, üniversitenin neoliberal “reformlar” vasıtasıyla köklü bir değişime uğradığı hemen herkesin ortak kabulü. Ancak neoliberalizmi sadece bir iktisat siyaseti olarak değil, farklı öznellikler üreten bir toplumsal pratikler bütünü olarak ele almak gerekiyor. Yükseköğretimin neoliberal yeniden yapılandırılması süreci, her şeyden önce öğrenciliğin nasıl anlaşıldığı, nasıl yaşandığı ve nasıl deneyimlendiği üzerinde bir dönüşüm yaratıyor. Aslında bir önceki dönemde öğrencilerin muhalif enerjilerinin “kaynağı” sayılması gereken kendi zamanları üzerindeki denetim ya da hakimiyetleri, yükseköğretimin neoliberal temelde yeniden yapılandırılması sürecinin en önemli kurbanlarından biri. İşsizliğin yapısallaşması ve emek piyasasının esnekleşmesi sonucunda okurken çalışmak yaygınlaştıkça, düzensizleşen/esnekleşen emek piyasasının basıncı “işe alınabilirliği” (employability) gençler açısından temel kaygı haline getirdikçe, sosyal devlet uygulamalarının kademeli tasfiyesi aileye bağımlılığı artırdıkça, öğrenim temposu yoğunlaştıkça öğrencilerin kişisel hayat ve zamanları özörgütleme imkânı git gide kısılıyor.
Bu bağlamda üniversite sosyalliğinde yaşanan dönüşümü de dikkate almak gerekiyor. Sponsorlu partiler, kariyer günleri ya da kantinlerin uluslararası ya da ulusal zincirlerin şubelerine dönüşmesi aracılığıyla sermaye, üniversitelerdeki gündelik hayatı kolonize ediyor, öğrenci hareketinin daha etkin olduğu zamanlardaki kamusallıkları dönüşüme uğratıyor. Mesela iç ve dış mekân reklam panolarından kantinlerde kullanılan bardak ya da tepsilerin üzerine konulan reklamlara, üniversite mekânı görsel anlamda meta pazarlama ve imaj oluşturma tekniklerinin işgali altına girmiş halde. Gençlerin politik aktivizme dönük eğilimleri dahi üniversiteler tarafından teşvik ve organize edilen kurumsal sosyal sorumluluk projelerince cv’ye yazılacak bir girdiye dönüştürülerek “beşeri sermaye” anlayışının hizmetine koşulabiliyor. Kısacası, üniversitelerde bireysel kimlikler, öğrenciliği bir önceki dönemde karakterize eden kolektif dayanışma pratikleriyle değil de giderek daha fazla tüketimci-rekabetçi pratikler etrafında şekilleniyor, bu da öğrencilerin kolektif bir biçimde eyleme imkân ve güçlerini tahrip ediyor.
Kampüslerin mutenalaştırılması, sermaye hakimiyetindeki “steril” mekânlara dönüştürülmesine, üniversite topoğrafyasının AVM’leşterilmesine karşı mekâna orada yaşayan ve üretenler adına el koyma eylemleri tam da bu bağlamda aciliyet kazanıyor. Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleşen Starbucks işgali öncelikle bu anlamda, yani sermayenin üniversiteye sembolik ve maddi düzlemde el koyma, soylulaştırma yoluyla öğrenci kamusallıklarını tahrip etme girişimine karşı sembolik bir karşı çıkış olması anlamında büyük önem taşıyor. Starbucks işgali, öğrencilerin siyasallaştığı bir mecra olarak kantinin, reklam panolarının hakimiyetindeki ticari mekânlara dönüşmesi, dahası giderek yiyecek-içecek zincirlerinin şubelerinin kantinleri ikame etmesi sürecine karşı sembolik bir dur deme girişimi. Starbucks işgali sermayenin üniversiteyi işgaline karşı bir karşı-işgal, mekânı kolektivist-dayanışmacı pratikler temelinde yeniden temellük etmeye dönük bir eylem. Starbucks işgaline ilişkin gerçekleştirilecek her tartışmanın öncelikle eylemin, ona güç, sempati ve meşruiyet veren bu yönünü dikkate alması gerekir. Yani Starbucks işgalini öğrenci hareketinin genel gelişimi açısından bir istisna değil, önümüzdeki dönemde yaygınlaşması gereken bir eyleme halinin bir örneği olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu anlamda işgal eylemi, ona katılanlar açısından ne derece dönüştürücü olduğu ya da Boğaziçi’nde nasıl değişimlere yol açtığı kadar öğrenci hareketi açısından mütevazı da olsa anlamlı bir kaldıraç işlevi görüp göremeyeceği bakımından tartışılmalıdır. Yani Starbucks işgalini öğrenci hareketinin bugün yaşadığı süreç içerisinde anlamlı ve işlevli kılmaya dönük “stratejik” bir tartışma ve değerlendirmeye ihtiyaç var. Böylesi bir değerlendirme, yani stratejik boyuta dair bir ele alış, pratik-rutin eylem hayatının içinde kaçınılmaz olarak gündeme gelebilecek ve hareketi zaman zaman gereksiz bir düzeyde yıpratma potansiyeline sahip tartışmaların da belirli bir bağlama oturtulmasına yardımcı olacaktır. Unutmayalım, strateji olmadığı zaman araçları fetişleştirmek ve bağlam dışı soyut taktikler arası tartışmada boğulmak ihtimal dahilindedir.
Starbucks işgali bir post-kapitalist alan inşa etmiyor elbette; böyle bir beklenti içerisinde olmak abes. Dolayısıyla işgali gerçekleştiren öğrencilerin başka alanlarda neyi ne kadar tüketip tüketmediği ya da Starbucks’ı işgal etmenin onun satışlarını durdurup durdurmadığı üzerinden bir tartışma yürütmenin siyasal bir muhtevası yok. İşgal ya da karşı-işgal eylemini, öğrencilerin kolektif eylem ve yaratıcılıklarına olan güveni tazelediği, üniversite mekânında dayanışmacı-kolektivist pratikleri yaygınlaştıran, öğrencilerin kendi öğrencilik tecrübeleri üzerindeki denetimlerini artıran, artırmayı hedefleyen bir deneyim (elbette kısıtları olan bir deneyim) olarak görmek gerekiyor. Öte yandan işgal eylemini her türlü tahakkümden arındırılmış bir “kurtarılmış bölge” olarak gören ve bu anlamıyla kolektif eylemi daha öteye taşıyabilecek her türlü öneriyi şiddetle “antidemokratik” olarak nitelendiren bir eylem fetişizminden de sakınmak gerekiyor.
Günümüzde imtiyazlı ve özgüvenli bir toplumsal dönüşüm faili olarak “aydın-öğrenci” kimliği erozyona uğrarken öğrenciler, tıpkı geniş emekçi kitleler gibi, rekabet basıncını çok daha somut bir biçimde teneffüs etmekteler. Bu durum öğrencilerin kolektif olarak kendi kaderini tayin etme becerilerinde belirgin bir tahribatı beraberinde getiriyor. Bu tahribatın önüne geçebilmek için öğrencilere yiten özgüvenlerini geri verebilecek, hayatlarını yapma kudretlerini artırabilecek kolektif pratikler üzerinde düşünmek gerekiyor. Öğrenci muhalefeti güç ilişkilerinin müsait olduğu her koşulda kariyer günleri gibi sermayenin üniversiteyi kolonize etmeye dönük girişimlerini sabote etmelidir elbette. Ya da sermayenin okullardaki görsel hakimiyetine karşı reklam-kırıcı/bozucu eylemlere girişmek, sermayenin simgesel egemenliğini ihlal etmek de üniversite muhalefetinin önünde bir “görev” aslında. Ancak öğrenci hareketi (ve elbette üniversite emekçileri) açısından esas sınav, üniversitelerde neoliberal pratikler karşısında dayanışmacı-özgürlükçü karşı pratikler ve karşı kamusallıklar inşa edebilmesidir. Üstelik bunları mümkün mertebe sürdürülebilir kılabilmesi, yani bu tahribatı onarmaya dönük sürekli/kalıcı ve politik faaliyetler inşa edebilmesidir.
Üniversite mekânının reklam panoları, uluslararası firma zincirleri, banka şubeleri, sponsorlu partiler ve şirket standlarıyla zaptedildiği koşullarda eğitime dair özgürlükçü-paylaşımcı “başka” pratiklerin inşa edildiği alanların hayata geçirilmesi bugün yaşamsal önemde. Starbucks karşı-işgali sadece söz konusu mekânı zaptetmesiyle değil, karar alma sürecinden yemek ya da temizlik gibi gündelik ihtiyaçların örgütlenme biçimine kadar anti-neoliberal kolektivist-dayanışmacı pratiklerin hayata geçirildiği bir eylemlilik süreci olarak değerlendirilmeli. Bu anlamda da neoliberalizmin öğrencilerin kolektif özgüven ve inisiyatifinde yarattığı tahribatı onarmaya dönük bir karşı hareket olarak ele alınmalı.
Bir isgal eyleminden azami politik beklentiler icinde olmamak gerekir elbette; ancak işgalin dünyanın dört bir yanında neoliberal otoriterizmi sorgulayan eylemlerin konusu haline gelmiş olması, Starbucks işgalinin sembolik gücünü daha da artırıyor.
Aslında öğrencilerin kendi hayatlarını doldurulması gereken bir iş başvuru formu şeklinde tanzim etmelerini buyuran hâkim model göründüğü kadar sarsılmaz değil. İşsizliğin yapısallaştığı, emek piyasasının alabildiğine güvencesizleştiği koşullarda başarılı ve parlak bir kariyer planının kâbusa değilse de sükût-u hayale dönüşme olasılığı bir hayli yüksek. Şirket kültürü esasında kendi vaadlerini yerine getiremeyecek kadar zayıf ve kırılgan. Dahası, hayatlarını bir cv doldururcasına yaşamaya koşullanan öğrencilerin kendi varoluşlarını ilanihaye bu kısırlaşmış, yeknesaklaşmış dünyaya sıkıştıracaklarını düşünmek de fazla kötümserlik olur. Öğrenci yaşamının gerek maddi gerekse manevi sefaletinin yarattığı boşluk, tatminsizlik, çıkışsızlık hissinin, ve bunun sonucu olan içeriksiz, niteliksiz kalmış bir hayatın yolu sinizme çıkabileceği gibi, kolektivist-dayanışmacı-özgürlükçü bir politizasyona da çıkabilir pekâlâ.
Bu ikinci ihtimali hâkim olabilmesi için öğrenci muhalefeti ve üniversite bileşenlerinin tümünün bütün gücünü üniversitelerdeki sermaye hakimiyetinin maddi ve düşünsel zeminini tahrip etmeye yöneltmesi gerekiyor. Bu ideolojik-politik planda bir mücadeleyi gerektirdiği gibi, “pratik” olarak da neoliberalizmin üniversitedeki tezahürlerini karşısına alan ve kısmi ve geçici de olsa alternatif “durumlar” yaratan bir tarzı gerektiriyor. Öğrenci kamusallıklarının sermaye tarafından tahribi ve hâkim rekabetçi-kariyerist atomizasyon eğilimi karşısında bu kamusallıkları onaracak bir tarzı hayata geçirmek elzem. Bu oldukça meşakkatli, bazen iğneyle kuyu kazma sabrını göstermek gereken bir iş. Ancak üniversitelerdeki neoliberal hakimiyette açılacak (Starbucks misali) kısmi de olsa bir gediği konjonktürel her türlü başarıdan daha fazla önemsemek zorundayız.